- Kategori
- Haftasonu
"Kayıp söz " den esintiler
Hep denize bakan cephede ve bahçedeki masaları tercih ederdi kadın, kendine ayırabildiği bu bir, iki saatlik zaman diliminde güneşle de sohbet etmek istercesine.
Bu Pazar farklı bir kalabalık vardı spor kulübünde. Geçen hafta gazetede çıkan başarı haberleri üzerine, yeni katılımcılar mı olmuştu ki, normalin üzerinde bir kalabalık vardı.
Kapalı mekanda ve en ortada olan masa boş kalmıştı bir tek. Oğlunu korta bırakıp geldiğinde, aceleyle çayını söyleyip oturdu masaya, çünkü elinde çok merak ettiği ve yeni başladığı kitabı vardı. Son zamanlardaki yoğunluğuna isyan ediyordu artık, kitap okuma keyfinin bile önüne geçen uğraşlarını bir daha gözden geçirip, zamanı iyi kullanması gerektiğini düşündü sandalyesine yerleşirken.
Büyük bir hevesle açtı kitabını ve koptu adeta ortamdan.
Aslında kitap okurken sakinliği severdi kadın. Daha oğlu yokken yaşadıkları, Çanakkale Boğazının, Avrupa yakasının hemen kenarındaki evlerinde, eşi salonda televizyon izlerken, o üst kata çıkmayı yeğlerdi. Televizyonun sesi bölmesin kendisini isterdi. O zamanlar ne çok zamanı varmış ve zaman konusunda ne lüks tüketim içindeymiş meğer, şimdi bu gürültüde yoğunlaşıp daldığı satırların arasında bir an düşündü bunu.
Artık kitap okumak için özel zamanlar yoktu ne yazık ki. Ya uykuya dalmadan önce çalınan zamanlarda yatak içinde okunan sayfalar, ya da böyle beklemek zorunda kalındığındaki yerlerde değerlendirilecek zamanlar.
İlk haftalar büyük bir keyifle oğlunun tenisle tanışmasını izliyordu bütün antrenman boyunca. Neler çalıştıklarına bakıp, hafta içinde onları çalıştırmayı düşünüyordu kadın. Oğlunun yeni ortamdaki davranışlarını gözlemleyip, nelere dikkat etmesi gerektiği hakkında hayatına dair ip uçları yakalamaya çalışıyordu her zaman yaptığı gibi. Bu zamana kadar da, oğluyla ilgili hep bu yaklaşım tarzını izlemişti. Ama artık oğlu daha bir büyümüş, üstelik de kendinin de zaman sorunu daha bir artmıştı. O nedenle, cumartesi ve pazar günlerinin yarısını geçirdiği tenis kulübünde, kendine de zaman yaratması gerektiğini düşünmüştü. Artık antrenmanın ilk on beş dakikası ve son on beş dakikası hariç, diğer zamanlarında keyifle kitap okuyordu. Yeni tanıştığı insanların dostane davetlerini kibarca geçiştirmek zorunda kalsa bile, bu zamanı okuyarak değerlendirmek istiyordu.
Bir sürü kalabalık ses vardı etrafta. Kimi dostlar birleşip, deniz keyfinde kahvaltıya gelmişler, kimi zaman gülüşerek, kimi zaman sohbet ederek pazar sabahının tadını çıkarıyorlardı. Bir grup ise derin sohbetlere dalmışlardı, kimisi çocuk üzerine, kimisi yemek üzerine. Bir sürü de gencecik yüz vardı, çocuk ile gençlik arasına sıkışmış, kendi antrenman saatini bekleyen...Bu kalabalık da etrafı boş boş seyreden pek kimse yoktu aslında. Sohbetler arasında ve atılan kahkahalarla geriye atılan başlarda, kimi zaman gözler birbirine temas etse de, herkes kendi çevresinde kendi dünyasındaydı. Kitaba dalmış kadın ise, şimdi bambaşka yerde, kah doğuda Zap Suyuna yapılan köprüde,kah ne kaldı aşktan geriye otuz yıl sonra ne kalır sözlerinde ,kah Norveç’de küçücük bir adadaydı. Şeytan Adası denilen adada, çocuklarını bıraktıklarını anladığı, ama bunu neden ve ne zaman yaptıklarını bilmediği bir ailenin peşinde seyahat ediyordu.
Kitabın kahramanı olan kadın, bilim dünyasında çok başarılı, adamsa “ sözcüklerin bahşedildiği yazar” olarak, eleştirmenler tarafından övgüye layık görülen bir yazardı. Telefon konuşmalarından birisinin doğuya, birisinin batıya gideceğini anlıyordu kitabı okuyan kadın. Öylesine dalmıştı ki bu satırlara, artık etrafında olup bitenler hiç ilgilendirmiyordu kendini. O satırların büyüsünde, ya bir kayıkta Şeytan Adasına, ya da bir otobüste ülkesinin doğusuna, en doğusuna yol alıyordu. Önüne gelen çayın farkına vardığında, çay yudumlarını katık ediyordu bu yolculuklara.
Bir saat nasıl geçmişti farkında bile değildi. Zamanı merak edip de baktığında anladı oğlunun antrenmanının bitmesine on dakika kaldığını. Yarım kalan sayfasını tamamlayıp, kalkıp koşturarak gitti korta. Çocuklar her zaman olduğu gibi, antrenman sonunda raket kapmaca oynuyorlardı. Oğlunun kazanma keyfini kaçıracaktı neredeyse, kitapta “benim anlatacak arkadaşlarım yok zaten” diyen çocuğun peşine takılmaktan. Büyük bir coşkuyla “anne anne ben kazandım” diye koşan oğlunun, ter akan kafasını göğsüne yasladı şefkatle ve onun bu anında orada olup, paylaşabilmenin mutluluğu ile sarıldı.
Yaşam ne ilginçti, bir an durdu düşündü kadın. Orada oturduğu zamanda yaşanılanların hangisi gerçekti acaba? Bulunduğu mekanda etrafında yaşananlar mı, yoksa kitabın satırlarında, kopup gittiği ve gördüğü yaşamlar mı? “Dil kaybedilen ülkedir “ demişti yitik bir şair kitabın bir yerinde. Bunlara takılıyordu aklı ve sanki o bir saat, tenis kulübünde değil de, zaman zaman evliliklerini sorgulayan, zaman zaman kendilerine ve mesleklerine acımasızca özeleştiri yapan bu aileyle geçmişti adeta.
Çabucak, oğlunun terden ıslanan kıyafetlerini değiştirip, çocuğun büyük bir özenle şekil verdiği saçlarını “ bozmayacağım inan ki söz veriyorum” telkinleri ile dikkatlice kurulayıp çıktılar oradan. Çocuk her zamanki gibi arkadaşları ile yorgunluk atıp, keyif yaparken, kadın yazmak istiyordu. Çıkardı bir küçük defter, uzun zamandır ilk defa karalamaya başladı satırları. Oğlu yanına geldiğinde, “ anne ne yazıyorsun , blog mu” diye sorduğunda, “hayır, Zap Suyuna gençlerin kurduğu köprüyü yazıyorum” diyecekti neredeyse. Aklı roman kahramanı kadının deney hayvanlarında kalmış, adamın işe kaçışlarına takılmıştı. "Gitmesek de, görmesek de, o köy bizim köyümüzdür", sözlerine inanma yaşlarının geçip de, gidip görmedikçe, köprüler kurmadıkça, hiçbir yerin kendilerinin olmadığını düşünüp, bir avuç üniversite gencinin gidip Zap Suyunun üstüne kurduğu köprünün ayaklarında kalmıştı. Bu kitabı çok acilen okuyup, bitirmeliyim dedi kadın kendi kendine.
Oğlunu alıp eve geldiğinde, kurabiye eşliğinde kahve ( bol ballı, kaşık ucu kadar kahveli) keyfi yaparken, acele ile göz attığı gazetede, ilk dikkatini çeken, bir köşe yazarının başlık yaptığı konuydu. Konu mu, Zap Suyuna kurulan köprü... Çok şaşırdı ve tatlı bir tebessüm yayıldı yüzüne, bu ilginç tesadüften ötürü. Acele ile çevirdi gazete sayfalarını ve “ bugün okunacak ne çok şey var gazatede” dedi...Uzun zamandır, gazete bile okuyamadan geçirdiği günlere hayıflanarak. Ülkenin en büyük kayıplarından birisi saydığı bilim adamı ve politikacısı ile yapılan son röportajdan tutun, daha önce bir çırpıda okuduğu ve başarısını da yazı konusu yaptığı “mutluluk” adlı romanın yazarı olan Z. Livaneli ile yapılan söyleşiye kadar. Livaneli, “içimdeki şarkıyı söyledim ama anlatacaklarımı henüz anlatamadım” diyordu. Bu yazıyı da mutlaka okumalıydı.
Zaman, en kıymetli varlığımız akıp giden an ve an....Seçmeliyiz ruhumuzu doyuracakları ve onları yaşamalıyız zamanı boşa harcamadan. Bir yanda, çocuğumuzun hayatta var olmak adına attığı adımları paylaşma keyfi, bir yanda okuyarak hala aç olan öğrenme ihtiyacımızı doyurma isteği, bir yanda ev, eş sorumluluklarımız, bir yanda iş ve kariyer planlarımız. Ama hepsi de bizim değerlerimiz olmalı yaşamda ve pay etmeliyiz zamanımızı hay huya kaptırmamacasına.
“Değer verdiklerimizle doldurmalı ve harcamalıyız zamanı” dedi kadın kendi kendine. Uzun zamandır kargaşada kaybolmuşluktan silkinircesine.
Not: Bahsi geçen kitap "Kayıp Söz" isimli Oya Baydar'ın kitabıdır.