Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Ocak '07

 
Kategori
Yılbaşı
 

Yılbaşı, hediye, anılar...

Yılbaşı, hediye, anılar...
 

Bu gün yılın son günü; yani bu gece yeni yıl kutlamaları var. Evimiz İstanbul’ un o ünlü caddesi’ ne yakın bir paralelde olduğundan, camdan bakınca telaş içinde koşuşturan, arabalarında sabırsızca korna çalan, karşıdaki mezeciden eli kolu dolu çıkan insan kalabalığını görebiliyorum. Sevdiklerine, sevmeye çalıştıklarına, sevmeye mecbur olduklarına son anda da olsa bir hediye almak için, misafirleri ağırlarken sonradan dedikodu malzemesi olmamak için, yeni bir yılı yeni giysilerle karşılama bahanesiyle enflasyona katkıda bulunmak için karınca ordusu gibi o dükkandan öbürüne girip çıkıyorlar. Elimde çayım, üzerimde ayılı sabahlığım, aklımda çocukluğumla camdan seyrediyorum onları. Kendimi bildim bileli hissettiğim o eski, sadık dost ise yanıbaşımda; hüzün. Nedense beynimin en ücra kıvrımlarına saklanan tatsız anılar böyle günlerde ortaya çıkıverir. Her yılbaşı, Bayram, Doğum Günü’nde; kötü genlerle doğup hayat boyu islah edilemeyen çocuklar gibi beni ortalarına alıp, örselenmiş çocukluğumla, sakatlanmış özgüvenimle alay ederler. İşte önceleri yaşlandıkça azalıp, yok olacağını sandığım bu hüzün törpüsü, yaşlanma çaresizliğim genç kalma ümidimi bastırdıkça, şiddetini daha da arttırıp, yüreğimi sevinçlerin tutunamayacağı kaygan bir taş haline getirmekte.

Oysa, o günlerin Türkiyesi için azımsanmayacak bir lüks içinde, her zaman en güzel elbiseleri giyen bir çocuktum. Bayramların tatil anlamına gelmediği o yıllarda, çocukların düşlerini süsleyen fırfırlı etekler, kırmızı peluş paltolar, siyah rugan pabuçlar, beyaz dantel çoraplar her Bayram sabahı beni dolapta beklerdi. Ya günler öncesinden Beyoğlu’na çıkılıp mutlaka benim beğendiklerim satın alınır; ya da annem, iş dönüşü, geceleri uyuklayıp üstüne kapana kapana Burda’dan seçtiği elbiseyi diker, yetiştirirdi. Benim için Bayram demek, sebebi anlaşılamayan ama her ihtimale karşı bir sürü gıdayı yasakladıkları allerjime rağmen şeker, lokum yemek demekti. Çikolata adetten değildi henüz. Günler öncesinden, Hacı Bekir ve Cemilzade’nin önünde kuyruğa girilir, gidilecek eş dost sayısı kadar lokum veya ezme alınıp evde hazır tutulurdu. Kapıları çalan, el öpen çocuklara ise adeta geldikleri ailenin kültürünü hatırlatmak için sadece karamela ikram edilir, bozuk para verilirdi. Misafirliğe gittiğimizde, Babam otoriter sesiyle hemen ilk ikazını yapardı, “el öptün değil mi kızım?” Hoşlanmadığım ve mümkün olduğunca kaçındığım bu saygı gösterisini gerçekten yapmamış da olsam, başımı öne eğip “hı hı” derdim, duyulmaz bir sesle. Ev sahipleri Babamın ikinci bir şey söylemesine fırsat vermeden, güngörmüş, olgunlaşmış da dünyevi hoşgörüye sahip olmuş halleriyle gülümser, “öptü babası, öptü” derlerdi. Ben, bu küçük, zararsız işbirliğinin üzerimdeki etkisini belli etmemek için onlara bakmaz, yere bakmayı sürdürürdüm. Bilirdim ki, bu küçük hoşgörünün karşılığı, az sonra önüme konan kurabiyeleri yemem veya çabuk sıkılmayıp, annemle babamı rahat bırakmam konusunda benden fazlasıyla geri istenecek. Genelde her zamanki çekingenliğimle bir köşeye çekilir, büyükleri dinlerdim. Bazen de evin genç oğlu veya kızı beni oyalamayı üstlenir, bana yaşıma uygun kitaplar okur, dergiler gösterir, böylelikle içerideki büyüklerin rahatça sohbet etmelerine imkan tanırdı. Ayrılırken, güzel, dantel çevrilmiş bir mendil ve içine kibarca saklanmış para, uslu oturmamın ödülü olarak yavaşça cebime yerleştirilir, övgülerle uğurlanırdım. Henüz hayatımıza, Türk Lirası’ndan başka bir para girmediği ve Türk Bankaları çılgın mevduat faizleri vermediği için bu verilen Bayram harçlıklarını evdeki kumbaramda biriktirir, doldukça Babam tarafından bankaya yatırılarak çeyiz olacağı günlerin hayalini kurardım. Hatta İstanbul Bankası’nın o tahta sandık şeklindeki kumbarasını evlenirken gerçekten çeyiz sandığı olarak götüreceğimi sanırdım.

Bir çocuk için oldukça mutluluk verici gibi görünen bu şartlar nedense benim mutlu olmama yetmez, bütün bu sevgi gösterileri, hediyeler, küçük şımartmalar arasında, sevincimi gölgeleyen, göğsüme ağırlık veren bir duyguyu da hissetmeye engel olamazdım. Tanımlayamadığım ve bu yüzden de başedemediğim bu his, böyle özel günlerde sabah gözümü açar açmaz varlığını gösterir ve bir bataklık gibi içimdeki beni vargücüyle dibe çekmeye başlardı. Anlardım ki, her günkü mesaim o gün fazla mesai olacak ve anlamazdım ki, bu fazla mesailerin karşılığı bana yıllar sonra korkular, güvensizlikler ve sonsuz bir yalnızlık olarak geri dönecek. Daha kahvaltıda, annemle babamın asık suratlarını yumuşatmak için şirinlikler yapar, -zorlanarak yemek yeme- ritüelimi değiştirir, elle tutulacak kadar yoğun olan negatif enerjiyi kendimce içime hapsetmek, yok etmek isterdim. Annemin henüz köprüleri yakmaya başlamadığı yıllarda, kahvaltıdan sonra giyinip hep birlikte babaanneme giderdik. Köprüler yanmaya başlayınca bu iş sadece babamla bana kaldı. Bayramın ilk günü, ilk ziyaret, mutlaka babaanneme yapılırdı. Giderken Hacı Bekir lokumu götürülür ve öğle yemeği orada yendikten sonra, dönüşte, evimize on dakika mesafede oturan ve 84 yaşında, beyin damarlarındaki tıkanıklık onu bir bitki haline dönüştürene dek bana dadılık yapmış olan anneanneme uğranırdı. Bu ziyaret oldukça kısa sürerdi, zira annemle babamın arasındaki elektrik o saatlerde artık etrafı tutuşturacak hale gelmiş olurdu; tabi o zamana kadar bir vaveyla kopmadıysa! Ziyaretler dışında, evde bizbize olurduk. Annemle babamın yıllardır bir darılıp bir barışmasından bıkan ve geldiklerinde evde hissetikleri tuhaf ve kötü elektrikten etkilenen akrabalar, dostlar giderek gelmez olmuşlardı. Dedemi bir Şeker Bayramı’nın ilk günü, biz oradayken kaybetmemizin hatırası dışında ne yazık ki bana çocukluğumun bayramlarından hiç hoş bir iz kalmadı.

Yeni Yıl kutlamaları ise benim çocukluğumda şimdiki gibi bir trend haline gelmemişti; evlerdeki mütevazi yemek ya da partiler biraraya gelme vesilesi görülür, gece tombala oynamakla, plak dinlemekle geçirilir; insanlar birbirlerine “biz bu sene divan’dayız” diyerek hafifçe dalgalarını geçerlerdi. Sokakların süslenmesi, evlere çam koyulması, noel baba’nın hediye dağıtması daha çok Almanya’daki akrabalardan gelen kartpostallarda görülür, gavurların böyle güzel adetlerinin olmasına özenme ile kıskançlık karışımı bir edayla burun kıvrılırdı. Yılbaşı hediyeleri de diğerleri gibi sonraları, yavaş yavaş hayatımıza girdi. Sadece memleketin krema tabakası yılbaşı balosu denilen eğlencelere katılır, bizim gibi sade vatandaşlar bunu hayal bile etmezdi. Çocukluğumdan hatırladığım tek güzel ve hafızamda yer etmiş Yılbaşı gecesi, dayımın müdürlüğünü yaptığı, Üsküdar’daki ünlü Sunar Sineması’nın düğün salonunda kutlanan bir baloydu. Hayatımda ilk defa o gece, yılbaşının özel olarak kutlandığını, insanların sünnet varmış gibi süslenen bir salonda yiyip içip, suni bir neşeyle dans ettiğini, başlarına komik karton şapkalar takıp, kağıt düdükler üflediklerini görmüş, bizim yaşadığımızdan farklı bir dünyanın varlığını öğrenmiştim. Annemle babamın, alışılmışın dışında birbirlerini kırmadıkları, kızmadıkları, sevgi ve mutlulukla sarmalanmış özel bir geceydi. Bir daha hayat boyu hiç nasip olmadı, ne yazık ki.

Bundan çok seneler sonra, annemle babam ayrılıp, uzun süre ayrı yaşayıp, son bir gayretle tekrar birarada yaşamaya karar verdiklerinde, o seneki yılbaşının özel bir önemi oldu tabi. Aralarındaki güven duygusu zedelenmiş bütün çiftler gibi, karşılıksız, koşulsuz güven yaratmayı denemek yerine, birbirlerini sınamaya karar verdiler ve günler öncesinden gardlarını alıp beklemeye başladılar. Annemin pişman kocasından beklediği, güzel bir restaurant’ta sürpriz bir yılbaşı yemeği daveti, ince düşünülmüş bir hediyeydi. Babam ise akıllandığına inandığı karısından, evde sevgiyle hazırlanmış mükellef bir sofra ve bu gecenin şerefine “yeter artık çok içtin” ikazına gerek bırakmayacak karşılıklı kadeh kaldırmalar umuyordu. Tabii bunu söylemek ya da ilk adımı atmak yerine, karşılarından bekledikçe gerildiler, gerildikçe suratları asıldı, o eski bildik his çocukluk kabuslarımdan çıkıp genç kızlığımı sürdüğüm eve çörekleniverdi. Sonunda, zoraki alınan hediyeler, elinin ucuyla hazırlanmış bir sofra ve nefretle birbirine bakan gözlerle o yılbaşı gecesinde, daha saat 00.00 olmadan kıyamet koptu. Her zamanki incir çekirdeğini doldurmaz tartışma ve sen-ben kavgasıyla, eski defterler açıldıkça öfke tırmandı, ağızdan çıkan sözler kırılmadık yer bırakmadı. Babam annemin ona hediye aldığı pijama takımını salonun ortasına hırsla fırlatıp, yatmaya gitti. Yeni yılın ilk gününü de, nerede hata yaptıklarını düşünmek yerine birbirlerinden nefret ederek ve benim de his dünyama bencillik çakılarıyla yeni bir iz bırakarak geçirmiş oldular.

Bu duygu yoksunluğu, bu ben-ciliğin dikalası, kayıkçı kavgası gibi bir ondan, bir bundan yana yıllarca sürdü durdu. Yine böyle aralarının limoni olduğu bir Anneler Günü, babam beni anneme hediye seçmek için, elimden tutup çarşıya götürdü. Bir kaç dükkan gezdikten sonra, ne düşündüyse o zaman yeni yeni piyasaya çıkmış olan baharat kutusu takımı almaya karar verdi. Oysa, bizim çarşıda ona hediye baktığımızı bilen ve kırık-dökük bir evliliği sürdürmeye çalışan annem, o sırada evin günlük işlerini yaparken bambaşka şeyler hayal ediyordu. Paketi açmak ve içindekini görmek onda öyle bir düş kırıklığı yarattı ki, benim ne hissedeceğimi bile düşünemeden yüksek sesle isyanını dile getirdi. Bir bluz, bir çanta, belki küçük bir mücevher her şeyin başka türlü olmasını sağlayabilirdi, kimbilir. Memur babamın cebinde hesaplı parası vardı tabi, ama bedava olan düş gücünü de kullanmaya gerek duymamıştı.

Yıllar geldi geçti ben olgun bir kadın oldum. Türkiye’de ise her şey değişti, bayramların anlamı tatil, özel günler ise “satış politikası” haline geldi. Benim için anlamları hiç değişmedi, korkularım hiç geçmedi. Yıllar geçerken, yüzümüzdeki çizgilerle beraber, ustalar ustası nakkaşın elinden çıkmış yazgımız da gün be gün belirginleşiyor, geri dönüşü olmayacak şekilde mürekkebi kuruyor. Her ölümlü gibi, bir gün o kaçınılmaz an geldiğinde, son nefesi alıp vereceğimiz o kısacık zaman diliminde, hepimiz çocukluğumuzdaki unutulmaz bayramları, yılbaşlarını, doğum günlerini göreceğiz beynimizin son enerjisini tükettiği siyah-beyaz film şeridinde. Kimimiz ise benim gibi, son nefesinde, hiç ulaşamadığı mutlu günleri artık aramaya gerek kalmadığının bilincinde, mutlu bir tebessümle geçeceğiz, hatıraların hatırlanmadığı başka bir gezegene.

(Yıllar önce bir yılbaşı'ndan....)

 
Toplam blog
: 22
: 1664
Kayıt tarihi
: 14.10.06
 
 

Merhaba, Okumaya olan sevdam beni yazmaya yöneltti ve artık sevgili dostlarımın da yüreklendirmesiyl..