Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Mart '08

 
Kategori
Öykü
 

"Seni bir kere öpsem..." (son)

"Seni bir kere öpsem..." (son)
 

O akşamdan sonra, başladığı hızla ama bu defa tersine doğru gitmişti işler. Akın birden bire çok değişmişti. Kendisi aramasa o pek aramıyor, bir bahane uydurup randevu taleplerini karşılıksız bırakıyor, evine davet etmiyor, sık sık yurtdışına gitmekten falan söz ediyordu. Gittikçe uzayan aralıklarla buluştukları zaman da konuşurken gözlerini ondan kaçırıp sağa sola bakıyor, ellerini sabit tutamayıp ya parmaklarını çıtlatıyor ya da sözümona masaya vurarak ritm tutuyordu. Telefonunu hiç göstermiyor, sesini kapatıp cebinde tutuyordu. Önceleri hafta sonlarını evde birlikte geçirirken şimdi hiç çağırmıyordu. Birlikte geçirdikleri zamanları özlemeye başlamıştı. Bazen hayatında başka birinin olabileceğini aklına getirse de buna pek ihtimal vermiyordu. Herkes yapabilir ama Akın yapmazdı böyle bir şey. Hem birbirlerini bu kadar severken niçin yapsındı ki bunu? Yine de yapıp yapmayacağını denemek istedi. Çok düşük bir ihtimal de olsa içindeki kuşkuyu gidermenin en iyi yolu buydu.

Dayanamayıp bir Cumartesi ondan habersiz evine gitmeye karar verdi. Cuma akşamı konuştuklarında, çok yakın olmayan bir akrabasının öldüğünü, yarın toprağa verileceğini, cenazeye hiç gitmek istemediğini ama böyle yerlerden hep kaçtığı için babasının kendisini suçladığını, sırf ondan laf işitmemek için şöyle bir görünüp geleceğini, işi bittiğinde kendisini arayıp (belki) dışarda buluşabileceklerini söylemişti Akın. Üzüntüsünü bildirir ve başsağlığı dilerken “çok yakın olmayan akraba”nın tam olarak nesi olduğunu sormuş, o da biraz geveledikten sonra “teyzemin kocasının kardeşi” gibi bir şey demişti. Oysa önceki sohbetlerinden birinde uzakta bir teyzesi olduğunu ama miras paylaşımı nedeniyle çıkan büyük bir kavgadan dolayı annesinin uzun süredir kendi ailesinden hiç kimseyle konuşmadığını söylemişti. Hatta annesi, kardeşlerinden söz açıldıkça, “ölülerine gitmem, onlardan önce ölürsem de sakın onları cenazeme koymayın” dermiş. Kuşkusu artmıştı.

Öğlene doğru Akın’ın evine gitti. Şansından apartmanın kapısının zilini çalmasına gerek kalmadı, merdivenlere geldiğinde ondan önce bir komşu içeri girmiş onun da o binaya geldiğini anlayınca kapıyı açık tutup girmesini beklemişti. Daire kapısının önüne vardığında içerden sızan müziği duymuştu. Küçük bir daire olduğundan salon giriş kapısına yakındı, dikkatli bir kulak içerden gelen sesleri anlamasa bile duyabilirdi. Evde olmalıydı. Müziğin yanı sıra bir kadın sesi geliyordu. Bir süre kulağını kapıya dayayıp dinledi, evdeydi, hem de başka biri daha vardı. Emin olmak için telefonunu çaldırdı, içerden gelen telefon melodisini duydu. Ama açmadı Akın. Tekrar çaldırdı; uzunca bir süre sonra nihayet açtı. Kendisi bir şey demeden Akın konuşmaya başladı: “ - Özür dilerim canım. Mezarlıktayız, duymadım. Defin mi ne olacakmış şimdi, bitince arayacağım ben seni!..” Telefonu kulağından biraz uzaklaştırdığında Akın’ın kapının ardından gelen sesini rahatlıkla duyabiliyordu. “ - O mezara sen de gir Akın, sen de gir. Ama gerçeğine... Gir de bir daha gözüm görmesin seni!” deyip kendini dışarı attı.

Üç katın merdivenlerini nasıl inmiş, yol boyu yan yana gelinlik, mefruşat ve mobilya mağazalarının dizili olduğu o büyük caddeye ne zaman gelmiş farkına bile varmamıştı. Gözlerinden boşalan yaşlar görüşünü bulandırmıştı. Sonra telefonu elinde sımsıkı tuttuğunu ve hâlâ açık olduğunu fark etti. Üstelik “ - Aloo, Figen!” diyen sesi geliyordu Akın’ın. Ekrana bakıp adını da görünce dayanamadı, telefonu var gücüyle yere çarptı. Etraftaki bakışlar üstünde toplandı. Şaşkın, ayıplayıcı, üzgün, anlayışlı, meraklı bakışlar... Yakındaki bir kız birkaç parçaya ayrılan cihazı yerden toplayıp verdi. Ne yapacağını bilmeden elindeki parçalara bir süre öylece bakakaldı. “ - Çantanıza koyun, tamir ettirirsiniz” dedi kız. Kıza doğru baktı, en fazla on altısında olmalıydı, “ - Kimseyi sevme! Tamam mı, sakın kimseyi sevme!” dedi. Kızın yanıtlamasına fırsat vermeden yürüdü.

Her gelip geçtiğinde uzun uzun bakıp hayallere daldığı vitrinlerdeki gelinliklere, mobilyalara, süslü püslü beşiklere, bu defa göz ucuyla dahi dönüp bakmadı. O hayallerin korkunç bir hızla uzaklaştığını hissetti. Yoluna çıkan çiftlere biraz acıyarak, çokça da nefretle baktı. Bir taksiye atlayıp sinemaların, kitapçıların, kafelerin olduğu caddeye gitti. Beyni uyuşmuş gibiydi. Baktığı hiçbir şeyi görmeden, gördüğü hiçbir şeyi anlamadan öylece dolaşıp durdu. Eve gidip banyoya kapandı. Önce yakacak derecede sıcak, sonra buz gibi soğuk suda bekledi.

Yemek falan yemeden, erkenden yatağa girdi. Yorganı başına çekip gömüldü. Ağladı. Onu bir daha aramadı. Telefonlarına cevap vermedi. Görüşme isteklerini kabul etmedi. Bir süre sonra o da umudunu kesti. Zamanla her şeyi unuttu. Ama izi kaldı. Erkeklerle arkadaşlık bile etmekten kaçınıyordu. Hatta sonradan kendisine komik gelecek biçimde, renkli gözlü ve özellikle ismi A harfiyle başlayan erkeklerle mümkünse hiç yaklaşmamaya çalıştı. Kendince kimseyi sevmemeye yemin etti. Bir gün bir kız arkadaşıyla sohbet ederken onun kimseyi sevip sevemeyeceği sorusuna karşılık, “ - Bir gün biriyle yeniden görüşmeye başlarsam bu sevdiğim değil, en az nefret ettiğim kişi olur” demişti. Ve papatyalar... Papatyalardan da uzaklaştı. Papatya görmeye dayanamıyordu. Mantığını toplayabildiği anlarda öylesi takıntıların saçmalığını kabul ediyor ama kendini engelleyemiyordu.

***

Aradan yıllar geçip içindeki nefret ateşi bir nebze küllenmeye yüz tuttuğu günlerde bu çocuk çıkmıştı karşısına. Her şeyiyle Akın’ın zıddı gibiydi. Bi kere adı A’yla başlamıyordu! (Selçuk!) Onun yakışıklılığına karşılık bu kendi halinde biriydi. Orta boylu, buğday tenli, kara gözlü... Bakışları öyle masum ve içtendi ki, başka ve daha düz bir âlemden bu dünyaya şöyle bir uğrayıp geçmek üzere gelmiş biri gibiydi. Aynı iş merkezinde başka bir firmada işe başlamıştı. Giriş çıkış saatlerinde sürekli karşılaşmaya başlamışlardı. Tanıştıktan sonra bu tesadüfi sandığı karşılaşmaların aslında onun eseri olduğunu itiraf etmişti. İşe ondan yarım saat sonra başladığı halde erken gelip bir köşede bekliyor ve onun gelmesini bekliyormuş.

Figen, bu ilişkiden hiçbir şey beklemeden öylesine arkadaş olmuştu. Zaten o da öteye geçmeye çalışmıyor, her şeyi kızın insiyatifine bırakıyordu. Dışarı çıkmaya, nerede ne kadar oturulup ne zaman kalkılacağına hep Figen karar veriyordu. Asla bir şeye itiraz etmiyordu. “Sen bilirsin”, “Nasıl istersen”, “Tamam, gidelim”... Bir şeyi yapmak istemediğini kulağını kaşıyarak belli ediyordu sadece; çok istediği bir şeyi de gözlerinin tüm ışığıyla gülerek... Belki biraz da bu hallerinden dolayı ona bağlanmaya başlamıştı.

***

Oturdukları bankın arkasındaki o çiçeği koparıp uzattığında papatyalardan nefret ettiğini belli etmek istememiş, hatta bu jestine karşılık onu öpücükle ödüllendirmiş, ancak yine de papatyaların hatırlattığı o geçmişe dönmekten kendini alamamıştı. Papatyayı parmakları arasında çevirip dururken Selçuk’un “ne düşünüyorsun?” sorusunu “hiç” diye cevapladığında Akın’ın o “mezarlık” yalanını düşünüyordu aslında. Aklı bir anda o kapının önüne gitmişti yine; daha evvel binlerce defa olduğu gibi.

Parkın kapısına yaklaşmışlardı.
“ - Özür dilerim” dedi Selçuk, “Sen git ben oturacağım derken, aslında hiç öyle demek istemedim. Bir anda ağzımdan çıkıverdi” Cevap vermedi Figen. Gözlerine düşen bir tutam saçı yeniden yerine, kulağının arkasına doğru attı.
“ - Birden neden öyle düşünceye daldığını anlamadım da onu öğrenmek istedim” diye tekrar söze girdi oğlan.
“ - Boşver, önemli bişey değildi” dedi Figen. Bu tam bir cevap sayılmasa bile en azından konuşması bile yetmişti Selçuk’a; sevindi. Birkaç adım daha gittiler. Kız birden oğlana doğru döndü:
“ - Senin teyzen var mı?”
“ - Evet, var.”
“ - Evli mi?”
“ - Evet, evli. Kocası elektronik mühendisi.”
“ - Onun kardeşi var mı?"
“ - Var, öğretmen o da.”
“ - Neden sordun?”
“ - Hiiç öylesine...”

Çıkışa geldiklerinde Selçuk, Figen’in elini tutmak istedi ama vermez diye korktu. Kız anladı. Oysa uzatsa reddetmeyecekti. O tarafı yorulmuş gibi çantasını öbür omzuna geçirdi. Bu arada kafasını sallayıp dağılan saçlarını arkasına attı. Tekrar sordu:
“ - Seni aldatsam n’aparsın?” Şaşırmıştı oğlan, düşündü biraz.
“ - Aldatmak mı? Sen kimseyi aldatmazsın ki!”
“ - Hadi aldattım diyelim?”
“ - Galiba beni aldatsan bile seni yine severdim.” Dedikten sonra kendi kendine “söylediğim doğru mu?” diye düşündü. Evet, emindi. Öyle bir şey olsa belki dayanamaz intihar falan eder ama ona olan sevgisi değişmezdi. En azından şu an bundan emindi.

Ona belli etmeden gülümsedi Figen; döndü:
“ - Ama sen beni sakın aldatmaya kalkma, tamam mı, sakın! Ve şimdi sus, hiçbir şey söyleme!” Sustu Selçuk.

Oğlanın bileğinden tutup cebindeki elini çıkardı. Birkaç basit hareketle parmaklarını parmaklarına geçirdi. Çekip en yakındaki çiçek tarhını gösterdi:
“ – Hadi bana şurdan bir yoğurt çiçeği kopar” dedi. Selçuk bir çiçeklere, bir ona baktı.
" - Yoğurt çiçeği hangisi?"
" - Orda işte, papatya cühela, papatya!"

BİTTİ

.........

Celal Çelik - 13 Mart 2008 İstanbul

Birinci bölüm: http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=96935

İkinci bölüm: http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=98033



Resim: http://the-everything-club.deviantart.com/art/Lovers-Hands-19375935

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..