- Kategori
- Gezi - Tatil
Adana-Antakya seyri

Seyir hali bir tutkudur. Pusulası yoktur. Yönü değişir. Eylemleri vardır ancak değişmeyen. Gitmek, keşfetmek, hissetmek…
Rotanız her an değişebilir. Kuzey, güney, doğu, batı… Soluğu nerde alacağınızın bir önemi yoktur. Önemli olan bulunduğunuz yerin havasını ciğerlerinize doya doya çekebilmektir. Boğuluyorum sandığınız bir anda bir başka hava soluyabilmektir.
Taşı toprağı altın olsun. İstanbul havasıyla, ait olduğum rutiniyle pek bir yormuşken beni soluğu güneyde aldım bu sefer.
Her ne kadar ‘aaa ne işin var canım oralarda. İstanbul’dan kalkıp da oralara gidilir mi hiç’ tepkileri alsak da biz iki kanı durmaz adaş, yoldaşlık edip birbirimize ilk bulduğumuz biletle kendimizi Adana’da bulduk. Zira hiç bir zaman Ankara’dan ötesini kendi haritamızın sınırları dışında tutanlardan değildik. Adana, Mersin, Antakya… Anlayacağınız bu sefer bir başka seferdeydik!
Adana! Şanını pek çok duymuş, efsanelerini dinlemiş, kebabı nice farklı yerlerde yemiş, insanlarıyla dost olmuş, kimi zaman yaka silkmiş; sempatiyi ve empatiyi en çok da merakı aynı anda hissetmiştim kendisine karşı. Gelin görün ki Adana bugüne kadar dair sahip olduğum iyi- kötü bütün izlenimlerimi, önyargılarım da dahil olmak üzere fazla fazla doğruladı. Ancak hepsi o kadar kendine hastı ki hepsini sevdim, tarafımdan inanılmaz bir sempati kazandı. Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle gezdim sokaklarında. Kebap kokuları, şalgam suları, bıçkın delikanlıları, bizi baştan ayağı süzen kızları, kulağımıza çalınan ‘g’li şivesi, kimi zaman küfürleri, minibüs şoförleri , Orhan Kemal’in kitaplarındaki halini hala muhafaza ettiğine inandığım eski çarşısı, büyük saat, merkez cami, taş köprü, Seyhan nehri, köprüleri, çay bahçeleriyle Adana Adana’ydı işte. Şehirde en çok ilgimi çeken merkezi kabul ettikleri çarşının diğer bölgelerine nazaran fazlaca eski olmasaydı. Öyle ki Adana’nın ilk önce ‘çarşısına’ inmiş olsaydım orayı gelişmemiş bir doğu şehri bile sanabilirdim. Ancak öyle geniş bir alana yayılmış ki Adana, beklediğimden çok daha büyüktü. ve merkezden uzaklaştıkça trafik, yollar, alışveriş merkezleri, binalar, insanlar her şey bir büyük şehir havasına bürünüyor. Ama şehri şehir yapan her bir köşesinden ayrıca bir hayranlıkla izlediğimiz, bilmem kaç farklı açıdan karşısında çay içtiğimiz, üzerinde köprülerden geçtiğimiz Seyhan’dı. Bulunduğumuz aman dilimi içinde suları çekilmişti, normalde şuralara kadar gelir dedikçe onlar ben şehri sarıp sonra kollarını üzerinden çeken bir ana gördüm karşımda. Suları çekikken öylesine kurak, öylesine sahipsiz… suları kabardıkça öylesine heybetli, öylesine mağrur bir Adana! Yaşar Kemal’in Adana’sıydı Seyahan’a karşı hissettiğim ise. Kurak topraklarını, sarı sıcağını, ırgatlarını tasavvur ettim. Bir pamuk tarlası göremedim, yaylalarına çıkamadım mevsim itibariyle çok istediğim halde ama bir daha ki sefere diyerek bir söz fısıldadım Seyhan’a.
Ve Adana kebabı… hakkında duyduğum, bildiğim ve hayal ettiğim hepsinden fazlasıydı. Bir gün içerisinde bu kadar fazla miktarda eti hayatımın hangi safhasında tüketmişimdir acaba. Kebabındaki o eşsiz ustalık ve lezzet bir yana hizmette tanınmayan sınır, ikramlar ve son derece misafirperver tavırlarıyla Adana’nın kebap sektörü beni kendilerine hayran bıraktı. Her ne kadar tadına doyamayıp şişelerle eve getirsem de, orada eski çarşısında Hacı’nın Yeri’nde kebap kokuları arasında ayaküstü kana kana içtiğim şalgamın tadı bir başkaydı. Mevsim kış olunca bici bici yiyemedik ancak onu da bir başka bahara erteledik. Öyle görünüyor ki ilkti lakin son olmayacaktı yolumuzun Adana’ya düşüşü. Hele de bize sadece evlerini değil yüreklerini de açan ve bizi en güzel şekilde ağırlayan, bir Adana ailesini en güzel şekilde temsil eden, muhabbetleriyle içimizi ısıtan, yemekleriyle midemizi coşturan Mehmet ve ailesinin gönlümüzde edindiği kocaman yeri çok büyük bir neden artık tekrar tekrar gitmeye. Bir yere yabancı olmanın dayanılmaz bir lezzeti var. Keşfetmenin, tatmanın, öğrendikçe şaşırmanın, bilmemenin, kaybolmanın kimi zaman, şaşırmanın… kimi keşiflere yalnız çıkıldığını da destekleyenlerdenim. O yalnızlığın vahşi tadını da pek iyi bilirim. Lakin bir ikinci teorim ise yabancısı olduğunu yerlisi olanla keşfetmektir. Birinci ağızdan dinleyerek, şekil A’da görerek. Bu fikrimi doğrulayan, bize seyahatimiz boyunca an ve an eşlik eden, bilgileriyle, hikayeleriyle bizi aydınlatan, esprileriyle güldüren, mert yürekleriyle kendilerine hayran bırakan, işte Adanalı dedirten, Adana’nın en has delikanlıları seçtiğim sevgili Mehmet’in sevgili arkadaşları da bu seyre anlam kattılar. Ve geri dönüp baktığımda yüzümü güldürecek anıların en başında gelecekler.
Bu güzel insanların da sayesinde altımızda araba kısa zamanda pek çok yer görebildik. Mersin notlarım içinde en az sayfaya sahip olanı oldu üzülerek. Mersin bir hayal kırıklığıydı. Konuşlandığı konum gereği oldukça güzel bir coğrafyaya sahip olup da bunu hiç de lehine kullanamamıştı. Trafiği, yolları, şehir planlaması sınıfta kaldı. Adana kebabından sonra büyük beklentilerle yemeyi hayal ettiğim Mersin tantunisi ise bir acemilik üzere seçtiğimiz yer itibariyle beklentilerin altında kaldı. Mersinin merkezine dair söylenecek pek bir sözüm, dillendirecek bir ikinci duygum ya da unutamayacağım anılarım olamadı yazık ki. Ancak cennet-cehennem mağaraları, Astım mağarası ve Kız Kalesi görülmeye değerdi. Cennet’in basamaklarını tırmanırken bir yaz günü gitmiş olmadığım için şükrettim. Bol basamaklı ve yeşillikli yollardan yerin 7 kat dibine indik adeta. Ulaşılması pek kolay olmadığından oranın cennet mağarası diye adlandırılmış olduğuna inandık kendi aramızda.
Ve en başından beri beni en çok heyecanlandıran, gezi boyunca bana kendimi en çok ‘seyyah’ hissettiren, en keşfedilesi, en doyamadığım kısmı ‘Antakya’. Antakya… zikredip adını bir durup düşünesim geliyor. Ayıklayamaya çalışıyorum birbirine karışan duygu ve düşüncelerimi.
Eski, eski, eski bir şehir. Eskiliğine gizlemiş sanki tüm gizemini. Çamurlu yollarına, taş sokaklarına, uzun çarşısına, dükkanlarına, bakkallarına, hala sobalarla ısıttığı çay bahçelerine, kırık dökük kaldırımlarına, mahalle aralarında kazılan yollarından çıkan tarihi eserlerine, yol ortasına öylece yarık duran çukur içindeki hala keşfedilen bir diğer zenginliğe, birbirine sırt vererek şehrin her bir köşesinde kendince yerine almış camilerine, kiliselerine gömmüş kendini Antakya. Ve Asi… şehri bölen, şehri toplayan, yolları ayıran, yolları birleştiren, susan, suskunluğunda nice hikayeler saklayan, kendi yolunda kendi başına şehir boyunca uzanan adı gibi asi Asi!
Bir yağmurlu günde ağırladı bizi Antakya. Üzerimizden karabulutlar eksik olmadı. Şehrin kasveti dört bir yanını sarmıştı. Asi kaşlarını çatmıştı. Bir sıcak ocak bulup sığınmak yerine sırılsıklam olmayı tercih ettik sokaklarında, ellerimizde nar ekşileri, kartpostallar, yerel gazete, aylık Hatay dergisi, mozaik müzesinden aldığımız minyatür mozaik magnetleriyle. Islandık, ırımıslak dolandık akşamın körüne kadar. Kafa tuttuk biz de şehre, mevsime, Asi gibi. Ters yönlere aktık! Bir garip tılsımı vardı. Dizimize kadar battığımız yollarda belediyeyi suçlamak yerine keyif aldık. Her gün önünden geçtiğim kapalı çarşı dursun bir yana, uzun çarşıya hayran kaldık. 30 yıl öncesine gitmiş gibi hissettim kendimi. Kasketli amcaların defne sabunu sattığı, el yapımı nar ekşilerin dizildiği, gözümüzün önünde yapılan künefelerle künefecilerin sıralandığı, hala dükkan olan, hala bakkal kokan, her önünden geçtiğimiz dükkandan göz hakkımız olan ikramların eksik edilmediği, saçımızdan çorabımıza kadar ıslandığımız o günde sıcacık bir çarşıydı. Eskiyle yeni çatışıyordu sokaklarında. Eskinin tartışılmaz üstünlüğüyle. Zamana direnemeyip değişmeye yüz tutmuş mağazalar da vardı elbet. Son moda ayakkabılarla dolanan gençler de. Ama onlar kalsın orda sokaklarında kulaklarıma çalınan melodiler beni benden aldı. Sahi bir Ermeni türküsüydü değil mi Saint Pierre kilisesine giderken kasetçide çalan. Üstelik bir arka sokağında Arap ezgileri duymak işten bile değilken. Kilisede duvarında gördüğümüz bir yazı ise bizim için Antakya’nın özeti oldu. ‘Halil Bozkurt’un cenaze töreni şu gün şu saatte, tüm halkımızı bekleriz.’ Resimdeki dedem gibi kendi halinde bir Türk vatandaşı. Ve kilisede yapılacak törenine tüm Antakya davetli, çünkü hepsi aynı toprağın insanı. Kilise, cami ya da sinagogda son bulabilir hayatları. Boşuna değil yani dünyanın ikinci büyük mozaik hazinesinin Hatay’da olması. Sadece müzesinde sergiledikleriyle değil, kültürüyle ve yaşamıyla da bir koca mozaik çünkü. Dünyanın ilk kilisesini de sınırlarında barındırıyor. Dünyanın dört bir yanında hacı olmaya gelen Katoliklere de aynı misafirperverliği gösteriyor. Bu güzel atmosfer karşısında havasını bir daha içinize çekip, ona bir şey olmasın diye dua ediyorsunuz içinizden.
Yunan mitolojisindeki Daphne ve Apollo efsanesini sonucu simgelenmiş defne yaprağını Antakya’nın kendisini, sahip çıkıp yaşattığı farklılıkları bir zafer sayarak yine ona uzatmak istiyorum. Bu sebeple rotamızı Harbiye’ye çeviriyoruz. ‘içcek miççek ne istersiniz, kolonyalı molanyalı mendil yok bizde’ ifadeleriyle masamızı şenlendiren garsonlar eşliğinde Ulaş’ın yerinde yediğimiz ve ne olduğuna hala anlam veremediğim harbiye dürümü sonrası harbiye şelalesi güzel bir duraktı. Hayatta bazı anlar vardır. Dondurup heybenize atmak istersiniz. Bir kartpostal gibi defter arasında taşımak, yaprak gibi kurutmak veyahut bir zarfa koyup sizinle beraber olmasını dilediğiniz birine göndermek istersiniz. Bir soğuk aralık günü harbiye şelalesinde cennet parçası yeşiller içinde bir yanımda sular şırıldar, ördekler yüzerken, öteki yanımda çıtırdayan soba dibinde kahve içip, kulağıma çalınan Edip Akbayram ve dost muhabbetiyle gezi notları aldığım o an işte öyle bir andı. Hiç bitmesin istediğim!
Gitmek vakti gelip çatmış, kitap ayraçları alınmış, kartpostallar yazılmış, poşetler dolmuş, yürekler kabarmış, ayaklar yorulmuş, bir keşif daha anılara doğru yol almışken son bir künefe vaktiydi, hiçbir lüksü, gösterişi olmayan çıplak masa sandalyelerle döşeli Kral Künefe’de. O ağır ağdalı tat dünya üzerinde eşi benzeri olmadığını kanıtlarken bize ben anladım ki yetmedi. Antakya keşfi burada bitmedi. Tadı o son künefe gibi damağımda hala. Bir daha diyerekten, son kez yürüdük Asi boyu çamurlu yollarda. Son kez ıslandık.
Her yolculuk biraz da içine yolculuk... Dönüp bakınca ardında bıraktığın kilometreler kadar derinleşmişsin sen de. Bu gezi damağımda çok tat, zihnimde çok renk bıraktı da beni yakalayan en trajik düşünce ne de çabuk ‘istanbullu’ olabilmiş olmam oldu. Ben 18 yıl Muş’ta büyüyen Elif, tam bir İstanbullu gibi özlem ve şefkatle ve bir o kadar da hayretle gezdim bu şehirleri. İnsanları, yaşam tarzları, hatta üniversite ortamı ve sokakları bile çok farklı, benden çocukluğumdan kadar uzaktı. Dile geldikçe anlatılmak istenenden uzaklaşan bir nüans var arada. Şehirlerin İstanbul ve diğerleri diye ayrıldığına ikna olduk ancak biz de bu sefer. Daha çıkmadan yola köprüyü nasıl geçeceğimizi düşünüp durduk son akşam. Ancak indiğimizde hiç gitmemiş gibi kapıldık telaşına. Tekrar tekrar bakıp fotoğraflara bitmeseydi desek de ait olduğumuz kaosun güvenli kollarında hissettik kendimizi. Sanki herkesin birbirine yabancı olduğu bir aşinalığı herkesin birbirini bildiği bir yerde hissedilen yabancılığa tercih ettik. Damarlarımızda dolaşan özgürlüğü, kendi başına var olmayı, seni senle var eden o şehri, resmin içinde sahip olduğun farklı rengi, önünden alınan setleri, ufkunu saran maviliği farkettik. Hastalıklı bir sevgili ilişkisine döneli çok olmuştu İstanbul’la aramızdaki, bizi yordukça bundan zevk alıyorduk. Adana’dan istanbul’a 1 saat 20 dk.da, havaalanından evime 3 saatte varmıştım. Ama yine de mutluydum.
Gitmek, hissetmek, keşfetmek, öğrenmek bitmez. Geri dönebileceğin bir yerin olması, ait hissetmek, sahip olmak ise büyük nimet!