Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ocak '15

 
Kategori
Anılar
 

Yaşanmışlıklarım - 4 : Kahveci çırağıydım ama saçlarım briyantinli idi....

Yaşanmışlıklarım - 4 : Kahveci çırağıydım ama saçlarım briyantinli idi....
 

Kendi yaşadığım yıllara ait bir resim bulamadım...Bu çocuk kimse, umarım durumu benimkinden daha iyidir


KAHVECİ ÇIRAĞI OLARAK ÇALIŞIRKEN, YAMALI KISA BİR PANTOLON GİYERDİM; AMA HER SABAH İŞE GİDERKEN SAÇIMA BRİYANTİN SÜRMEYİ HİÇ İHMAL ETMEZDİM..

Bu çıraklık döneminde yaşadığım bir olay, düşünce yapımın sosyal yanını oluşturan önemli bir tecrübe oldu...

Lise tahsilime başladığım  yıla kadar, hemen hemen her yıl, okul tatillerimde hep çalıştım... Terzi çıraklığı yaptım, kahvehanede garson olarak çalıştım, simit sattım, sokaklarda dolaşarak cam kırıkları, demir, bakır, alüminyum parçaları toplayıp onları satarak harçlığımı çıkardım...

8-9 yaşlarımdaydım... Tam hatırlamıyorum; ilkokul bir  ya da ikinci sınıf  tatilindeydim. İki numaralı ağabeyin, semtimizdeki (Ayvansaray'da) bir kahvehanede "ocakçı" olarak çalışıyordu... Beni de yanına çağırdı çalışmam için; daha doğrusu kendisine yardım etmem için.. Görevim, kahvehanenin yakın çevresindeki, fabrikalara ve diğer iş yerlerine "askı" ile çay, kahve, gazoz ve limonata götürmekti...

Haftalığım ise 2,5 liraydı... O zaman göre iyi paraydı. Sinema 50 kuruş, bir simit 10 kuruştu. Bu para Pazar günü sinemaya gidip, 4 kısım bir arada Baytekin ya da bir tarzan ve kovboy filmi seyrettikten sonra karnımızı da doyurmaya yeterdi... Bazen, sinemadan çıkarken yerimizi( oturduğumuz tahta   koltuğu ) de filmleri ayakta seyredenlere sattığımız olurdu.. En azından bir "açma" parası da oradan kazanırdık...

Neyse... Sabahları biraz daha fazla uyumam için, annem beni, ağabeyim işe gittikten sonra uyandırırdı... Annem, ben elimi yüzümü yıkarken, bir gün önceden kalmış çayı ısıtır, birkaç zeytin ve bugünlerin diyetisyenlerinin, şişko hastalarını zayıflatmak için önerdiği "kibrit kutusu" büyüklüğündeki beyaz peynirden oluşan kahvaltımı hazırlardı... Eğer zeytinler biraz  büyükse katık etmemi söylerdi... Bugünkü gençlerin pek bilmezler, "katık etmenin" ekonomik yanını... Zeytin konusunda katık etmek, bir yudum ekmekle zeytin tanesinin yarısını yemektir...

Kahvaltıdan sonra, bir kısa pantolondan ve bir beyaz gömlekten oluşan iş elbisemi giyer, aynanın karşısına geçer, saçlarımı tarar ve parlaması için de briyantin sürerdim...Annen, çalışırken kirletirim diye, sokakta oynarken giydiğim pantolon ve gömleklerimi giydirirdi. Pantolonumda, bir iki küçük yama vardı ama annem "o kadardan bir şey olmaz" derdi... Ayakkabılarım ise, yine sokakta oynarken giydiğim tabanı lastik, üst kısmı keten olan ve o zamanlar "bez ayakkabı" değimiz türdendi...

x       x      x

Çalıştığım kahvehanenin yakınında üç fabrika vardı; lastik fabrikası, cıvata fabrikası ve çeltik fabrikası... En çok servis yaptığım ve benim de en güzel vakit geçirdiğim fabrika Çeltik Fabrikası idi

Çeltik fabrikası, benim gözümle, en aydınlık ve de en temiziydi... Burada da, tarım alanlarından gelen kabuklu pirinçler, koca koca makinelerde kabuklarından ayrılırdı... İşçilerin hepsi temiz-pak idi... Bana çok iyi davranırlardı. İsteyerek çay, kahve, gazoz ve limonata götürdüğüm tek yer burası idi...

Fabrika'nın patronları üç kardeşti... Yönetim kademesinde de çok sayıda erkek ve bayan memur çalışırdı... Onlara götürdüğüm, çay, kahve, limonata ve gazoz çok farklı olurdu... Ağabeyim oraya --özellikle patronlara -- siparişleri  götürürken, onlara karşı nasıl davranacağım konusunda bana tembihlerde bulunurdu...

Ben de, aynen ağabeyimin öğrettiği gibi davranırdım...Çay ve kahvelerini özenle masalarının üzerine koyardım. Zaten, onlara götürdüğüm kahve ve çayların fincanları ve bardakları da farklı olurdu...Gazozları, işçilere elimdeki açacakla açarak verirdim; ama patronlara, götürdüğüm temiz bardakları, masalarının üzerindeki altlıklara koyar, arkamı döner, gazozu açar ve dönerek bardaklarına yavaşça boşaltırdım...Bu tavrım onların çok hoşuna giderdi. Ayrıca, briyantinli saçlarım ve özellikle arka tarafından bir iki küçük yaması olan kısa pantolonum onalar karşı beni daha da sevimli gösterirdi, Yanaklarımı sıkmadan beni bırakmazlardı...

Övünmek gibi olmasın ama, o yaşlarımda güzel bir çocuktum...Hem aile içinde hem de dışarda öyle diyorlardı...Resim çektirdiğim fotoğrafçılar, bir resmimi vitrinlerine koymak için annemden isterlerdi...Annem, "nazar değer" diyerek vermezdi. -- Bugünlerde olsaydım, rahat dizilerde oynardım herhalde:)) -- İlkokul dönemlerinde, bana, her gün evinin bahçesinden meyve getiren, benden habersiz kitap ve defterlerimi kaplayan ve okul sinemasında yanıma oturmak isteyen kız arkadaşlarım olurdu...

Sık sık içecek götürdüğüm Çeltik fabrikasının üçüncü katında bir sekreterler odası vardı.. Kendileri gibi isimleri de güzel üç abla...Bu ablalar, yalnızca beni görmek ve sıkıştırmak için, saatte bir, çay, gazoz ve limonata isterlerdi...Ama üçü birden değil...Biri için çay götürdüğümde, bir diğeri, gülerek "bana da bir limonata getiri misin!" derdi...Limonata götürdüğümde üçüncü abla da gazoz isterdi...Her gidişimde yanaklarımı okşarlar, tombul bacaklarıma çimdik atarlardı...

Aslında ben de onları çok severdim. Benim ablam yoktu...Onları ablam yerine koyardım. Bu ablaları uzun zaman unutmadım. Anılarımın en güzel yerlerinde o günkü gibi canlı duruyorlar...

x      x      x

Ama, bir olay benim küçük beynimde ve hiç incinmemiş gönlümde büyük hasar yaptı...Bir gün, fabrikanın patronlarına yine kahve götürmüştüm....Patron kardeşlerin en küçüğü olan Muhlis Bey'in -- sekreter ablaların, patron olan diğer iki kardeşin isimlerini unuttum ama Muhlis Bey'in ismini hiç unutmadım -- benden birkaç yaş büyük oğlu, fabrikanın giriş kapısından geriye doğru uzanan geniş ve uzun koridorunda bisiklet ile dolaşıyordu. Elimdeki kahve askısını unutmuş gibi onu izliyordum. Patronların odasının kapısında duran odacının beni uyarması ile  kendime geldim...

Kahveleri götürdüm, patronları "gel bakalım!" demeleri ile, ağabeyimin her zaman bana tembihlediği gibi nazik bir şekilde kahvelerini ve üstü kapalı kapalı bardak ile getirdiğim sularını masalarının üzerine koydum...Her zamanki gibi, halimi hatırımı sordular... En küçük patron Muhlis Bey, kapıdan çıkarken bana, "dışarda biraz ben bekle!" dedi...

Dışarı çıktım. Çocuğunun bisiklet sürüşünü imrenerek izlemeye devam ettim...Az sonra küçük patron elinde kağıt bir paketle yanına geldi. Briyantinli saçlarımı es geçerek yanaklarımı okşadı. "Bunun içinde-- bisiklet süren oğlunu göstererek -- ağabeyinin hiç giymediği küçülmüş bir pantolonu ve bir de gömleği var" dedi ve paketi bana uzattı...(Çocuk kafam ile, onun iyi niyetini anlamam elbet de mümkün değildi)

"İstemem!" diye bağırdım..."benim güzel pantolonum da var, gömleğim de var!" dedim...Gözlerim doldu, ağlamaya başladım, -- inanın şu anda bunları yazarken gözlerim yine yaşardı -- koşarak kahvehaneye döndüm. Ağladığımı gören ağabeyim, ne olduğunu sordu. Ona olanları anlattım...Ağabeyim, "seni sevdiği için vermiştir onu" diyerek beni teselli etmeye çalıştı...Ama, ben çok kırılmış, çok üzülmüştüm...İçim çürümüş gibi halsizleşmiş, çökmüştüm adeta...

Eve döndüm, "bir daha da gitmem kahveye" dedim anneme...Bir zamanlar, Başbakan'ın, "daha da Davos'a gitmem" dediği gibi.:))

x       x      x

Yıllar geçti...Büyüklerimizin deyişi ile "adam oldum" ya da "bir baltaya sap oldum"...Bir işim oldu. Evlendim...Baktım ki, sap olduğum balta biraz körlendi. Daha iyi kessin diye eğelemek için daha ileri eğitimler aldım...Zannımca, dünyanın en çok "başkanı" olanı olan ülkemizde(dernek başkanı, kulüp başkanı, meslek grupları başkanı, parti başkanı, Danıştay, Sayıştay Başkanları, AYM Başkanı, Hükümet Başkanı, Cumhurbaşkanı, devlet başkanı...Say sayabildiğin  kadar...) ben de, "başkan" ve "başkan yardımcılığı" görevlerinde bulundum...

Başkan yardımcısı olarak görev yaptığım bir ilde, özel bazı "yardım dernekleri" ile "ortak bir gün programlandı"...Amacı, ildeki yoksul öğrencilere "giysi yardımı" yapmaktı...Gün, çalıştığım kuruma ait bir salonda düzenleneceği için, Kurum Başkanı, bu konu ile benim ilgilenmemi rica etti....

Hemen çocukluğuma döndüm, yüzüme ateş bastı... Cicili biçili giysiler içindeki dernek mensuplarının ve bizden de bazı memurların, isimlerini söyleyerek çağırdıkları fakir aile çocuklarına, ceket, palto, ayakkabı gibi giysileri veriş şeklini ve o çocukların nasıl bir ruhsal yapı  içinde olacaklarını düşündüm... Başkan'dan beni bu görevden affetmesini ve bu güne kendimin ve eşimin katılamayacağını, bunun için neden sormadan bizi anlamasını istedim.... Başkan kabul etti.... Gün, düşündüğüm gibi geçti...

Bu güne, eşimin katılmak istemediğine gelince... Eşim de, ilkokulda okurken  böyle bir giysi yardımı verilmek  için seçilen yoksul öğrenciler içinde yer almıştı.. .Aradan yıllar geçmesine rağmen eşim, o günleri hala hatırlar...

Yoksullara yardım edilmesine itirazım yok... Ama veriliş tarzına karşıyım.... Yoksullara yardın böyle yapılmaz... Yardım, adrese gönderilir. Gönderen de  belli  olmaz... Kültürümüzde güzel bir söz vardır : "Bir elimizin verdiğini diğer elimiz görmemelidir"...

NOT : Bu kahve çıraklığım döneminde "uyuşturucu" ile de tanıştım...Hatta, bilmeden taşıyıcılığını bile yaptım... Bunu da bir başka zaman anlatırım....

 

cdenizkent

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 979
: 1425
Kayıt tarihi
: 11.12.07
 
 

İstanbul doğumluyum. İlk, orta ve lise öğrenimi İstanbul'da tamamladım. İstanbul Üniversitesi'nde..