Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ağustos '07

 
Kategori
Anılar
 

Ak sakallı dedesiz doğmam

Ak sakallı dedesiz doğmam
 

03 Nisan 2005, günlerden Pazardı ve eşim dünyaya getireceği bebeği, kendi narin bünyesinde taşıyabilmek için gücünün sınırlarını zorlamaya devam ediyordu. Uykusundan kalkışına, yürüyüşünden oturuşuna, nefes almaktan hapşırmasına kadar her yaptığı işte ezberlerinin dışına çıkmak zorunda kalmıştı. Kısa bir zaman diliminde bedenine eklenen artı on beş kilogram ve bu eklenen ağırlığın bir kısmının minik canlıya ait olması, olaya fiziksel etkileriyle birlikte ruhsal bir boyutta katıyordu.

Vücudunda oksijeni, proteinleri, mineralleri ve enerjiyi paylaştığı ikinci bir canlı, yavaş yavaş kendisine ev sahipliği yapan bedene sığmaz olmuş, daha geniş bir mekân talep eder hale gelmeye başlamıştı. Ve büyük bir olasılıkla tekmeledikçe dünyasını genişletebileceği inancıyla enerjisinin büyük bir kısmını bu işe ayırıyordu.

Eşim, bir var oluş sürecinin taşıyıcısı olmanın ruhani desteği ile çektiği fiziksel acı ve eziyetin arasında bocalarken, üstüne gebeliğin vazgeçilmezlerinden kâbuslar eklenmesi ile doğum için girilen son etap geçilmesi güç bir mesafeye dönüşmüştü.

Doğum sürecini belirleyen takvim, ideal doğum gününe 10 gün kaldığını gösteriyordu ancak, bu her an doğumun yaşanması için bir engel değildi. Yani kırmızı alarm modunda bekler haldeydik. Eşim çok sevdiği sabah uykusunu oldukça bir uzun zamandır tadamamanın üzüntüsünü o sabahta yaşamaktaydı. Bel ağrıları, ayak krampları ve bebeğin tekmeleri, onun gün ışığı ile erken vakitte temas etmesine yol açıyordu. Ben ise rutinleşen sabah masajlarının ardından, kronik evlilik görevim kahvaltı hazırlama işine girişmiştim.

Sevgili anne adayı, bir süre sonra gücünün yettiği bir ses düzeyi ile beni yanına çağırdı anda banyodan çıkmak üzereydi ve “hayır, hayır bugün istemiyorum” diye bağırıyordu. Ama yüzündeki sevinç ifadesi mi, acı ifadesi mi yoksa şaşkınlık ifadesi mi karar vermek zordu. Son dönemde sık sık rastladığım karmaşık ruh hallerinden birisine daha tanıklık ediyordum. Ancak bu defa tepkiye telaş sosu da fazlasıyla eklenmişti.

Onu kendi panik ruh halinden söküp, benimle diyalog kurabileceği dalga boyuna çekmeyi başardıktan sonra, doktorumuzun, daha önceden doğumun belirtilerinden birisi olarak bahsettiği nişan gelmesinin gerçekleştiğini söyledi. Bu 24 saat içinde doğumun yaşanabileceğinin göstergesi idi. Eşim doğumun gerçekleşecek olmasının korkusu bir yana, evin düzenli olup olmadığı, doğum anında yanında olması gerekenlerin hazır olup olmadığı gibi benim anlam veremediğim telaşlara kapılmıştı. Bende doğumun bu kadar yaklaşmış olmasının şaşkınlığını yaşayıp, bir yandan da eşimi sakinleştirmeye çalışırken, Pazar sabahının sekizinde kapının zili çaldı. Eve taşınalı daha on beş gün olmuştu. Doğum tarihinde yeni evimizde olmak istediğimizden, zorunluluktan yapmamız gereken taşınma işini öne almıştık. Henüz apartmanın düzenine alışmamış ancak o ana kadar da bu saatte kapımızın çalındığına tanıklık etmemiştik.

Ben üst üste yaşadığımın şaşkınlığı etkisi ile ilk adımı atmakta bir süre zorlandım. Zihnim bir türlü yapacağım işlere ait öncelik sıralamasını belirleyemiyor, ilk hareketlerim tiklere dönüşüyordu. Bir yandan kapıyı açmaya yönelirken, diğer yandan eşime bir şeyler söylemek istiyor ama hiçbir iş için tamamlayıcı ikinci hamleyi yapamıyordum.

Kapının zilinin bir kez daha çalması, karar verme mekanizmalarımın netleşmesine yol açtı ve her işi hızlı yapma içgüdüsü ile koşar adım kapıya yöneldim ve kapıyı açar açmaz bir diğer şaşkınlık girdabının içerisine yuvarlandım. Beyaz sakallı yaşlı bir amca, elinde bir süt satılı ile kapının önünde duruyordu. Amca, yüzümde üst üste biriken şaşkınlık ifadelerinin kaçıncı katıyla karşılaştığının farkında bile olmadan, yandaki binada sürekli süt getirdiği kişiyi evde bulamadığını, aslında hatır niyetine büyük bir zahmete girerek getirdiği bu sütü tekrar götürmek istemediğini, eğer ihtiyacımız varsa verebileceğini, acıma hissi uyandıran bir yüz ifadesi ve sempati yaratan yerel bir ağızla dile getirdi.

İlk anda, son yıllarda artan ve hikâyelerini inandırıcı kılmak için detaylandırma uğraşına giren bir dilenci örneği ile karşı karşıya kaldığımı düşünsem de, amcanın elindeki süt satılı ve bir dilencinin bu saatte, dayak yemek riskini attıracağı böyle bir uğraşa girişemeyeceği gerçeği ile hikâyeye inanmayı uygun buldum.

Ancak kısa bir süreliğine girdiğim mantık vahasından, yeniden içinde bulunduğum karmaşık ruh haline dönmem uzun sürmedi. O an evimizde süte ihtiyaç duyup duymamamız, amcaya bir fayda sağlayıp sağlayamayacağım gibi konulara cevap vermemi sağlayacak aklın süzgecinden mahrumdum ve en kısa zamanda eşimin yanına dönmeme yarayacak olan “teşekkür ederim amca, ihtiyacımız yok” cevabını verip kapıyı kapattım.

Ancak itiraf etmem gerekir ki, kapıyı kapatmak için elimi kapı koluna götürdüğüm andan itibaren yüreğimde bir kuşku belirdi. Acaba birbiri arasında hiçbir bağıntı olmayan iki olay arasında bir anlam birliği olabilir miydi?

Eşimin yanına döndüm. Onun, kapıda kimin olduğu sorusunu cevapladıktan sonra, “şimdi sütle uğraşamayacağı” ifadesi üzerine kısmi bir rahatlama yaşadım. Ancak zihnimin bu anlam üretme çabası bir türlü bitmek bilmiyordu. Hayatın kendisinin basit rastlantıların eseri olduğunu kabul etsem de, rastlantı kavramının yarattığı anlamsızlık girdabından az da olsa tedirginlik duyduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü zihnin, kendisine bir anlam üretebildiği müddetçe aklıselim kalabildiğini biliyorum. Bu nedenle, evrende, dalından düşen bir yaprağın bile, büyük bir senaryonun parçası olduğunu iddia eden inanç sistemleri insanlar için bu kadar çekici ve bu kadar huzur verici olurlar. Ancak koskoca bir insan yaşamının bile, inanılmaz bir rastlantılar serisi ile ortaya çıktığını ve evren içinde hiçbir anlam üretmediğini iddia etmek, insanlarda koca bir boşluğun içerisinde oldukları korkusu yaratıyor. Bendeki korkunun, inançlı insanların anlamsızlıktan duyduğu korkuların yanında daha az ölçülebilir olduğu bir gerçek, ancak hiç olmadığını iddia edecek değilim.

Eşimin üzerinde yoğunlaşması gereken dikkatim, zihnimin derinliklerinde yaşananları formülize etme çabası nedeniyle darmadağınık bir haldeydi. Arada bu şekilde yaklaşık beş dakika geçmişti ve ben kendimden beklenmeyecek bir şekilde, beyaz sakallı amcanın aslında süt satmak dışında bir işlevi daha olduğuna ikna oldum. Ancak bunun kendimden başka kimseye itiraf edemeyeceğimi bildiğimden, eşime aslında doğumdan sonra kalsiyum ihtiyacını karşılayacak sütlü ürünler yemesi gerektiğini söyleyerek, hızla yanından ayrıldım ve balkona koştum. Ancak apartmandan uzaklaşmakta olan kimseyi göremedim. Beyaz sakallı varlığın (tahmin ettiğiniz üzere onu artık bir insan olarak tasavvur edemiyordum), hala apartmanın içinde olabileceği ihtimali üzerinden, kapıya yöneldim ve aşağı katlardan birisinde, muhtemelen aynı hikâyeyi anlatan amcanın sesini hemencecik fark ettim. O sütün başka birisine yar olmaması için hızlıca basamaklardan inerken, amcanın önünde durduğu kapıdan da olumsuz yanıt aldığını sevinerek fark ettim. Nefes nefese bir halde amcanın yanına ulaştım ve sütü almak istediğimi söyleyerek, asansörle tekrar dairemizin katına getirdim.

Günün ondan sonrası son derece normal geçti, giderek sancılanmaya başlayan ve akşamüzerine doğru bu sancıları belirginleşen eşimi daha önceden planladığımız hastaneye götürdüm ve akşam vakitlerinde oğlum sağlıklı bir şekilde dünyaya geldi.

Beyaz sakallı dedenin sürecin bu kadar normal ve olumlu geçmesine ne kadar katkısı olduğunu elbet bilemeyeceğim, ama benim yüreğimin rahatlamasında önemli bir payı vardı. Bana uzatılan fırsatı boşlamamış, üzerime düşen görevi yapmıştım. Yani işlerin iyi gitmesi için gereken sihirli adımı atmıştım.

Ha sütün sahip olduğu gerçek ötesi anlam dışında ne işe yaradığını soracak olursanız, eşim benim evde olmadığım bir sürede sütü kaynatmak istemiş ve büyük olasılıkla yeterli saflığa sahip olmayan süt yüksek bir ısı düzeyinde kesilmişti. Yani eşimin kalsiyum ihtiyacına herhangi bir katkı sunamamıştı.

Hikâye Not;

Geçen gün blog arkadaşlarımızdan birisinin, yeni bir bebeğin dünyaya gelmesi için onurlu bir göreve seçildiğini öğrendiği gün kaleme aldığı bir blogda dikkatimi çekti. Her birimizin hayatında şu ya da bu şekilde en az bir tane beyaz sakallı dede hikâyesi mevcut.

Evet itiraf ediyorum, benim gibi inanç sistemi oldukça zayıf, maddenin ötesini kabullenmekte zorlanan birisinin bile bir beyaz sakallı dede hikayesi var.

Ancak bu konuya, ne kadar blog arkadaşımızın yazısıyla dikkat kesilsem de, bana bu hikâyemi ilk yazıya dökme hevesi veren geçen ay yaptığım tatil esnasında okuduğum kitap olmuştu. Elif Şafak’ın Araf isimli romanında da, hikâyenin kahramanlarından birisi, annesi kendisine hamile iken yaşadığı bir hikâye -gerçi oradaki tipleme beyaz sakallı dede değildi ama- benim kendi hikâyemi hatırlamama vesile oldu.

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..