Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Mart '16

 
Kategori
Öykü
 

Aklı hep ondaydı

Aklı hep ondaydı
 

dayının hikayesi


Odaya tekerlekli sedyeyle getirdiler. İki görevli ve yanlarında gençten biri onu zorlukla sedyeden yatağa aktardılar.
 
Görevliler yatağını ayarladılar “nasıl amca iyi mi böyle?” diye sordular. O belli belirsiz sesle cevap verdi. Henüz kendinde değildi. Sanırım “iyi. Sağolun” demişti. Görevliler yanındaki gence “geçmiş olsun” deyip gittiler.
 
Az sonra hemşire elinde serumuyla geldi. Damar yolunu açıp serumunu taktı. Ateşini ve tansiyonunu kontrol etti. Yanındaki gence buhar maskesini ve iki de içine konacak ilaçtan verdi. Sonra nebülözöre nasıl takılacağını gösterip “bunları şimdi yaptırın” dedi. Sonra oksijen kavanozuna oksijen hortumunu taktı. Onu da hastanın burnuna taktıktan sonra o gence “bunu burnundan hiç çıkarmasın. Çünkü oksjeni çok düşük” dedi.
 
Bunlar benim alışkın olduğun işlerdendi. O hastanenin de gediklilerindendim. Hemşire bana işaret edip “takılırsan amca sana tarif eder. Serum bitince şuradan kapatıp bize haber verin” deyip gitti.
 
Hasta yoğun bakımdan geliyormuş. Yanındaki genç bu hastanın oğlunun mesai arkadaşıymış. Polismiş. “Arkadaşım” dediği aslında amiriymiş. Son paralel operasyonunda Kastamonu’ya tayini çıkmış. Diğer kardeşi de polismiş. O da Hakkari’deymiş… Daha önce amiri olan polis onu arayıp “babamı sizin oradaki üniversite hastanesine getirmişler. Eniştem gelene kadar onunla ilgilenirsen memnun olurum” demiş.
 
Genç bunları söyledikten sonra “amirim dediğime bakmayın. Arkadaştan ileriydi. Telefonu alınca koşup geldim” dedim.
 
O bu bilgileri verirken dayının gözleri aralandı. Kendinden bahsedildiğini anlamıştı. Refakatçisi olan gence minnetle baktı; ama hala tam anlamıyla kendinde değildi.
 
Polis dayının Bozburun’lu olduğunu söyledi. Aydın’dan buraya sevk edilmiş. Böbrek yetmezliğinin yanında coah olduğu anlaşılınca bu servise yatırılmış. Burada biraz kendine gelince Üroloji servisine alınacakmış.
 
Bütün bunlar benim bildiğim hasta hikayeleriydi. Buraya gelen hastalar çoğu böyle çok arızası olanlardı. Onlar için burası genelde ‘son durak’tı. Buradan benim gibi sadece coah rahatsızlığı olanların haricinde gelenlerden pek ayaklanıp çıkan olmuyordu. Çoğunu yoğun bakıma indirip oradan son yolculuğa gönderiyorlardı. Dayının görünüşü de öyleydi. Yani iyileşip gidecek gibi değildi.
 
Aklıma bunlar gelince içim acıdı; ona ‘alıcı gözle’ baktım. Sekseninde gösteriyordu. Oldukça iriydi. Gerçi eli ayağı şişti; ama öyle olmasa da iri yarı biri olduğu anlaşılıyordu.
 
Onun Bozburun’lu olduğunu öğrenince aklıma okuduğum efe hikayeleri gelmişti. O efelerin ve kızanlarının hemen hepsi o yörenin insanıydı; yani hemen hepsi dağlıydı. Zaten Aydın ve Nazilli’nin sırtları hep dağlıktı. Birbiriyle iç içe geçmiş yabani zeytin ve kestane ağaçlarıyla bezenmiş zümrüt yeşili dağlar. Denizden çok yüksek değillerdi; ama hepsi görkemli dağlardı. Bu dağların en yükseği Honaz dağıydı. Onun bile yüksekliği 2500 metre civarındaydı.
 
Bilen bilir rakım iki bini geçince dağlarda ağaçlar bodurlaşır daha yükseklerde makiler ve otlarla kaplı dağlar karşıdan kel tepeler olarak görünürler.
 
Aydın dağlarının rakımı genelde ikibin civarında olduğu için doruklarına kadar dolu ağaç vardır.
 
Osmanlı zamanında; özellikle Osmanlının son zamanlarında asayiş azalınca ağa bey zulmünden yılan veya istediği kız verilmeyen yoksul köylülerden martinini kapan soluğu o dağlarda alıyordu. Bunların içinde en gözü pek cesur olanları diğerlerinden kendine kızan edinip çeteler kurarak dağlarda kendi beyliklerini kurardı. İçlerinde Çakırcalı, Atcalı Kel Mehmet gibi veya kurtuluş savaşı sürecine denk gelen Yörük Ali, Demirci Mehmet efe gibi namlı zeybekler vardı. Tabi onlar kadar ünlü olmasa da kendi çetesi olan çokça zeybek dolaşırdı o dağlarda.
 
Geniş hayal dünyam olduğu için onların hikayeleri beni çok etkilemişti. Öyle ki; örneğin geçmişte Çukurova’ya yolum düşüp de Torosların doruklarını veya Çukurova’da Yılanlı kale’yi görünce aklıma hep İnce Mehmet gelirdi. Pozantı’dan Toroslara ağılan yerde Şeker pınarında mola veren otobüsten inince veya kamyonla yolculuklarımda Torosların doruklarında kamyon mola yerlerinde gözüm hep dağlarda olur; o sıra sanki İnce Mehmet kayaların arasından çıkıp gelecekmiş gibi heyecanlanırdım. O duygu yoğunluğuyla Adını “Zaptiye Yüzbaşısı” koyduğum uzun bir hikaye yazıyordum. O hikayedeki yüzbaşıyla ilgili duyduğum bir iki anekdot üzerine kurmuştum o hikayeyi.
 
Burada da dayının Bozburun’lu olduğunu öğrenince onun iri yarı görünümünde soba borusu gibi kalın kollarında, ince uzun parmaklı iri ellerinde o zeybeklerin izini görmüştüm sanki.
 
Yıllar önce anneannemin Demirci’nin babasını çağırtmak için gönderdiği iki zeybeği babasının öldürüp atlarının terklerine bağladığı sırada başlarından fesleri düşünce kafalarının usturaya vurulmuş pırıl pırıl parladığını, ölülerinin bile onu ürküttüğünü anlatışı o sıra aklıma gelince içimden ‘sanırım bunun yaşı da ellilerden önceye sarkıyor. Eminim o zeybeklerden görüp bildiği vardır’ diye geçirdim.
 
Dayı böyle kendini bilmez halde iki gün yattı. Refakatçisi olan polis de onu iki gün iki gece sabırla bekledi. Zaten ilk gün izin gününe denk gelmiş. Bir gün de amirinden izin aldı. Bu sırada “amcanın damadı gelecek. Nöbeti ona devredeceğim” dedi.
 
Polisin bu özverisi şaşmıştım. Hani; kendi babası olsa bu kadar özen gösterir insan. Hiç yüksünmeden gece gündüz damadın gelmesini bekledi. İkinci gecenin ertesi günü öğleye doğru elinde torba kütelek güleç biri girip geldi. Dayının damadıymış. Polis de tanıyormuş onu. Damat gülen yüzle özür diler gibi baktı polise “kusura bakma az geciktim. Emme iş gayıt zamanı. İşleri anca yoluna goyabildim. Bizim bacanağa ‘sen gidegoy; ben gelene gadar bekle’ dedim. Az keheldir o. Garısının hasdalığını bahane eddi; gelmedi. Senin amir de geldi anasını alıp giddi. İş bana galdı” diye etraflıca izah etti. Onu sabırla dinleyen polis dayıya “geçmiş olsun” dedi. Damada da “bir şey ihtiyaç olursa beni ararsın” diye tembih edip gitti.
 
O gittikten sonra damat dayıya az önce söylediklerini bacanağının karısını bahane edip nasıl kaytardığını anlattı. Bana damat sanki “bak senin has damadım benim. Onu bil” der gibi şişindi geldi.
 
O anlattı. Dayının üç oğlu iki kızı varmış. Oğlunun ikisi polis, biri öğretmen; kızları ev hanımıymış. Öğretmen olan da doğuda bir yerdeymiş.
 
“Benim garı gayretlidir. Baldız az nazlı. Herhalde gocasına nazlanıyo” dedi. Dayının karısı alzaymır hastasıymış. Ona dayı kendi bakıyormuş. Şimdi hastalanınca mecbur büyük oğlu gelmiş. Baldızın hasta olduğunu görünce “ben anama bakarın” deyip alıp gitmiş.
 
“Benim garı da bakardı. Emme ben burda olunca; iş gayıt ona galdı. Ondan abesine ‘sen götür’ dedi” diye açıkladı.
 
Kıpır kıpırdı. İkide bir cama kadar gidip geliyordu. Gözü hep karşı dağlardaydı. O sıra dayı da az canlanmıştı. Onunla sohbet ediyordu.
 
Dayı o sıra anlatmıştı karısının hasta olduğunu. “Çocuklar uçup gidince biz Köroğlu ayvaz galdık garıyla. Birbirimize bakıyoduk. O hasdalanınca iş temeli bana galdı” dedi. Karısının çocuk gibi olduğunu karnının acıktığını bile söyleyemediğini söyledi. “Bir beni tanıyo. Çocuklara torunlara hiç tanımeyo. Zaten onlan da aldırdığı yok ya. Ben onu çocuğum gibi bakıyodum. Şimdi böyük oğlan götürmüş; emme benim aklım hep onda. ‘Acaba ona iyi bakıyola mı?’ diye düşünüyon. Oğlan yavuzdur. Gelin de iyidir; emme el gızı. Ne gadar olsa benim gibi bakımazlar” dedi.
 
Onu asıl üzen kendi hastalığı değildi. Burada böyle bağlı kalıp karısından uzak kalmaktı asıl derdi.
 
“Hacer’i ben gaçırdım” dedi. Karısının adının Hacer olduğunu böyle öğrendim. Hacer’le küçükten sevmişler birbirini. Kızın babası biraz varlıklıymış. Bunun babasıysa yoksul. Öyle olunca babası vermemiş Hacer’i. İstemeye giden babasına “senin oğlan benim gızı irezil eder” demiş vermemiş. Ovadan zengin biri istiyormuş Hacer’i.
 
Babası vermeyince Hacer buna haber göndermiş “gaçır” beni demiş. Kendi babası da Hacer’i oğluna istemeye gittiğinde onun babasının “senin oğlan benim gızı bakamaz. İrezil eder” dediğine çok içerlemişmiş. Hacer’den “beni gaçır” diye ona haber gelince babası “gaçır oğlum. Al; benim arkıdaş var. Memiş. Onun yanına git. O bakar size. Bu döyüs de sonunda mecbur galıp verir gızı” deyince Hacer’e “seni gaçırcen” diye haber göndermiş. Hacer bohçasını hazırlamış. Bu da babasının “al oğlum gurda guşa lazım olur” diye verdiği mavzeri vurmuş sırtına alıp gitmiş Hacer’i Memiş emminin dağdaki ağılına.
 
Memiş emmi arkadaşının oğlunun yavuklusuyla çıkıp geldiğini görünce “gelin gelin. Burdan sizi Azrail bile alamaz” demiş. İki çoban arkadaşını çağırmış. Onların şahitliğiyle bunları nikahlamış. Orda girmişler ‘dünya evine’.
 
Dayı bunları anlatırken sanki o günleri yaşıyor gibiydi.
 
Üç ay kalmışlar orada. Hacer büyük oğluna hamile kalmış. Bu sıra babası haber göndermiş dayıya. “Oğlum Hacer’i al gel. Bubası razı oldu vermeye” diye.
 
Babasından gelen bu çağrı üzerine Memiş emmi ve karısıyla vedalaşıp gelmiş köyüne. Gidip Hacer’in babasının elini öpmüş. Babası gidip usulen istemiş Hacer’i oğluna. O da mecbur vermiş. Orda resmi nikah yapmışlar. Çocuğu oğlan olunca da adını Memiş koymuş.
 
“Memiş emminin çok eyiliğini gördüm. Oğlan doğuncek bubama ‘buba ben oğlanın adını Memiş goycen’ dedim. O da ‘tabi oğlum’ dedi” diye açıkladı büyük oğluna isim koyuşunu.
 
“Hacer’in bubasının dediği gibi bişeyciğimiz yoğudu. Emme Hacer’le sırt sırta verdik. O sıra dağda zeytinlik, kestanelik çıkardık. Onları aşıladık. Ovaya işe gittik. Üç oğlanı da okuttum. Gızla okumadı. Onlara da temiz süt emmiş iki oğlana verdim. Yüz elli ağaçlık zeytinliğim vardı. Yüz gadar da kesdene, otuz ağaç da cevizim varıdı. Onları çocuklara pay edivedim. Kendi yapdığımız iki gatlı evim var. Onun bahçesinde kendi diktiğimiz zeytin, kesdene, ceviz ağaçları var beş on gadar. Onları biz ediniyoz. Bir iki de davar edindik. Hacer’le gül gibi geçinip gidiyoduk. O ‘Alzaymır’ deyola. O hasdalığa yakalandı; emme şükür elim ayağım dutuyo; Hacer’i kimseye muhtaç edmeden guzu gibi bakıyodum. Gel velakin bu dert bene buldu. Şimdi ben burda Hacer’i Memiş alıp gidmiş. İçim heç rahat değil. Aklım hep onda” demiş ve derin bir iç çekmişti.
 
O bunları anlatırken cama doğru gidip gelen damadı onun iç çektiğini fark edince “buba sen ne üzüyon kendini. Memiş bakar ona” deyince dayı “tabi bakıcek oğlum. Allah razı olsun. Yeri gelir siz de bakasınız. Emme Hacer benden başka kimseyi tanımaz. Acıkdığını da söylümez. Onlar da o söylümeyince bilmez onun acıkdını. Perişan oluyordur orda” dedi. Dudakları büzüldü o sıra. Hani ‘dokunsanız ağlayacaktı’ diye tanımlanan bir yüz ifadesi var ya. Koskoca adamın yüzü elinden en sevdiği oyuncağı alınınca üzülen bir çocuğun yüz ifadesi gibi çocuksu bir ifadeye bürünmüştü
 
Damat bu sıra yine cama gidip geldi “sen onu bırak buba. Bulutla bizim tarafa yürüdü” deyince dayının yüzünde bir memnunluk ifadesi belirdi. “Eyi zeytinle sevinir” dedi sonra bana döndü “dağdaki zeytin anca rahmetle sulanır. Şimdi tam su istediği zamandı” dedi. Sonra sanırım aklına karısı geldi yine yüzü bulutlandı.
 
Onun bu hasta halinde öyle karısını düşünmesi beni çok duygulandırmıştı. ‘Bu nasıl bir sevgi ki?’ kendi can derdindeyken aklı fikri alzaymır olan ve bakıma muhtaç karısındaydı.
 
Bu düşünceyle dayıya sevgiyle baktım. Aklımda yine sevdiğini alamayınca onu kaçıran veya alıp martini dağlara vuran eşkıya hikayeleri geldi. Bunların en namlısı Atçalı Kel Mehmet’in hikayesiydi. O da sevdiği kızını vermeyen adamı vurup dağa çıkmış; orada ünlenmiş ve sonunda gelip Aydın’ı işgal edip “Hademe-i devlet Atçalı Kel Mehmet” mührünü kazdırıp bir süreliğine kendi devletini kurmuştu.
 
Dayıya bakınca aklıma geldi bunlar. Eminim Hacer’in babası vermemekte diklense dayı da onun babasını kesin vururdu. Çünkü ‘Hacer’i için yapamayacağı hiçbir şey yokmuş’ gibi gelmişti bana.
 
Bana o gün ‘gün boyu’ bunları anlatmıştı. Akşama doğru aniden fenalaştı; morarmaya başladı. Damat koşup hemşireye haber verdi. Gelen hemşire önce damada “burnundan oksijeni mi çıkardınız?” dedi baktı dayının oksijen burnunda; ama morarma devam ediyor. Koşup servis doktorunu çağırdı. O geldi telaşla ve dayının yoğun bakıma alınmasını söyledi. İki görevli ve damat dayıyı tekerlekli sedyeye bindirip yanlarında doktor ve hemşire alıp gittiler.
 
Ertesi gün öğleyin damat geldi. Suratından çok üzgün olduğu anlaşılıyordu. Bana “bubalığı gaybettik” dedi. Ben de çok üzülmüştüm. “Başınız sağolsun” dedim.
 
Damat dayının eşyalarını toparlayıp gitti. O giderken aklıma dayının “aklım hep onda” diyerek karısı Hacer’le anlattıkları gelince içim acıdı. “Acaba?” dedim “can verirken de aklında Hacer var mıydı?” Çünkü kendimden biliyordum insan can verme noktasına gelince aklına en sevdikleri gelir.
 
Benim de kalbim durmadan önce aklımda iki kızım ve onların görüntüsü vardı gözümün önünde.
 
Bu aklıma gelince dayıdan çok karısı Hacer’e “acaba dayının onu son nefesine kadar düşündüğünü; aklında hep onun olduğunu bilecek mi?” diye içim düşünürken içim acıdı.
 
 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..