Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Aralık '08

 
Kategori
Öykü
 

Yat limanı manzaraları 3

Yat limanı manzaraları 3
 

... hiç olmadığı kadar


Dağıtılan tonlarca bedava kömürün üstüne bir de rüzgarın tembelliği eklenince olan pis hava limanın üzerine çökmüştü yine.

Bu kasvete bir de insanların meymenetsiği, açlıkları, güvensizlikleri eklenince çekilmez bi hal alıyordu yat limanı.

Kentin bittiği yer, bütün uğursuzlukları, kavgaları, sefaletleri kucaklamaya hazırdı akşam olurken.

Dede elinde iki tane eşek sardalyesi ile Necip’le Arap’ın ortakçı durduğu kayığa doğru yürüdü küfrederek.

Berbat bi akşamdı iskelede.

Bağırdı iki metre öteden;

‘aooop!’

içerden seslenen olmadı.

‘Aooop!’

bağırır bağırır giderdi nasılsa.

‘aooop!’

Gürültüden sıkılan Necip çıkardı kafayı muşambaların arasından

‘ne var dede?’

‘ülen gökdinliler benim sübyeleri hanginiz çaldı?’

‘ben almadım valla dede, iyice bak kayıktadır belki’

‘nah kayıktadır .ezevenkler! bu eşek sardalyesini baban yesin, al!’

Komik bi şekilde sardalyenin Necip’in suratında şaklaması duyuldu etraftan. Eşek sardalyesi yolculuğuna Necip’in suratından sonra düştüğü suyun içinde devam edecekti. Papaz balıkları çoktan sarmıştı etrafını lezzetsiz, sası balığın.

İlk şaşkınlığını üzerinden biraz geç atan Necip dedeye doğru hamle yapsa da geç kalmıştı şimdi. Araya diğer kayıklardaki balıkçılar girmişti ve artık kılına bile dokunamazdı ihtiyarın.

Çevreden yetişenler hoşlarına giden bi şey olmuş gibi sardılar etrafını dedenin.

‘dedem ne bağrıyon yine?’

‘Sübyemi çaldı it’

hepsi ayrı bi yere çekiştirmeye başladı sonra

‘dede ben verem sana sübye’

‘dede gel bura kurban eti yiyelim’

‘dede şarap var gel’

İyi insanlar oldukları için yapmıyorlardı buna.

Ağ tamir etmek, tekneyi temizlemek, kasaları dizmek uzun sıkıcı işlerdi. Yanlarına Cemal dedenin muhabbetini aldıklarında ise vakit daha kolay ve zevkli geçiyordu.

Dede’nin kurban eti yiyecek dişi yoktu, sübyeyi de yem yapacaktı zaten kendi yemezdi ama şarap daveti reddedilir gibi değildi.

Eline yarım ekmek kavurma tutuşturdular yine de.

Şarabı da biraz geç getirdiler hususi. Hani ‘istesin de keyiflenelim’ der gibi.

Sağına soluna bir iki kere arandıktan sonra dede nihayet ‘agam nerde bu bağını .iktiğimin şarabı’ dedi de sırıtarak verdiler eline çay bardağındaki yeşil şarabı.

* * *

2) Sancak tarafındaki deniz fenerinin altında ise üniversiteli talebeler votka içiyorlardı. Uzun saçlı, pes sesli olanı Antalya’ya, Antalyalı’lara küfrediyordu boyuna.

Diğerleri gülüşüp dinliyorlardı.

Mudanya’dan bahsediyordu, oralıydı galiba.

Antalya pahalıydı Mudanya bolluktu, Mudanya’da herkes birbirini tanırdı ama iki senedir buradaydı daha komşusu selam vermemişti.

Esnafı da kötüydü Antalya’nın;

‘hayırlı işler’ diyorsun ‘Öküz gibi suratına bakıyor herifler’.

Bir diğeri konuyu genellemeye çalışıyordu. Her kentte iyi kötü örnekler olabilirdi.

Bir gün bakkala sor dedi diğeri. ‘Ben size hayırlı işler diliyorum neden öküz gibi bakıyorsunuz, hiçbir şey söylemiyorsunuz?’ diye sor.

Güldüler uzun uzun. Terbiyeli, uysal çocuklardı. Okudukları her ne ise bitirdiklerinde akşamın ayazında kayalıkların üstünde iğrenç bazuka votkası içtikleri anları gülerek, özleyerek hatırlayacaklardı.

* * *

3) Saatin olmadığı bu mekanda iki ayrı zaman dilimi vardı sadece. Bir gece, bir de şafak. Eski anfi tiyatronun kırık tahtaları üzerine oturmuş genç adam için gece daha tazeydi ve bir sonraki zaman dilimine kadar kendine eziyet edebilirdi rahatça.

Yanık sesiyle söylediği türkü duyuluyordu buralardan

‘bir kara kaşın, bir kara gözün, değer dünya malına’

Ne kadar üşüdüğünü fark edemeyecek kadar sarhoştu.

Hoş kendine yaptığı bu eziyeti hak etmişti biraz.

Sevgilisi ile ‘onla konuşma, buna gülme’ diye başladıkları son kavgaları birbirlerine sövmeye, hatta el kaldırmaya kadar uzayınca gitmişti kız.

Giderdi elbette. Ne demekti anasının babasının pamuklara sarıp büyüttüğü kızına el kaldırmak.

Ama pişmandı. Kendine hiç yakıştıramıyordu yaptığı şeyi.

Olmuştu işte bi kere.

Dünyanın en iyi insanı bile olsa zamanı geri getiremezdi. Birkaç gece daha buralarda sabahlayacak sonra unutup gidecekti her şeyi.

Belki affeder, bi yerlerden çıkagelirdi sevgilisi. Belki arardı, yolda karşısına çıkardı.

Kız affedecekse acele etmeliydi yine de.

Cola turka şişesi içinde memleketten gelen (Hatay) boğma rakıyı dümdüz içiyordu çocuk ve yüzündeki o pişmanlık keskin bi şekilde okunuyordu. Bugün yarın ilk mide kanamasını geçirebilirdi.

İyi ayyaşlar küçük kanamaları fark etmezler ama o daha çok gençti.

Genç ve pişman.

* * *


4) Kavurmanın kokusunu duyan Necip, Dede’nin olduğu limanın en büyük teknesine sırnaştı yavaştan. Kırmızı et dayanma gücü verirdi ne de olsa. Ona da bi yarım sarıp, tutuşturdular eline. Dede çoğunu uydurduğu bi gençlik anısını anlatıyordu yine.

‘agam ağı bi çektik na böyle bi testi! Ağzını çamurlan bağlamışlar. Kayıkta bi kişiyim bereket. Fazla olsak cinayet çıkar, resmen gömü bulmuşum. Vurdum buna motorun demiriyle. İçinden altın gümüş çil çil eski para’

Keyifleniyordu millet iyiden iyiye.

‘e dede... nettin paraları, alsaydın ya bi gırgır’

‘napam ulan gırgırı... ben zengin olmuşum bu .ötüm değer mi bi daha denizin suyuna. ... kuyumcusu vardır bilirsiniz. Gittim ona dedim agam böyle böyle. Eritelim diye tutturdu .ezevenk. Dedim agam böyle satalım bunları. Nuh dedi peygamber demedi mecbur erittik sonra ama en birinci altınmış allahıma kitabıma.’

‘yanlış yapmışsınız dede. Müzeye versen bile daha çok para ederdi’

‘korkuttular agam beni. Mafya seni bulur işkence eder ‘daha var mı?‘ der dediler... nedem ettik bi hıyarlık’

‘ee dede paraları naptın?’

‘ne bilem... denizden geldi gene denize gitti zar’

‘yeme bizi dede. Seda Sayan’la yemişin paraları’

‘ehe eh’

‘o zaman büyük otel vardı şurda. Güzel artistler gelirdi oraya kalçalı bacaklı’

‘e dede şu Seda Sayan işini anlatmadın yav’

Uyumuştu dede. Bir anda ölür gibi. Pat diye uyumuştu.

Böyle birdenbire uyumasına bile kahkahalarla güldüler...

Cemal Mahmut Yılmaz.

Adını soyadını unutalı yıllar olmuştu.

Aslen Tunus’luydu. Dedeleri köleydi. Bir gece atlayıp gemiden buralara kadar yüzüp kurtarmışlardı kendilerini.

Yaşlı ve yorgundu iyice.

Hastaydı, sabahları apaz apaz kan tükürüyordu.

Uyandı birden ama açmadı gözlerini.

Anlatmıştı ya işte daha ne istiyorlardı. Hastalığını anlatsa dinlemezlerdi.

İşte iki saat sonra dalacaklardı trolle denizin böğrüne. Balık, yumurta, yosun, mercan... bi .ok koymayacaklardı suda.

Kendine bile belli etmedi uyandığını

Düşünde denizin dibinde yürüyordu.

Ataları o gemiden atlayıp özgürlüklerine kavuşmuştu.

Dede nereye atacaktı kendini?

Nereye?


* * *


5) Bu satırların yazarı daha iki saat önce evinde Avrupa Yakası’ni izliyor ve ‘ahı ahı’ diye gülüyordu.

Şimdi sol taraftaki uyduruk deniz fenerine sırtını vermiş sessiz sessiz ağlıyordu gecenin içinde.

Telefonu çaldı kibarca, ince bi ‘nerdesin’ sesi geldi telefondan.

‘boşluktayım’ dedi...

‘hiç olmadığım kadar.’


okan ünver

 
Toplam blog
: 104
: 489
Kayıt tarihi
: 06.03.08
 
 

1978 doğumlu Antalyalı bir müzisyenim, devamını ben de bilmiyorum..