- Kategori
- Kentleşme
40 yıl önce

Mani oluyor halimi takrire hicabım,
Üzme yetişir, üzme firakınla harabım...
Televizyon büyüklüğündeki radyonun sesi evin ahşap tavanlarını, beyaz kireç badanalı duvarlarını dolaşıp, portakal çiçeği ve yasemen kokulu bahçeye taşıyordu. Şarkının sözleri: duygu, tutku, hüzün ve yakarı dolu bir naiflikteydi.
40 Yıl önce, şarkılarda, insan ilişkilerinde, yaşama dair her ne varsa onun içinde önce duygu vardı.
Şehrin dokusu sanki canlıydı.Evler ahşaptı, ara sokaklar toprak ve bu ara sokaklar boyunca arıklardan serin sular akar, şehrin kılcal damarları gibi can verirdi yaşama. Yol kenarlarındaki ağaç direklerin arasındaki kabloların her iki yanından iri yağmur damlaları ortaya doğru süzülür, birleşir, daha iri bir damla olmanın ağırlığına dayanamayıp toprağa düşerdi.. Yağmur yağdığı zaman şehir toprak toprak kokardı.
Ahşap, her adım attığınızda gıcırdayan, böylelikle sanki hala yapıldığı ağacın ruhuyla seslenmek isteyen merdivenlerden çıkılırdı evlere.Tellerle ovulmuş, sarı tahta boyasıyla boyanmış, yüksek tavanlı odalarda, minik, şirin ördek sobalar yanardı. Kimi evlerde talaş sobaları, kuzineler yemek pişirme görevi de görürlerdi... Yanan sobalardan kor halindeki odun parçaları alınır, içi kül dolu mangallara yerleştirilir ve soba olmayan odalara konurdu.
Oyuncak bebekler ve çiçekler plastikti.Plasik bebeğiniz yoksa ne gam? Anneniz size hemen kumaş artıklarından, düğmelerden ve pamuktan şirin bir bebek yapıverirdi. Erkek çocuksanız kalınca bir tel ve makaralardan araba yapabilirdiniz elbirliğiyle...
40 Yıl önce çocuk olmanın hoş sorumlulukları da vardı.Her evde telefon olmadığı için bir tür haber güvercini görevi görürdünüz.Haber ileteceğiniz eve, tıpkı o güvercinler gibi sevinç kanatları takıp uçarak gider ve o kalıplaşmış cümleyi bir solukta söyleyiverirdiniz;
' Bu akşam bir maniniz yoksa annemler size gelecekler.'
Bu haberi iletip olumlu yanıt almanın en güzel yanı sizin de o gezmeye gidecek olmanızdı. Eğer gitiğiniz evde çok çocuk varsa, isim-şehir, el el üstünde kimin eli var gibi oyunlar oynamak, ya da o anda yazdığınız hayatınızın ilk senaryosuyla tiyatro sahnelemek çocukluğunuzun en güzel anılarından biri olurdu..
.40 Yıl önce şehirde herkes birbirini tanıdığı için alış-veriş yapmak bir ahbabınızla özlem gidermek gibi olurdu...
Naylon torba kesekağıdının saltanatını henüz yıkmamıştı. Hasır sepetler, zembiller, fileler, ya da haftalık meyve sebze almışsanız bir hamalla eve yollayacağınız küfeler vardı...
Çamaşır makinaları, buzdolapları leğenlerin, teldolapların yerini yeni yeni alıyordu... Büyük metal leğenlerde mis kokulu beyaz sabunlarla, çivitlerle mavi-beyaz olana kadar çitilenirdi çamaşırlar... Tıpkı sebzeler gibi onlar da hasır sepetlere konur, ağaçların arasına gerilmiş iplere mandallanırdı...
Neredeyse her evin bahçesi vardı... Çocuksanız bahçe demek, iki ağaç arasına kurulmuş ipten salıncak demekti en çok, ya da dalından meyve yiyebilmek..Hele bir de kedileriniz varsa, hele hele kümesiniz..Dünyanın en mutlu çocuğu oluverirdiniz...
40 Yıl önce yaşama dair sohbetler vardı, çünkü televizyon yoktu.. Herkes birbirinin gözlerinin içine bakabiliyordu konuşurken.. Bayram günleri radyodan Hacivat-Karagöz dinlemek bugünkü televizyonların eğlence programlarından daha zevkliydi..Belki de o kuşağın hayal dünyası bu nedenle çok gelişmişti, çünkü dinlediğimiz bir oyunu hayalimizde canlandırıyorduk...
40 Yıl önce postacı özlem dolu mektuplar taşırdı kredi kartı ekstrelerinin, faturaların yerine... Özel günlerde gümüş simler yapıştırılmış şirin tebrik kartları gelirdi sevdiklerimizden mailler değil...
40 Yıl önce yaşamın içinde en çok insanca duygular vardı, çıkar hesapları değil...
60 lı yıllar hüznü, sevinci, hasreti, vuslatı, paylaşımı, kent dokusunun bozulmamış güzelliğini doya doya sindirerek yaşamamızı sağlıyor, ama bizler tıpkı balıkların denizde yaşamanın güzelliğini bilemediği gibi, meyvelerin, sebzelerin tadının bozulduğu, egzosların kirlettiği, makinalara, b ilgisayarlara ve paranın saltanatına teslim olmuş yıllara bir an önce kavuşmanın yanlış özlemini yaşıyorduk...