- Kategori
- Anılar
1938
Yedi yaşında kendimi yatılı okulda buldum. Annem babam Ankara’da. Bembeyaz büyük bir bina, uç katlı, önünde güzel bir kamelya var ziyaretciler için. Bahçesi de büyük. Boğazın suları, boydan boya uzanan rıhtımın hizasına ulaşıyor. Rıhtımın ucunda, Atatürk’ün Denizcilik Okuluna armağan ettiği küçük gemi ‘Söğütlü’ hep orada, dalgacıklarla çalkalanıyor. Tenefüste kâgıttan kayıklar yapıp parmaklıkların arasından suya bıraktığımızda Marmara’ya doğru gidiyorlar.
Giriş katının tabanı koskoca mermer taşlardan. Antik çağdan kalma zeytin yağı saklanan küv biçimindeki büyük soba yemekhaneleri ısıtmak için. Birinci katın ortası büyük sofa, iki tarafında sınıflar. 1A, 1B, 5’e kadar. Benim sınıfım 1A, deniz tarafında ve en dipte. Gayet iyi biliyorum, sınıfta tam 20 kişiyiz. Esmer yüzlü Selahattin Beyazıt arka sıralarda. Mehmet Kefeli , Fazlı Akmansoy, Turan Çadırcıoğlu, Oruç Muratoğlu, Doğan Sorguç ve diğerleri. Derken kapı açılıyor, genç bir bayan öğretmen içeri girince ayağa kalkıyoruz. ‘Asseyez-vous’ (oturun) diyor bize ve eliyle işaret ediyor, oturuyoruz. Sonra başlıyor tek tek sormaya ‘Comment – t’appelles-tu?’ (İsmin ne)soruyor. Cevap yok.Tek tek sormayı sürdürüyor. Sıra Toğan’a gelince ‘Je m’appelle Toğan’ cevabını alıyor, çünkü annesi Fransız! Biz de aptal değiliz ya, hemen ‘Je m’appelle...’ deyip adımızı ekliyoruz.
Fransızca ilk öğretmenimiz Mademoıselle Lameda’ydı. Hiç Türkce bilmiyor, ya da seçilen metod gereği kendini öyle gösteriyordu. Büyük renkli resimler, afişlerle kelimeleri, fiileri ve sıfatları öğrenip basit cümleler kurmaya alışıyorduk.
Türkce okuma ve yazma dersleri ağırlıktaydı. Öğretmenimiz Hafız Nuri Bey.
Cumartesi günleri bayrak merasimine çıkıp, müzik derslerinde öğrendiğimiz ‘İstiklal Marşını’, sonra da diğer marşları bir ağızdan, gür bir sesle söylüyor ve bundan kıvanç duyuyorduk.
Havalar soğuyor, kış yaklaşıyordu. Karayelin getirdiği hafif kar serpintisi, beraberinde Karadeniz’den Marmara’ya palamut ve torik akınını getiriyor ve öyle günler oluyordu ki balıklar adeta Boğaz’ın suları üzerinde canlı canlı oynaşıyorlar. İşte o zaman balıkcılara ve sahildekilere gün doğuyor ve okulun hademeleri hemen parmaklığın deniz tarafına geçip, ellerinde uzun sopalara bağlı filelerle yüzeydeki koca koca balıkları yakalamaya başlıyor, ve biz de biliyoruz ki o akşam yemekte balık var!
Olağan bir gündü. Yatakhaneden inip, hazırlık çalışmasından ve kahvaltıdan sonra herzamanki gibi derslere girdik. Tenefüste, okulun önünden geçen parke döşeli geniş tramvay yolunda alışılmadık bir hareketlilik başlamıştı. Okul müdürü, Saffet Rona, bütün sınıfları toplantıya çağırdı, salonda küçük bir kürsü kuruluydu. Önemli bir olayın açıklanacağını seziniyorduk. Saffet bey ‘Çocuklar, bütün fâniler gibi, Atatürk de, ne yazık, ebediyete göçtü’ dedi. Çok üzgün görünüyor, etrafındaki müdür yardımcılarindan bazıları gözyaşlarını tutamiyordu. Çanakkale Savaşı ve Milli Mücadaleyle özdeşleşen Atatürk’ün hayatını özetledikten sonra ‘Kaygınız olmasın, hiçbir şey değişmeyecek, inkilâplar sürecek ve ileride İnkilâbı sizler sürdüreceksiniz...’. O gün, derslere ara verildi. Bahçeye çıktığımızda okulun önündeki geniş caddeden Dolmabahçe’ye doğru bir insan seli akıyor, arkası kesilmiyordu, aradabir hıçkırık sesleri duyulsa da sessizdi.
İçimde büyük bir boşluk oluştu. Kendisini hiç görmediğim, ama sanki babammış gibi algıladığım koruyucuyu kaybetmiş ve korkulu bir dünyayla karşılaşmış gibiydim.
Atatürk’ün kendisini görmemiştim, ama etrafımdan, ailemden, en çok da babamdan, onu tanıyordum.
Mülkiye-i Şahane mezunları askere alınmış, 15 günlük bir talimden sonra cepheye, Canakkale’ye sevkedilmişlerdi. Düşmanla siperler arası çok yakın ve karşı tarafta İngiliz askerleri, Anzaklar, hatta Afrika’dan derlenen Zulular bile var. Ertesi sabahın hücum sırası babamın bulunduğu birliğe düşüyor. Akşam siperde yoğurt ve ekmek yeniliyor ve herkes birbiriyle vedalaşıp uykuya çekiliyor. Babamın gözüne uyku girmiyor. Derken kumandan, bir asker göndererek, babamı ‘Mülazım-ı evvel’ Mehmet Şevki’yi aratmakta. Kumandanın yanına giden babam, Almanların cephe sınırına kadar getirdikleri ağır top bataryalarını en hızlı şekilde cepheye taşımakla görevlendiriliyor. Her ne kadar hücum sırasının kendi birliğinde olduğunu söylese de, kumandandan ‘Biliyorum, bataryaların cepheye bir an önce yetişmesi daha önemli’ cevabını alıyor. Katanaların çektiği ağır top bataryalarıyla gece yola çıkılıyor. Saros Körfezinde denize açık bir bölgeye ulaşıldığında gün ağırmakta. Bataryaların bir an önce cepheye ulaştırılması önemli. Mümkün olduğu kadar hızla bu geçit aşılmaya çalışılırken, pırpırlı uçaklardan ‘çivi’ tabir edilen, uçları sivri demir demetleri yağıyor ve denizden bir savaş gemisi ateş açıyor. Yaralananlar ve ölen var. Geçidin korumalı tarafına varıldığında, yaralılardan babamı bir katananın üstüne bağlayıp top bataryaları cepheye ulaştiriliyıor. Onun baldırındaki, çiçek desenli yara izi, Çanakkale’de onu vuran şarapnel parçasının iziydi.
Sakarya Meydan savaşında, babam bu defa terfi etmiş, mülazımı-sani (üst teğmen). 21 gün süren o dehşet içinde, sathı müdafa ederken sağ kalabilmiş. Askerin tüfeği, süngüsü var, subayın ise bir tabancası. Kurşunlar birinci gün tükenince, gerisi gelmiyor. O da ölen bir askerin süngüsüyle dayanmış ve ağır yaralı Eskişehir Hastahanesine kaldırılmış. Taburcu edildiğinde zafer sevinci ve yunanlı esirler bölüm bölüm Ankaraya sevk ediliyor. Bu defaki görevi yüzlerce kişiden oluşan esir kafilesini Ankara’ya götürmek. Gider bakar, bir de ne görsün, erzakla dolu iki at arabası, etrafında yüzlerce yunanlı asker ve koruma görevli, kendisi gibi hastaneden yeni çıkmış sadece 3 – 4 nefer! Emir amirine geri döner ve yakınır ‘Bu imkânsız’ der ‘koruma için en az bir manga asker ister’. Amiri gülümseyerek ‘Sen onları korumuyorsun, göreceksin onlar seni koruyacaklar’der ve yola çıkılır. Gerçekten esirlerin gözleri hep babamdadır, yalvaran bir tarzda. Köy ve kasabaların uzağından geçilerek Ankara’ya varıldığında, yunanlı esirlerin toplatıldığı yere götüren yolda birkaç inzibat askeri olsa da, yolun iki tarafı ahaliyle doludur. Kafile hızlı adımlarla ilerlerken ahali esirlere saldırır, koparabildikleri birkaç Yunanlıyı linç ederken, babam mani olmaya çalışınca, kafilenin öbür tarafından da 3 – 4 kişiyi linç ederler. Babam kafileyi koşar adımla geçirerek kurtulmalarını sağlar. Bu arada ‘Sen de gâvur musun’ nidağlarıyla kafasına yediği bir taşla yaralanmıştır.
Evimiz Ankarada, Sağlık sokak’la Süleyman Sırrı’nın kesiştiği köşede, bahçe içinde ufak bir yapı. Dört - beş yaşındayım, arka bahçede gölgede oynarken bazen annem beni çağırır ‘Yalçın koş, bak, İsmet Paşa geçiyor’ derdi. Ben de küçücük bacaklarımla ön bahçenin alçak duvarına tırmanır, parmaklığa tutunup, sol taraftan yaklaşan nal seslerini izlerdim. Az sonra, kocaman atların üzerinde İsmet Paşayla yağveri görünür, ben onlara asker selâmı verir, onlar da bana gülümseyerek selâm verir ve Sıhhiye meydanına doğru geçerlerdi.
Ülke bağımsızlığı; Halk egemenliği; Toplum yaşamında kadının önemli işlevi (1); Bilimin öncüğülünde topyekûn eğitim; İnanç özgürlüğu; Bilimsel düşünce ve onun özgürlüğü: bunlar Medeniyetin umdeleri, Cumhuriyetin umdeleri ama mazlum ülkelere de örnek olabilir! Onurlu Yaşam, güzel yaşam.
Atatürk ebediyete göçtü, ancak onun eşsiz eseri ve mümtaz düşünce sistemi, insanlığın geleceğindeki yerini hep koruyacaktır.
(1) Toplum yaşamında kadınayeri vermeyen bir Millet, yarım Millettir.
(K. Atatürk)