Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Ekim '14

 
Kategori
Deneme
 

Zamana, yaşama, insana ve ölüme dair

Zamana, yaşama, insana ve ölüme dair
 

Ne at kaldı ne adam, hepsi silindi gitti,


Ne at kaldı ne adam, hepsi silindi gitti,

Eski adamlar eski atlara bindi gitti.

 

Necip Fazıl Kısakürek

 

Seksen yedi yaşındaki babam bazen “dünyanın en iyi zamanını” kendilerinin yaşadığını söyler.

 

Bizden önce savaş ve kıtlık, yokluk varmış” der. “Bizden sonra da görünen o ki birileri dünyayı karıştırıp kötü edecek, zorlaştıracak. İnsanın görünen görünmeyen afetleri onu bu dünyada yaşayamaz kılacak.

 

Evet, biz yokluk gördük, sıkıntı çektik, çok çalıştık, çok yorulduk ama sonunda helal rızıkla evlendik, ev bark sahibi olduk, evlatlarımızı büyüttük, okuttuk.

 

Bizim zamanımızda çevremizdeki insanların hemen hemen hepsi yoksul olduğu için, yoksulluğu çok da dert etmedik.

 

O günlerde böyle arabalar, apartmanlar yoktu. İnsanlar bu kadar çok şeyi elde etmek adına her türlü yola girmiyordu.”

 

Babamın bu açıklamaları bana çocukluk günlerimi, o günler de şu anda hayatta olmayan yakınlarımı hatırlatır.

 

Daha dün birlikte olduğumuz annemi, ondan önceki zamanlarda yitirdiğimiz babaannemi, anneannemi hatırlatır.

 

Ben dedelerimi görmedim. Anneannemi hayal meyal hatırlıyorum. Onu yitirdiğimizde altı yedi yaşlarındaydım.

 

On dört yaşında bir kız iken Kafkasya’dan ve kendi ifadesiyle Erivan civarlarındaki Ağmağan Dağlarındaki yaylalarından büyüklerinin kararıyla göç edip bin bir zorlukla Van’a gelmiş olan ninemle daha fazla görüşme şansı buldum.

 

İki kere evlenmiş, iki eşini de yitirmiş, metanetli, yapıcı, yürekli, sevgi dolu bir insandı.

 

Şöyle bir geriye dönüp baktığımda hayalleri daha dün gibi gözümün önünde olan evlenme törenimize katılmış pek çok insanın da artık aramızda olmadıklarını görüyorum.

 

Annemden sonra kayınvalidemi, kayınpederimi, teyzemi, amcalarımı, teyze çocuklarımı da kaybettim. Onların eşlerinden ve çocuklarından ölenler de oldu.

 

Hepsine Allah’tan rahmet diliyorum. Başka bir deyişle evreni var eden gücün, her şeyi görenin, bilenin onlardan, bizden ve herkesten desteğini ve rahmetini esirgememesini diliyorum.

 

Aslında bunu dünyanın gelmiş geçmiş bütün insanları için de dilemek istiyorum. Hata ve yanlış yapanların da bazı kolay öğrenilmeyenleri ve/veya insan aklıyla hiç bilinmemiş olanları biliyor olmaları halinde o hataları yapmamış olabileceklerini de düşünüyorum.

 

*

 

Bütün bunları kendi hikâyeme sizi ortak etmek için yazmadım. Sizlerin de benzer hikâyeleriniz olduğunu biliyorum, onları anımsatmak için, o anıların ışığında yaşam ile ölümün dansını, bizi o dansın orta yerinde tutan, elimizden geldiğince sıkı sarılmış olduğumuz “şu an tutacağına” dikkat çekmek için yazdım.

 

Hayat dediğimiz şey bir andır ve o an da şimdi yaşamakta olduğumuzdur.

 

İnsanlığın resmi kudret eli tarafından bir taraftan çizilmekte, bir taraftan silinmektedir.

 

O açıdan bakıldığında boş bir yere çizilen her çizgi yeni bir doğum iken silinen her çizgi de bir ölümdür.

 

Nerenin ne zaman çizileceği, çizgisinin kalınlaştırılıp belirginleştirileceği ya da silinip inceltileceği veya yok edileceği hiç belli değildir.

 

Biz o kudret elinin üzerinde çalıştığı büyük resimdeki birer çizgiden başka bir şey değiliz.

 

Çizildikten hemen sonra eskimeye başlayan resmin herhangi bir sürecinde silinmezse eskidiği için silinen birer çizgi.

 

Benim tanıdığım ölmüş kimseler de, sizin tanıdıklarınız da o tabloda ya çizildikten bir süre sonra silindiler, ya da ortalama insan ömrü civarında bir yere geldiklerinde doğal olarak solup ortadan kayboldular.

 

Doğal silinmeler insanlık tarihinin başından beri vardır ve kaçınılmaz bir kuraldır.

 

Bizlerin sonu da farklı olmayacaktır.

 

Yanımızda elimizi sıkı sıkı tutan bir sevgili, anne, baba, çocuk, dost varken, avucumuzda tomarla para, bir kadeh şarap, iyi bir arabanın direksiyonu varken, önümüzdeki ekranda bir film, masamızda oyun taşları ve oyun kağıtları varken, aklımızda türlü türlü hedef, türlü türlü düş varken hemen unuttuğumuz şey zamanın işlemekte, sonun yakınlaşmakta olduğudur.

 

O sonun varlığına ancak cenaze törenlerinde, haberlerdeki kaza, savaş, cinayet haberlerinde kısa bir süre için uyanıyor olsak da gerçek bir uykunun, o uyku esnasındaki rüyaların etkisinden kolay kurtulamıyoruz.

 

Ölümden sonraki yaşama inansak da, inanmasak da o sonun kaçınılmaz olduğunu çok kolay unutuyor, rotalarımızı olması gereken yerlerden başka taraflara çeviriyoruz.

 

Çocukken, gençken hemen yetişkin insanlar düzeyine çıkmak için zıplıyoruz, yaşlandıktan sonra da ancak yirmi yaşındaki bir gencin kovalayacağı hayallerin ardı sıra gidiyoruz.

 

Zamanla yaptığımız dansta figürleri, ileri ve geri hareketleri birbirine karıştırıyor, komikleşiyoruz. Pek çok kişi aynı hataları yaptığı için de bu komikliği fark edemiyor, normal bir durummuş gibi algılıyoruz.

 

Onlar da gitmeden önce tam da bizim gibiydiler, bunu da biliyoruz.

 

Sıranın bize gelmekte olduğunun da farkındayız.

 

Din adamlarının farklı dillerde ve farklı sözcüklerde anlattıkları ile bizim dilimizde anlattıkları halde bize başka dil gibi gelen sözlerinin bir kısmını gerçekten anlamıyor, bir kısmını dinlemiyoruz. Onların, o dinleri anlatanların içinde de büyük ve küçük tutarsızlıklar olduğunu zaman zaman fark ediyor, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde onlardan uzaklaşıyoruz.

 

Yaşımız ne olursa olsun hepimiz o kaçınılmaz sona yaklaşmaktayız.

 

Aklımızla, irademizle yapabildiğimiz bizim için çok önemli kimi eylemlerin, elde edebildiğimiz maddi şeylerin, unvanların, sıfatların ne kadar büyük, cilalı ve parlak olurlarsa olsunlar gerçekte birer sabun köpüğü değerinde olduğunu anlayacak durumda değiliz.

 

Oysa el yüz temizliği yaptığımızda, onlardaki ışıltıların benzerlerini sabun köpüklerinin üzerinde de görüyoruz.

 

Yaşarken çok anlamlı olduğunu düşündüğümüz ve gerçekte basit ayrıntılar olan pek çok şey gibi zamanın da önemini, gerçek niteliğini kavramakta güçlük çekiyoruz.

 

Milyarlarca insanın, Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Aşık Veysel’in, padişahların, kralların, çobanların, dindarların, alkoliklerin, ustaların, gençlerin, yaşlıların, askerlerin, kaslarıyla çalışan kölelerin, etleriyle çalışan ve genel inancın aksine çok da mutlu olmayan fahişelerin gitmiş oldukları menzile doğru bizler de adım adım yol alıyoruz.

 

Sorunumuz zamanı ve ölümü ancak gölgeleri ile tanımlıyor olmamızdır. İşin aslını öğrenmek için çaba sarf etmiyoruz.

Elbette ortalama bir insanın yaşadığı sevinçleri yaşamayalım, mutlu olmayalım, dünyanın küçük büyük keyiflerinden uzak kalalım demiyoruz. Ölüm var diye hep sıkıntılı ve gergin duralım, ağlayalım da demiyoruz.

 

İnsanlık olarak, inançlarımız, dillerimiz, etnik kökenlerimiz, ülkelerimiz, cinsiyetlerimiz ve yaşlarımız ne olursa olsun ölüm bilinciyle barış içinde yaşanabilecek orta çizgiye gelirsek dünya bizim için de, bizden sonraki kuşaklar için de daha yaşanabilir bir yer olur diyoruz.

 

Bu ölümlü dünyada iz bırakmış önemli bir düşünür, şair, yazarın, Necip Fazıl Kısakürek’in iki dizesiyle başlattığımız yazıyı yine onun iki dizesiyle bitiriyoruz.

 

“Beyaz atlı sipahi, koştur atını koştur

Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.”

 

 

Not: Bu yazıyı Milliyet Blog’da "Hiç Bir Şey Değiliz” başlığı ile Sayın Edibe Toğaç tarafından yazılmış  denemeyi okuduktan sonra yazdım. O etkileşimi burada ifade etmekte yarar görüyorum.

 

 

28.09.2014 17:48 

 
Toplam blog
: 284
: 245
Kayıt tarihi
: 21.06.14
 
 

Yaşadığımız evrenin oldukça zengin bir yer olduğunun farkındayım.  Bu zenginliğin çok az bir kısm..