- Kategori
- Deneme
“Bir şey uğruna ölmenin” dünü ve bugünü!

Ve sıradan(laşan) yalnızlığına bakar/ Bir çift nemli yeşil göz...
Geçmişi, onun anlamlı, yapıcı ve güzel değerlerini sürekli anımsayıp sorgulayabilen işlek bilinci “eski”den gelip “yeni”ye doğru uzanan uzun ve zorlu yolda bozulmayı başlatan şeylerin neler olduğu konusunda birçok düşünceye sahipti. Fakat düne ve bugünlere tekrar baktıkça, bir şeyleri eski haline getirmenin, işlevini yitirmeye yüz tutan şeyleri düzeltmenin ya da değiştirmenin zorluğunu hatta olanaksızlığını düşünmek ağrına gidiyordu!
Değerli bir “eski”yi, “yeni zamanlarda”, “yeninin içinde” hem korumak hem de işe yarar kılmak istiyordu… Fakat bu bulanık, karmaşık, kesintili (süreksiz) "yeni zaman"da "eski" ve "yeni" tam olarak neydi? İşte bu nokta zihninde oldukça muğlâktı!
Sanki sapla saman, güllerle çöl kaktüsleri, masum çocuk tebessümleriyle işveli hayat kadını sırıtışları yer değiştirmiş gibiydi...
Sanki yaşamda amaçlarla araçlar, derin ve anlam yüklü olanlarla yüzeysel olanlar, akla, bilime uygun olanlarla hurafe, yanılsama ve sanal olanlar da son hızla yer değiştirmekteydi...
Uğruna ölmek derken…
Hayatta uğruna ölün(e)meyecek ama uğruna sıkı bir şekilde mücadele edilecek birçok değerin varlığını herkes gibi o da çok iyi biliyordu. Zaten, muhteşem ve istisnai güzellikleri bir yana, hayat, içine gerçekten gire(bil)enler için ciddi bir mücadele ve katlanmalar süreciydi.
Ama bir şey daha biliyordu, geçmişte çok örneğini görmüştü; düşler karşılığında ödenebilecek en büyük bedel yaşamla özdeştir, sona bilinçli bir adım, dahası istekle atılan adım da ardından gelir… Bu adım, -vazgeçiş- olarak adlandırıla gelen -intihar- biçimlerinden biri değil, tam tersine yaşamın ta kendisine olan bağlılığın had safhada hissedilişinden ileri gelmekteydi. Bir anlamda yaşamak için, ölmeyi seçmekti. Kendi içinde paradoks oluşturur gibi görünse de…
İçten içe hissediyordu; yaşam için ölümü seçmek, cesaret gerektirir. Anı yaşayıp -yarım kalmak- yerine, bedelini ödeyip tamamlanma sancısını yaşatır. Bu durum, yaşananın değerini -gerçekten- bilmek ve bu değere sahip oluşun bedelini ödemekten korkmamaktı bir yerde.
Öte yandan, ölmeye değer bir şeylerin varlığının kişiyi hayata -gerçekten- bağladığını hem kendi yaşamından hem de çevresinde görüp duyduklarından tecrübe etmişti. Bu duygu, soluk alışın nedenlerini artırır hatta insanın kendi yaşamı için yeterli amaçlar bulamaması durumunda hayat bile kurtarır. Sonrasında kurtarılan hayat, bedele dönüşür. Bedel ödeyen kendini -kurban- verirken, değerini tanrılaştırır.(1)
Ve bu çaresizlik içeren bir durum değildir. Ölmeye verilen değer, yaşamaya verilen değere dönüşür... Yaşatır, yaşattığınca da öldürür…
Bunalımda olan aşk için mi?
İki kişi arasındaki derin bir kültür ilişkisi, insan olmanın temel koşulu ve eski günlerin hatırlı sözcüğü "aşk"da tekno-kaotik çağımızda artık insanlar gibi bunalımda!
Günümüzde aşkın olanaksız gibi görünmesinde, karşı cins ile ilgili gizlerin ortadan kalkması, yüz yüze ilişkinin yanı sıra -çok çeşitli ve farklı yeni yöntemlerle de olsa- rahat yakınlık kurulabilmesi, cinselliğin çabuk, erken ve tüketircesine yaşanması da sanırım önemli faktörler arasında.
Sırf teknolojiye indirgenen bilimin, sırf piyasa ilişkilerine indirgenen insandan-insana doğal alış-verişlerin ve aşırı maddeci yaşam biçimlerinin kimyasını değiştirip plastikleştirdiği bir süreç haline dönüşmekte artık aşk ve sevda…
Şimdilerde çoğunlukla cep-tel aşkları (tele-aşk), internet aşkları (net-aşk) ve işyeri aşkları (büro-aşk) var! Gerisinde akıllı telefonlarla, tweet ve 'facebook'larla beslenen...
Her üçünde de sıkıştırılmış zamanlara karşı bir mücadele, dar (zam)an ve zeminlerde kısa paslaşmalar var! Oysa gerçek aşk bünyesinde engelleri hep aşma gücü taşısa da geniş ve derin zamanlar ihtiyaç duyar!
Bilmem günümüzde böylesi aşklar için eskisi gibi düellolarda ölmeye değer mi?
Ya devlet/ vatan/ millet ve din için?
Küreselleşme yoluyla her şeyin metalaştırıldığı bir süreçte, paranın totalitarizmi altında, Bu amaçla din, milliyetçilik, etnisite, demokrasi, insan hakları vb. tüm kutsal ve ulvi değerlerle ideolojilerin pervasızca –aksi yönde- kullanıldığı bir dönemde…
Evrenin görünen karmaşıklığı, çıkarların çeşitliliği ve tutkuların düzensizliği temelinde ekonomiyle siyasa, pazarla devlet ve değiş tokuşlarla (alışverişlerle) kimlikler arasında bölünmüş bir dünyada…
Pozitivist ve anamalcı ussallaş(tır)mayla, kentsoylu bireyciliği birleştiren, ulusal hukuk devletinin merkezi rolüne dayanan, çoğul ve çeşitlilik içeren, toplumsal gerçekliği siyasanın ve yasanın birliğine bağlayan “Yüksek modernlik” ve emperyalist olmayan ulus devletler üzerinde çökertici baskılar had safhadayken... (2)
Bu nedenle de iktisadi etkinlikle kişisel ve toplumsal kimliği bir arada tutabilecek bağlar oldukça zayıflamışken…Tarihe, toplumsal bilince ve kolektif dayanışmaya vurgu yerine, mekâna, yerele, somut olana ve görünene vurgu ön plana çıkmışken…
Uluslar ötesi kapitalizm, Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ) aracılığıyla üretim ve kârlarını dünya yüzeyinde genişletmiş, finansal piyasalar arasında sınırlar ortadan kalkmış ve bu yolla uluslararası finans hareketleri hemen her şeyi etkilerken.., Ulusal politikalar artık neredeyse tümüyle uluslararası piyasalara bağımlıyken… Üretim ve fiyatlarda ani artış ve düşüş hareketleri, Ar-Ge teknolojilerinde sürekli yenilikler, enerji ve kaynak hâkimiyeti savaşları sürekli devam ediyorken… Üretimde klasik emeğin etkisi azalmış ve tüm bunları moda, reklâm ve programlar yoluyla olumlayan, yücelten medyanın amansız gücü gece-gündüz, hiç kesintisiz ortadayken… (3)
Belli merkezlerde alınan –kimi zaman yıllara sâri- kararlar doğrultusunda büyük sayılabilecek kimi ülkelerin sınırlarının daraltılması ve bölünmeleri (Çek(o)-Slovakya) (Yu-go-slav-ak-ya) , (S-S-C-B) küçük olanların ise birleştirilmesi (KKTC-Güney Kıbrıs), rejimlerin değiştirilmesi (Arap baharı) sıkça gerçekleşen olaylar haline gelmişse…
İdeolojilerin ve diyalektiğin iflası davul-zurna ile cümle âleme her gün ilan edilmekteyken…(4)
Vatan, millet ve din için ölmek artık eskisi gibi kolay, anlaşılır, net ve insani bir tercih olma niteliğine ne derece yakındır? Hele de medya organlarında sürekli boy gösteren renkli, çekici ve tematik reklâmların, geniş kitlelere örnek gösterilen yapay ünlülerin, tüm insanlığı aynı noktada, “ tüketim odaklı bir yaşam tarzı "nda birleştirdiği, son derece albenili renkler, imajlar, etkili logolar (ayırmaçlar) ve kışkırtıcı sloganlarla bütünleşik tüketimin bu empresyonist illüzyon çağında… Transistorlu radyolarda “radyo tiyatrosu” saatinin iple çekildiği ya da tek kanallı kamu tv.nun ulusal marş ile açılıp kapandığı o eski, o özlemlik (nostaljik) zamanlara göre çok daha renkli ve kışkırtıcı eğlenceler sunan bu post-modern zamanlarda…
Hayatlarımız,
Eskiden daha çokça ve somut bir şekilde içinde olduğumuz, daha çokça kendimizin yaptığı, inşaa ettiğimiz bir şeydi. Günümüzün -tanım ve örneklerini yukarıda vermeye çalıştığım- sihirli aynalar ardında bozulmuş zamanlarında ise o, artık daha çok seyircisi olduğumuz bir alan! İçinde olduğunuz ve kendinizin yaptığı, inşaa ettiği bir şeyler uğruna ölmek kolayken seyircisi olduğunuz şeyler uğruna ölmek o denli kolay mı?
Bu seyir hali içerisinde ciddi bir adanmışlıkla değil, olsa olsa maalesef bir şeylere alet olunarak, aniden dolduruşa gelerek ya da kazara ölünebilir.
İşte artık
O ve onun gibi, bu kolay kolay ölemeyişlerin -asil, masum ve artık yaşlanmakta olan- tanıkları aslında öyle bir kuşağa aitler ki 'parça', 'parça' da olsa "adanmışlık" duygusu olmadıkça eylemleri hep kırgın ve kırık kalan bir kuşağa… Günümüzün "bireyciliğin" devingen girdabında geçici hazlarla çırpınan gençliğinden de, uhrevi, metafizik yarınlara yatırımı baş tacı edenlerden de çok farklı olan, toplumdan aldıkça değil, ona verdikçe zenginleştiğini düşünen bir kuşağa...
Ne kalır geriye diye düşündü ister istemez? Olsa olsa para uğruna ölmek! İhtiyacın çok ötesinde, güç ve ün odaklı para için değil de, alın teri ekmek parası uğruna ölmek… Bir de yarınları, geleceğe dair umutlarımızı temsil eden küçük çocuklar(ımız) uğruna ölmek…
"Seni kırdığım yerden beni de kırdılar / ben hiçbir cümleyle ağlayamam artık seni" diyen şair Birhan Keskin'den esinle; “Tüm değerleri kırdıkları yerlerden bizleri de kırdılar/ bizler hiçbir cümleyle kolay kolay ölemeyiz artık / hiçbir şey için” der gibiydi…
İ.Ersin Kabaoğlu,
20 Ekim 2012, Ankara
Dipnotlar ve Kaynakça:
(1) Bu tanrılaştırma töreni, bin yıllardan bu yana süregelen -tanrı/ inanan- ilişkilerine örnek olarak gösterilebilirse de, içselleştirilmiş olduğu durumlarda basit olarak tanımlanabilecek tanrı/inanan ilişkisinden bahsetmek yetersiz olacaktır.
(2) Alain Touraine,”Eşitliklerimiz ve Farklılıklarımızla Birlikte Yaşayabilecek miyiz?”, Çeviren: Olcay Kunal, Yapı Kredi Yay. Cogito Dizisi, Sayfa: 408. Yıl:2002.
(3) Kaynak: http://blog.milliyet.com.tr/aykiri-bir-farkindalik--kuresel-devsirilme-gercegi-/Blog/?BlogNo=373421
(4) Tarihte belli bir dönemde insanlığın en çok hangi kavrama ve onunla içselleştirilmiş değerler bütününe önem vermesi isteniyorsa, o, ideolojidir. İktidarın kaynağını gösteren, onun ne olduğunu belirten ideoloji ise tutunum ideolojisidir (adhesion). Din, toprağa bağlı üretim biçiminin tutunum ideolojisidir. Milliyetçilik ise, ulus devletin tutunum ideolojisidir. Bu yapılar giderek zayıfla(tıl)mışsa meşruiyet ya da sadakat odakları da belirsizleşir, zihinlerde çok parçalı bir dünya algılaması belirir. Hem dinlerin hem de ideolojilerin ‘kutsallığından’ (olumlu/ olumsuz bir değer yüklemeden kullanıyorum) uzaklaşıldığı ölçüde, algılama hiyerarşisi bozulan ve henüz bunun yerine bir şey koyamayan insanların durumudur burada belirtmeye çalıştığım…