Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Haziran '08

 
Kategori
Sosyoloji
 

Öpüşen türbanlılar

13-01-2008 tarihinde "Türban ve Anayasa" başlıklı bloğumda, genç kızlarımızın ve kadınlarımızın türban takma nedenlerini şöyle sıralamıştım:

* Parasal nedenler yüzünden, modern giysi modasına uyumda zorlanma

* İlgili belediyelerde iş bulma kolaylığı

* İslami kesimden zengin biriyle evlenebilmek

* Bazı bedensel çirkinlikleri gizlemek

* Merak ve özenti


Şimdi, bu bloğumda, önceki bloğumda konu etmediğim "aile baskısı"nın da türban takmada ne kadar önemli bir yönlendirme olduğuna değinmek istiyorum.

Yukarıda sıralamaya çalıştığım hususlardan ilk üçü, aslında, türban konusunda aile baskısının içeriğinde saklı olan ekonomik nedenlerin başlıcalarıdır. Son ikisi ise, bayanlarımızın kendi seçimleridir.


Geçenlerde, Diyanet İşleri Başkanlığı, toplumda tartışma yapan bir açıklama yaptı. Neydi o açıklama?

"Flört = zina"

"Koku sürme =
günah"

"Bir kadının yabancı bir erkekle beraber kalması = Tahrik edici olup, zinaya yol açar"

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bu açıklamasından sonra, bazı televizyon kanallarının yaptığı sokak söyleşilerinde, türbanlı bazı bayanlar bile bu açıklamanın doğru olmadığını dile getirdiler. Çünkü onlar da sağlıklı birer genç kız ve sağlıkı bayanlardı. Onların da, kapalı olmayan diğer bayanlar gibi içleri kıpır kıpırdı; gençliklerinin gereği olan bazı hoşlukları, küçük kaçamakları yaşamak istiyorlardı. Başlarındaki türban buna engel olmamalıydı.

Dün(2 Haziran 2008) yine eşimle birlikte, daha önceki "çiçekleri" konu alan bir bloğumda anlattığım Gülhane Parkı'na gittik. Ağaçların koyu gölgesinde bulunan bir banka oturduk. Evden getirdiğimiz termos içindeki çayı içerken şöyle bir etrafımıza baktık. Çimenler üzerinde koşuşturarak oynayan küçük öğrenciler, çimler üzerine serdikleri bir yaygı üzerinde piknik yapmaya çalışan fakir ya da orta halli insanları gördük. Daha kuytu olan yerlere baktığımızda, ağaçların koyu gölgesine sığınmış genç sevgililerin sarmaş dolaş olmuş hallerine tanık olduk ve gülümsedik.

Ama bu sarmaş dolaş olanlar arasında çok sayıda "türbanlı" kızlarımızı da gördük. Sizi temin ederim ki, türbanlı kızlar, diğerlerinden daha cüretkardı. O kadar ki, sarmaş dolaş olmayı çok daha ileri boyutlara taşımışlar ve resmen dudak dudağa öpüşüyorlardı. Bizim dışımızda, parkı gezen çok kişi, başlarını çevirerek bu gençlere bakmaktan kendini alamıyordu. Bu gördüklerimize inanmayan İsatanbullular, günün öğlenden sonraki bir zamanında parka giderlerse bu manzaraları kendi gözleriyle görebilirler.

Burada benim konu etmek istediğim, türbanlı kızların erkek arkadaşları ile sarmaş dolaş olarak dudak dudağa öpüşmesi değil, değinmek istediğim konu türban konusunda "aile baskısı"nın varlığıdır. Bu öpüşen türbanlılar, şayet başlarındaki türbanı inançları gereği takmış olsalardı, parkın kuytu köşelerinde erkek arkadaşları ile sarmaş dolaş olup dudak dudağa öpüşmezlerdi diye düşünüyorum. Bu kızları, aileleri bu şekilde görmüş olsalardı herhalde gözlerine inanamazlardı.

Türbanlı kızlarımızın ve bayanlarımızın çoğunun, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yukarıdaki "fetva" niteliğindeki açıklamasına inanmadıklarını ve sosyal yaşamlarını bu doğrultuda sürdürmediklerini sanıyorum.


İstanbul'un eski belediye başkanlarından Ali Müfit Gürtuna'nın eşi Reyhan hanımın, yıllarca taktığı türbanı çıkarması ve çıkardığı türbanla birlikte modern dediğimiz bir kılık kıyafete bürünmesi de, aile baskısından bir kurtuluşu örnekleyen bir davranıştır. Bayan Reyhan Gürtuna'nın türbanı çıkarınca "Oh be dünya varmış!" dediğine pek inanmıyorum ama, sosyal yaşamında çok daha geniş ve daha özgür bir yaşam alanına kavuştuğuna inanıyor ve kendisinin de bundan mutluluk duyduğunu düşünüyorum.

Türbanı, "siyasal simge" olarak kabul eden radikal düşüncedeki genç kızlarımızın dışında kalanların çoğunun, ekonomik özgürlüklerine kavuştuklarında bayan Reyhan Gürtuna gibi, türbanlarını atarak sosyal yaşamın güzelliklerine kavuşacaklarına inanıyorum.

Bu düşünce beni Osmanlı'nın farklı bir dönemine götürdü.

Osmanlı'nın tarihsel geçmişinde bildiğiniz gibi "Lale Devri" olarak adlandırılan bir dönem vardır. Bu dönemde, Fransız sanatının ve kültürünün Osmanlı yaşamındaki büyük izleri görülmüştür.

Bu dönemde, Avrupa başkentlerine gönderilen Osmanlı elçilerinden, görevleri dışında, Avrupa kültürü hakkında da bilgi edinmeleri istenmiştir.

Bu elçilerden biri olan Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi, gezip gördüğü yerleri, anı ve gözlemlerini anlatan "Sefaretname" adlı eserinde, İslam ve Hıristiyan dünyalarını, daha doğrusu anlayışlarını karşılaştırırken, "dünya, müminlerin hapishanesi, kafirlerin cennetidir" demekten kendini alamamıştır.(1)

Çelebi Mehmet Efendinin, yaklaşık üçyüz yıl kadar önceki bu gözlemi, günümüz için de geçerli midir, acaba?

Bana göre, dünyanın, kafirlerin(*) cenneti olmaya devam ettiği; ama müminlerin hapishanesinin de küçüldüğü söylenebilir.


cdenizkent


____________________

(1) Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi, İstanbul: Bilgi Yayınları, 1990, s.190

(*) Kafir sözcüğünü, genelde kullanmam ama yaptığım alıntıda böyle dendiği için yazdım.

 
Toplam blog
: 979
: 1425
Kayıt tarihi
: 11.12.07
 
 

İstanbul doğumluyum. İlk, orta ve lise öğrenimi İstanbul'da tamamladım. İstanbul Üniversitesi'nde..