Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Eylül '07

 
Kategori
Felsefe
 

Akış

Kapandı bütün kapılar.
Göremiyorum. Kör oldu bütün bedenim. Uyku gelip beni içine aldığında, uyuyabildiğimce uyumak isterim, belki de hiç uyanmadan. Oysa bu tümden olanaksız. O küçük düşünceler, bir bir büyüyüp çoğaldıkça beni hapsediyor o görünmezin içine. Yitiriyorum, o büyük uyku halimi.
Benden içerde bir şeyler var. Anlayamadığım, tadına varamadığım bir ben... Benim olmadığım bir yasam içinde, benim olmadığım bir yaşantı düşünemiyorum... Her yerde, her şeyde kendimi bulmam, kendimle olmam bunun bir göstergesi olmalı.

Git! Gidebildiğince git uzaklara. Senden kurtulmamın mümkün olduğu yere git... Ne mümkün! Ben içimi benle, beni de içimle yaşayanlardanım. Hayati içime kopyalamışım... İste o zaman, bütün bir hayat ve onun bütün katmanları yaşanması gereken birer gerçeğe dönüşüyor bedenimde.

Beni hapseden nedir? Yaşanılası yaşantının is haline dönüşmesi mi? Beni fotokopiyle çoğaltsalar ve evrene dağıtsalar yine de içimdeki benin biteceği yok. Ben nasıl bitebilirim ki? Bitmenin ötesini yaşıyorum. Yürek biter mi? Sevgi biter mi? Ask biter mi? Ya evren, ya Tanrı, biter mi?

Dalgaların arasında, dalgalanmayanı görmek gibi bir şey... Işığın ötesinde, karanlığa hasret kalmak gibi bir şey, yaşananın, yaşanılanı yansıtması gibi... Beni yansıtanın tıkandığı o noktada ben de ağırlaşmışımdır zaten, ta ki kendimin çözünmüşlüğünü yaşayıncaya kadar. Ve sonra, yine her şey gürül gürül akmaya baslar; küçük düşünmeyi engelleyecek kadar.

Akıyor yine içimdeki ses ve diyor ki:
“ Eğer düşünceler hayatin birer bel kemiği iseler ve bir de çizilmiş bir çizgi varsa ortada bir de kendine erişebilmişsen, zaten kendiliğinden oluşur bir şeyler. Tabi ki onları bulup bir araya getirmekte bütün mesele ve sunulanı görebilmekte...

Buz’a yazı yazamadım ben, en zoruydu belki bunu yapmak. Yazdıklarımda eriyip gitmek... Oysa kolaydır masalları anlatabilmek, bir varmış bir yokmuş diyerek çocukları inandirabilmek. İnançları çok kuvvetlidir onların; karanlığın, korkunun varlığına inanmaya gerek duymazlar. Neyse “o”durlar. Dingindir hayatları, istekleri amaçları bellidir. Oysa büyüdükçe biz, ruhumuzu titreten bir akış ararız. Ya bulur akarız akışına ya da yok oluruz o akışın içinde.

Anlatmak, inandırmak daha zordur, çünkü karanlığı ve korkuları biz yaratır inançsızlığımızı çoğaltırız. Kendini bulmak için uğraş verirken, düşüncelerimizde bir kez daha kaybederiz kendimizi...

Düşüneceksin ama beynini hissetmeyeceksin. Düşüneceksin ama içinde dans eden karanlığın ve aydınlığın kafatasına çarptığını hissetmeyeceksin. İçindeki ikizinin dansıyla uyuşmalı en azından müziğinin sesi.
Hayat bir yerimizden bir şekilde yakalar bizi,
Yüreğimize doğurur müziğin en güzel ezgisini,
Sana bırakır her olgunun sezgisini...
Belki de hayatımızı yaşamadaki beceriksizliğimizin kaynağı; “ne” ve “nasıl” ı aynı anda düşünüp, yapma çabamızdan kaynaklanıyor. Beynimiz aynı anda pek çok şeyi yapmaya çalışıyor. Müzik dinlerken, araba kullanmak aynı zamanda yanındaki ile konuşmak ve bir önceki ile bir sonrakini düşünmek gibi.

Karamsarız, acelemiz var ve güçlü olmak istiyoruz... Ne çok şey istiyoruz hayattan! Oysa yaşanan her ani bir boşluk olarak görürüz biz, yaşanmıştır o gün ve önemini yitirmiştir. Aslında o boşluk bir sonraki “ana” uzanan bir akıntıdır. Ve bu akışa olan ihanetimizi, yapamadıklarımızla öderiz. Oysa o akışa bıraktığımızda kendimizi yapmakta olduğumuz şeye yoğunlaşmış ve her şeyi dışarıda bırakmış oluruz.

Belki de yasamak: Huzurlu ve dingin olmak, hayatin akısına bırakmaktır kendini.”

 
Toplam blog
: 8
: 1504
Kayıt tarihi
: 03.09.07
 
 

Hayatı, yaşamayı, insanları, doğayı seviyorum. Farklı hayatları, farklı zamanlarda yaşayanlardanım. ..