Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Ocak '07

 
Kategori
Edebiyat
 

Yalnızlık üzerine

Yalnızlık üzerine
 

Yalnızlık nedir? Bir hastalık mıdır bir virüs gibi insanın içine girip yerleşen, kök salan orada? İnsanı tüketen, yiyip bitiren günden güne… Yoksa bir dal mıdır, en zor günlerinde tutunduğu insanın? Bir sığınak mıdır karanlık gecelerde sığınılan? Bir tutku mudur yoksa bazen bırakılmak istenen, ama bir türlü bırakılamayan?

“Yalnızlık bir tarihtir.”( 1) diyor şairin biri. Evet, onun hakkında bildiklerimiz, bize anlatılanlardan ibaret, bir de yaşadıklarımızdan. Ama sizce de hep bir yanı eksik değil mi? Hep bir yanı kopuk, bir yanı karanlık, bir yanı tüyler ürpertecek kadar sessiz…

İşte burada, yalnızlığın görünen ve de görünmeyen yönlerinden bahsetmek istiyorum sizlere. Gözlemlediklerimden, okuyarak öğrendiklerimden ve en önemlisi yaşadıklarımdan yola çıkarak…

Yalnızlık bir kaçıştır çoğu insan için hayatın cilvelerinden, darbelerinden, getirdiklerinden ya da götürdüklerinden. Bir kapanıştır kendi içine. Tüm bağlantıları koparmaktır etrafındakilerle. Susmaktır. Acı çekmemek için konuşmamaktır.

Böyleleri çoğalacağını zanneder kendi içinde, kulağını yaşamın seslerine tıkayarak. Ondan uzaklaşarak hiç tökezlemeyeceğini, yolunu kaybetmeyeceğini, hiç incinmeyeceğini zanneder. Etrafına bir duvar örerse, tüm acıların, yorgunlukların, savaşların, kavgaların duvarın öbür tarafında kalacağını, asla duvarın üzerinden aşıp bu tarafına geçemeyeceğini zanneder.

Yalnızlığa sığınınca içindeki ülkeye kimse el süremeyecek diye sevinir; kalbini kimse kıramayacak, saf duygularını kimse kirletemeyecek… Kış hiç gelmeyecek, yapraklar hiç dökülmeyecek…

“Yalnızlık dediğin büyük bir zindan.” (2) diyor halbuki şair. Dört tarafı duvarlarla çevrili, güneş ışıklarının küçük bir delikten içeri girdiği büyük bir zindan… Gökyüzünün mavisine, vapur düdüklerine, martı çığlıklarına, kırlardaki bin bir çeşit çiçeğe hasret kaldığın büyük bir zindan… Kara bir tabut… İçinde boğulduğun engin bir deniz; yaşama kıyısı olmayan… Dar alanda kendinle paslaştığın, kendi içinde kaybolduğun, körleştiğin, nasır tuttuğun çıkmaz bir sokak…

Bilemez bunu, tatmadan anlayamaz. Yıldızsız bir gökyüzünün, penceresiz bir duvarın ne demek olduğunu bilemez, tıpkı şairin dediği gibi:

“Bilmezler yalnız yaşamayanlar

Nasıl korku verir sessizlik insana.”(3)

Yalnızlık öyle ürkütür ki insanı kendiyle baş başa kaldığında, karanlık her yanı sarıp da sessizliğin ayak sesleri odayı arşınlamaya başladığında… Öyle tüketir ki insanı, bir yudum sevgiye hasret bırakır. Ama bilemez bunu, yaşamayan bilemez.

Kimisi için bir yaşam tarzı, bir alışkanlık olmuştur yalnızlık. Onsuz güne başlayamaz. Onsuz sokağa çıkamaz. Onsuz yemek yiyemez. Yatağa başını koyunca, onsuz uykuya kendini teslim edemez. Yapamaz da yapamaz…

Üşüyünce sırtına aldığı bir hırka, sıkılınca sohbet ettiği bir sırdaş, yorulunca ayaklarını uzattığı bir iskemle, kederlenince başını dayayacağı bir omuz, geçmişten kalan bir ses, bir mektup, bir anı olmuştur onun için yalnızlık.

Her gün aynı şeyleri paylaştığın, aynı yemeği yediğin, aynı sokaklarda dolandığın, pişirip pişirip aynı şeyleri önüne koyduğun bir arkadaş…

“Yalnızsa

sürekli bir sonbaharı

süpürür hep…

Düşünemezsin.”(4)

Oysa onlar farkında değildir her gün ağaçların yapraklarını döktüğünün, yılların bir su gibi akıp geçtiğinin, güzelliklerin günden güne yozlaşıp tükendiğinin… Farkında değildir onlar gidenin bir daha geri gelmediğinin, yaşamın bir noktada tıkanıp ölümün yavaş yavaş içildiğinin… Farkında değildir onlar, yaşama gözlerini kapattıklarının, sırtlarını çevirdiklerinin. Farkında değildirler yaşarken öldüklerinin.

Sürekli kendini görmek aynalarda, geçmişini aramak kitaplarda, sayfalarda… Yitirmek duygularını bir akşam kızıllığında… Yitik bir ülkenin sokaklarında, tanımadığın insanların arasında, bilmediğin bir şeyi aramak inatla, aynı zamanda umutsuzca…

“Yalnızlık insanın kendine mektup yazması

Ve dönüp dönüp onu okuması.”(5)

Usanmaz mı sanırlar yüreklerini bu yalnızlıktan? Bilinmez…

Aynı satırlarda kaybolup gitmek belki yüzlerce defa, kimliğini yitirdiğinden habersiz. Issız bir çölde bile, engin bir deniz bulacağını umarak, boşu boşuna çevirmek aynı sitemli, aynı çileli, aynı hüzünlü sayfaları… Zorla, bitmemiş bir cümlenin sonuna koymaya çalışmak bir noktayı…

Ve her şey bittiğinde, dönülmez bir noktaya gelindiğinde, üzülmek boşa harcanan yıllara, yitip giden sevgilere… Üzülmek hüzne boyanan günlere, karanlık bir köşede unutulan solmuş güllere, ümitlere…

Evet, kimileri böyle kahreder de, geç kaldığını anlar ve dönülmez akşamın ufkunda olduğunu. Bunun üzerine şair girer devreye:

“Biliyorsun, ben hangi şehirdeysem

Yalnızlığın başkenti orası.”(6)

Kimileri, tıpkı bu şair gibi, nereye giderse gitsin, nerede olursa olsun, yalnızlığını bir bavul gibi yanında taşır. Her an yazı yazacağı bir defter gibi, iki kelam edeceği bir yoldaş gibi yanında hazır olmalıdır yalnızlığı.

Kopamaz yalnızlığından. Onunla eksilir hayattan, ama çıkarıp atamaz onu yüreğinden. Kalabalıkların içinde azaldığını bile bile, bulutların güneşi kapadığını görse dahi, vazgeçemez ondan.

Onunla bir anlam kazandığını zanneder hayatın. Birileri onu terk etse de, kimse arayıp sormasa da, evde bekleyen bir yalnızlığı vardır onun. Ağlamak istediğinde, ona sarılıp ağlayabilir. Konuşmak istemediğinde, o, derin bir sessizliğe gömülüp, bu isteğe saygı duyabilir. İnsanlar gibi, yaşantıları eleştirme eğiliminden kaçınıp, bazen susmanın büyük bir erdem olduğunun ayırdına varabilir.

Bundan dolayıdır ki, çok defa yalnızlıkla tek vücut olur böyle insanlar. Bedene can veren, anlam katan bir ruh gibi… Kuru bir dala güzellik katan, yemyeşil bir yaprak gibi… Geceleri pencereden odaya doğan ayın, tüm korkularınızı silip yüreğinizden, başucunuzda şefkat göstererek sabaha kadar beklemesi gibi…

İçlerindeki, hayatı ve onu yaşayan insanları yadırgayan gardiyan, bir türlü uyum gösteremez hayatın renklerine. Neye baksa hep acıdır gördüğü. Sonsuz bir karanlıktır hep o asi bakışlarına yerleşen ya da orada hükmeden. Bir başkaldırıştır hayata karşı yalnızlık onun için… Ayrılıklara inat, bir isyandır… Bir volkandır patlamaya hazır… Kaymaya hazır bir yıldızdır…

Kimileri onun hayatı ne kadar körelttiğinin farkındadır, tıpkı şair Cahit Sıtkı’nın farkına vardığı gibi:

“Geniş, siyah gölgesi hayatımı kaplayan,

Tepemde kanat germiş bir kartaldır yalnızlık.”(7)

Ardından devam ediyor şair acılar içinde çırpınarak:

“Gördüm yapraklarımın bir bir döküldüğünü,

Baharda yaşamanın bilmedim nedir tadı.

Gemi yüzü görmeyen bir limanın hüznünü

Kimsesiz gönlüm kadar hiçbir gönül duymadı.”(7)

Yalnızlığın kapısını çalışımızın nedeni, ona bütün çıplaklığımızla sığınışımızın emeli, ne olursa olsun, ona sonsuz bir sevdayla bağlanmamamız, silkinip gülen gözlerle hayata bakmamız, yolumuza çıkan engellerle yalnızlığı bir kenara atarak çarpışmamız gerekir. Hayat tüm bunlara değecek kadar güzel çünkü. Neden mi? Bakın şair bizi uyarıyor bu konuda:

“Notaları kurşunlanmış bir şarkıdır yalnızlık.”(8) diyor.


(1) Hilmi Yavuz, (2) bedri Rahmi Eyüboğlu, (3) Orhan Veli Kanık, (4) Özdemir Asaf, (5) Özdemir Asaf, (6) Cemal Süreya, (7) Cahit Sıtkı Tarancı, (8) yılmaz Odabaşı

resim: www.msxlabs.org

 
Toplam blog
: 77
: 939
Kayıt tarihi
: 13.01.07
 
 

1979 Giresun doğumluyum. Kendimi bildim bileli kalabalığı sevmem. İnsanlara karşı mesafeliyimdir. He..