Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Mart '10

 
Kategori
Sinema
 

Zülfü Livaneli'nin Veda'sı neden beklenen Atatürk filmi değil

Zülfü Livaneli'nin Veda'sı neden beklenen Atatürk filmi değil
 

Zülfü Livaneli Türkiye’nin yetiştirmiş olduğu değerli sanatçılardan biri; sinema konusunda da oldukça yetkin bir isim. Son filmi Veda, Atatürk’le ilgili yapılmış ilk sinema filmi niteliğinde. Filmi henüz izlemedim, Zülfü Livaneli isminin belli bir kalitenin altına düşmeyeceğine inanmakla birlikte filmi izleyenlerin gözünden edindiğim genel kanı “olmamış” yönünde… İzleyicilerin arasında görüşlerine en yüksek değeri verdiğim kesimin büyük bölümü filmi tam da korktuğum gibi, filmin çocuksu bir didaktiklikte olduğu, ders kitaplarını tekrarladığı, verili bilginin hiçbir şekilde dışına çıkamadığı, yani yine gerçek bir Atatürk filmi olamadığı fikrinde.

Bir filmi izlemeden o filmle ilgili niçin yorum yapıyorum?

Bu yazıyı yazmamın nedeni Livaneli’nin filmiyle ilgili saydığım türden eleştirilere karşı verdiği şu yanıt cümlesi oldu:

<ı>“Kimisi hayal ettikleri kahraman Atatürk’ü Amerikan tipi vurdulu kırdılı bir aksiyon filminde görmek istediğini belirtiyor, başka bir kesim ise Atatürk’ü kahramanlaştırdığımı söylüyor.”

Bu cümle beni hayal kırıklığına uğrattı çünkü. Zülfü Livaneli gibi bir isimden “gerçek bir Atatürk filmi” diyenlerin ne demek istediklerini, bunun ne anlama geldiğini daha iyi takdir etmesini, bunun üzerine daha fazla düşünmüş olmasını beklerdim.

Kendi üslubunun karşısına bugüne dek daha çok Can Dündar’ın filmini koymuştu Livaneli. Onun filmini Atatürk’ün zaaflarını anlatmak için yaptığını, kendisinin ise Atatürk’ün zaaflarıyla değil büyüklüğüyle ilgileneceğini söylemişti. Katıldığı tanıtım programlarında da seyirci ve sunucuların bütün bu yollu Can Dündar eleştirilerine göz yummuş; filmin bu özelliğini belirginleştirmek için de Dündar’a ve onun bakış açısına sahip çıkmamayı seçmişti.

Kuşkusuz art niyetli olunmadıkça veya bu niyet açıkça belirtilmedikçe, sadece zaaf anlatmak için film yapılmaz. Fakat Can Dündar’ın suçu Livaneli’nin vurguladığı gibi zaafları anlatmak, hatta bazılarını abartmak değil, büyüklükleri yeterince vurgulayamamak, zaaflar ve büyüklükler aralığında doğru ve dengeli bir kişilik portresi ortaya koyamamaktı.

Evet, Can Dündar doğru Atatürk filminin senaryosunu yaratamamıştı. Fakat, Livaneli de bu konuda ciddi eksiklik içinde olduğunu göstermeye devam ediyor.

Cümleye tekrar gelelim: “Kimisi hayal ettikleri kahraman Atatürk’ü Amerikan tipi vurdulu kırdılı bir aksiyon filminde görmek istediğini belirtiyor, başka bir kesim ise Atatürk’ü kahramanlaştırdığımı söylüyor.” diyordu Livaneli.

Öncelikle Livaneli’nin Atatürk’ün beyaz perdede nasıl gerçekten “kahraman” laştırılacağı konusunda yanlış bir kanaatte olduğunu düşünüyorum. Atatürk’ü, özellikle evrensel bir sinema filmi düzeyinde kahramanlaştırmak Livaneli’nin yaptığı yöntemle olmaz. İyi niyetinden emin olduğum ve takdir ettiğim Turgut Özakman’ın bakış açısıyla da maalesef olmayacaktır.

Sinemada bir karakteri kahramanlaştırmak için önce onu gerçek kılmanız gerekir. Anlaşılması gereken budur. Eldeki hiçbir bilgi, yapılacak hiçbir değişiklik gerçek olmayan bir insanı kahramanlaştırmayı yetmez. Beyaz perdede kusursuz bir Atatürk portresi çizersiniz, ona onlarca savaşı, hatta tek başına kazandırır, bütün aldığı kararları doğru yapar, ona dair mükemmel bir özel hayat portresi sunar, şaşalandırdıkça şaşalandırır, peygamberleştirir, hatta Tanrılaştırırsınız. Ama bu hiçbir işe yaramaz. Böyle bir portre hiçbir gerçek sinema izleyicisinde gerçek duygu çağrışımları yaratmaz, bundan iyi bir film çıkmaz.

İyi film nasıl çıkar?

Livaneli, cümlesinin diğer kısmında, Hollywood’un veya dünyada çekilen diğer büyük biyografi filmlerinin tek özelliğinin vurduları kırdıları olduğunu düşünerek yine büyük bir yanılgıya düşüyor. “Biz Atatürk filmi çekemiyoruz” diye yakınanların tav olduğu tek şey Hollywood’un teknolojisi değildir. “İyi film” Hollywood sinemasının veya diğer dünya sinemalarının bu tür önemli filmlerde az çok yapabildiği başka bir şeyi yaparak çıkar.

İyi Atatürk filmini yaratacak şey, “olayların değil duyguların üzerine gitmek, olayları değil duyguları mizansenleştirmektir…”

Vurdu kırdı, teknoloji, sevişme sahnesi, zorlama zaaflar yaratmakla ilgili değildir bu.

Şöyle bir şeydir:

Elimizde Atatürk’ün nasıl kararlı bir devrimci olduğuna dair veri var.

Bu kararlılığıyla neler yaptığına dair de…

Şöyle bir sahne yaratırsınız:

Atatürk henüz genç bir subaydır, Avrupa’yı yeni görmüş, gelişimini tamamlayan önemli dünya eserlerini yeni okumaya başlamış ve başka bir ülke özleminin peşine düşmüştür. Bir akşam genç subay, arkadaşlarına şöyle der:

-Biz bir gün el birliğiyle onlar kadar güçlü bir ülke yaratacağız çocuklar. O, bizi yenenler kadar… Gün gelecek, onlara teslim olmayacağız, onları aşacağız, onlarda iyi olan ne varsa biz de sahip olacağız, göreceksiniz. Gerekirse kan dökeceğiz, çok şey değiştireceğiz, toplumda bizi geri iten ne varsa onlarla savaşacağız (Masaya bir yumruk) Siz savaşmazsanız da umurumda olmayacak, baştan söyleyeyim; ben savaşacağım, tek başıma da kalsam savaşacağım ve benimle savaşacak insan yanımda yoksa ardımdan gelenlerden onları da kendim yaratacağım!”

Arkadaşları genç Kemal’e şaşkınlıkla bakarlar. Kemal’in masada gözlerinden alevler çıkar ve o gece evinin çalışma odasına gidip neden Rusya’nın ve Batı’nın iki yüz yıldır yarı sömürgesi olduklarını, neden başkalarında vatandaş, birey, laiklik, cumhuriyet, demokrasi, özgürlük gibi kavramlar varken kendisinde olmadığını anlatan yeni bir kitabı alıp eline, hırslanarak, gözleri dolarak sayfaların kenarındaki yumruğunu sıkar.

Cumhuriyet devrimlerinin yaratıldığı, ülkenin çağdaşlık yoluna girmiş olduğu, artık yarı sömürge değil tam bağımsız olduğu 30’lu yıllarda farklı bir masada Mustafa Kemal Atatürk devrimci arkadaşlarına konuşurken bir yumruk daha gösterirseniz sonra. O yumruk geriye döner ve o genç Kemal’in yumruğuyla birleşir.

Bu tür sahneler… Bu tür, duygulara, dıştan “içe” yoğunlaşan mizansenler… Olguları ve duyguları sertleştiren, keskinleştiren, “filmleştiren” mizansenler… Bizim gerçek bir filmden beklediğimiz diğerleri değil işte bunlardır. Bunların bolca, kronolojik gösterisi de yapmadan kullanılmasıdır. Ya da en azından ben böyle düşünüyorum.

Atatürk’ün yalnızlığını, o “zaaf” denilen şeyi anlatırken bile o yalnızlığın taşıdığı felsefeyi doğru biçimde verdiğinizde, o yalnızlığı, bir vatanı yok olmaktan kurtarıp “tek başına” baştan başa kaderini değiştiren bir adamın film boyu mizansenlerle yaratılmış bütüncül yalnızlığına eklediğinizde evrensel sinema dili ve görgüsü bakımından “kusursuz” anlatıldığı düşünülen Atatürk’ünkinden daha ciddi bir kahramanlık portresinin ortaya çıkacağını düşünüyorum.

Sonuca gelelim.

Ben, “gerçek” kılınmış, zaaflarının ve ayrıcalıklarının uçlarında dahi dolaşılsa bütününe hakim olunmuş bir Atatürk portresinin her türlü karikatürize Atatürk portresinden daha anlamlı olacağını düşünüyorum, tekrar edeyim. Çünkü karikatürize kahramanları herkes yaratır; başarısız, beceriksiz insanlar bile karikatürizelikte kolayca “kusursuz” gibi tanıtılır. Ben Mustafa Kemal Atatürk “gerçeğinin” tartışmasız biçimde, tarihin en büyük insanlarından birinin gerçeği olduğunu bildiğimden, ayrıcalıkları vurgulandığında o gerçeğin zaafları dahi güzel kılacak bir gerçek olduğunu bildiğimden, şu gerçeği dünyaya bir tanıtalım, “insanlar şaşırsınlar” diyorum.

Not: Eleştiriler filmin kendi içindeki tutarlılığı, görsel ve kurgu kalitesi, yönetmenin ve oyuncuların başarısı ile ilgili asla değildir. Filmi izlemediğim için böyle bir eleştirim de söz konusu olamaz. En kısa zamanda izleyeceğim. Mustafa Kemal Atatürk ve Zülfü Livaneli yan yana gelmişken, bu eleştirilere rağmen hala gidilmesini önerdiğimi, mümkün olduğunca izlenmesini istediğimi de belirtmeden geçemeyeceğim.

 
Toplam blog
: 108
: 2011
Kayıt tarihi
: 22.06.07
 
 

İsmim Burak Çapraz. Buraya başladığımda 21'dim, öğrenciydim. Bir okul bitti ama hala öğrenciyim. İl..