- Kategori
- Deneme
Memleketimden İnsan manzaraları

Memleketimden insan manzarası
Memleketimden insan manzaraları Nazım Hikmet’in bir eserinin adı.
Nazım bu eserinin 1939 yılında yazmaya başlamış ve on yedi bin mısradan oluşan bir destan.
Nazım bunu tanıdığı insan öyküleri üzerinden kurmuş ve giderek bütün Anadolu insanını kapsayan dev bir esere dönüşmüş.
Daha önce Öykülerle Yolculuk isimli denememin başında da yazmıştım.
Bu bilgiyi vermekten kastım benim de benzer merak içinde insan öykülerinde gezinmeyi sevmemdir.
Benim bu tutkum atmış yaşına gelince depreşti; yıllardır içimde var olan yazma tutkusu bir öyküyle açığa çıkınca arkası geldi.
O günden bu yana çeşitli başlıklar altında kısa uzun üç yüzün üzerinde insan öyküsü yazdım.
“Öykülerle Yolculuk” isimli öyküm başlı başına ellilerinden günümüze kadar geçen sürede İstanbul’un özellinde “taşı toprağı altın” diye İstanbul’a hücum eden insan öykülerinden bugün on altı milyonu geçen İstanbul’da Varoşlara kadara uzanan yaşamları öykü dilinde anlatmaya devam ediyorum.
Onun dışında Esma’nın yüzüğü ve Gara onbaşı başlıklı iki roman çalışmam var. Ayrıca “Millet Mekteplerinden günümüze” eğitim yaşamımızı yine öykü dilinde yazıyorum. Bunların dışında yazdığım kısa uzun kadın erkek bir insan yaşamını anlatan üç yüzün üzerinde öykülerim var.
Bunların yanında ‘belki Nazım’dan öykünüp’ “Memleketimden İnsan Manzaraları” başlığıyla insan yaşamına farklı bir açıdan bakmayı amaçlıyorum.
Çünkü özellikle son beş yıldır yazma benim bir yaşam biçimim oldu. Emekliyim; üstelik sağlık sorunlarım nedeniyle öyle fazla gezip tozamıyorum. Yani kendime ayırdığım zamanım bol. Bu süreyi genellikle kitap okuyarak ve her gün en az dört saat yazarak değerlendiriyorum. Yazmadığım veya okumadığım günü yaşamamış sayıyorum.
Sanırım yeni uzun yazı dizisi için bu kadar açıklama yeter.
Gelelim yazacağım insan öykülerine. Bunların diğerlerinden farklı olduğunu söyledim. Farkı bu öykülerin hemen hepsinin geçmiş yaşantımda bir şekilde karşılaşıp tanıdığım insan yaşamlarını içermesi. Yani belli bir yanı yönü yok. Deyim yerindeyse ‘daldan dala gibi’ farklı insan öykülerinde gezinmek.
Nazım Hikmet yapıtıyla ilgili ön tasarısını açıklarken bir yerinde; İstiyorum ki okuyucu on iki bin mısrayı bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynayan bir mahşerden geçmiş olsun” der.
Amacım tıpkı Nazım’ın ‘Memleketimden İnsan Manzaralarında’ ön bilgi olarak “istiyorum ki okuyucu on iki bin mısrayı bitirdikten sonra ‘vıcık vıcık kaynaşan’ bir insan mahşerinden geçmiş olsun” dediği gibi burada yazdıklarımı okuyan kişinin belli bir zaman dilimi sonra içi dışı insan kaynasın. O kaynaşan insanlar içinde kaybolsun ve kendini bulma telaşına düşsün.
Peki bu olabilir mi? Yani insanın okurken ‘kendini kaybedip’ kendini arama telaşına düşmesi olabilir mi?
Ben ‘kaçıncı sayfada olur bilmem’ ama bir yere gelince insanın durup anlatılan öykülerde kendini arayacağına yürekten inanıyorum.
Böyle deyip başladım…
Burada bugüne kadar “Memleketimden İnsan Manzaraları” na denk düşecek; yani memleketimin ortalama resmini verecek olan ve değişik yerlerde paylaştığım insan öykülerini topluca paylaşacağım. Amacım okuma zevki olan insana bir süreliğine keyifli vakitler geçirterek ona içinde kendinin de olduğu ve bu güne kadar belki fark edemediği insanları fark ettirerek yaşadığının farkına vardırmak.
Yukarıda yazdığım gibi bu öykülerin yanı yönü birbiriyle görünen bir ilintisi yok. Tek ilişkileri hepsinin yaşanmış insan öykülerinden olması.
Bu düşünceyle insan manzaralarında gezinemeye İlk olarak 1968 yazında tanıdığım üç ameleden başlayacağım.
Bunlar üç arkadaştı. Kürt Ahmet hemşerisi dadaş Muhittin ve Ağrılı Kürt Hasip.
Ben onlara sanat enstitüsünü bitirdiğim yıl sürveyan olarak çalıştığım bir kooperatif inşaatında tanımıştım. Üçü de o inşatta çalışan ameleydi.
O yıllarda Doğu ve Güneydoğu’da yaşayanların isimlerinin kısaltıldığını; “örneğin “Hasan’a Hasso ve Mehmet’e Memo” dendiğini düşünerek ben de ona “Ahho” derdim o da katıla katıla gülerdi. Sebebini sonra öğrendim. Meğer Ahmet’e “Ahmedo” derlermiş.
Ben bunu öğrensem de ona “Ahho” demeye devam ettim.
Bunlar üç de beton amelesiydi. Tıpkı elli yıllı yıllarda “taşı toprağı altın” deyip İstanbul’a gitmek için yollara düşenler gibi bunlar da hemşerileri dayıbaşıların çağrısıyla bu şehre gelmişlerdi.
İstanbul’a gidenler gibi bunlar geldikleri şehrin taşının toprağının altın olduğunu düşünerek gelmemişlerdi tabi. Çünkü yıllar sonra İstanbul’un taşının toprağının altın olmadığı gurbette bir lokma ekmek için çok büyük çileler çekildiğini herkes gibi onlar da duyup, sonraları yaşayıp öğrenmişti.
Gelmeleri ‘gidip de dönmeyen sevgililer için’ türküler yakılan İstanbul gibi henüz buralara mesken tutmak için değildi. O yıllarda Batı ve Güneydeki şehirlere sırtına yükünü sarıp veya eline tahta bavulunu alıp gelenler köyde işlerin azaldığı zamanlarda gelip bir süre çalışıp memleketlerine dönmek için geliyorlardı.
O yıllarda şimdi olduğu gibi hazır beton yoktu tabi. İnşaatlarda beton ya elle karılır; ya da büyük inşaatlarda olduğu gibi beton karma makinesiyle ‘betoniyer’ karılır; sonra bu karılan beton ağır beton arabaları veya tenekeler içinde taşınıp döküleceği yere götürülürdü. Yani tamamen iş gücüne dayalı bir iş… Öyle olunca da bu işlerde çalışanların güçlü kuvvetli insanlar olması gerekirdi.
O yıllar inşaatlarda özellikle beton işinde çalışan insanların hemen hepsi doğuluydu. Her yıl özellikle ilkbaharın başlarında inşaatlarda çalışmak üzere akın akın gelirken ya başlarında dayı başları olurdu veya ellerinde bir inşaatın adresinde bir tanıdığın adresi.
Ahho, Muhittin ve Hasip de bu şekilde gelmişti bu inşaata. Sanki buraya çalışmak için değil de öylesine gezmek için gelmiş ve hatırına birkaç gün bu inşaatta çalışıyormuş gibi davranış içinde beton arabasını sürerken veya sırtlarında içi beton dolu tenekeleri omuzlarında taşırken bar oynamaya veya halay çekmeye çıkmış gibi bir davranış ve görünüm içindeydiler. Bu halleriyle öbür amelelere pek benzemiyorlardı.
Onların bu hali dikkatimi çekmiş, sonraları arkadaş olmuştum onlarla. O sıra anlatmışlardı bana kendilerini.
Ahmet ve Muhittin Erzurumluydu. Muhittin dadaş Ahmet Horasanlı Kürt’tü. Her ikisi de köylerinde varlıklıymış. Hele Muhittin’in babası epey zenginmiş. Ahmet “bunun babası bunu burada böyle beton taşırken görse kahrından ölür valla” derdi. Kendinin de epey sürüsü varmış. Geliş nedenleri; daha önce gelenlerin uzun kış gecelerinde buralarda çok kolay para kazandıklarını, akşamları beyler gibi caddelere gezip sinemalara gittiklerini, kadın ve kızlarla tanıştıklarını söylemeleriymiş.
“Niye öyle davranıyorlar?” diye sorduğumda “burada böyle eşek gibi çalışıp köpeğin kalmayacağı yerlerde kaldıklarını nasıl söyleyecekler ki?” demişlerdi.
Onlar da gidince aynı ötekiler gibi övüneceklerini söylerken ‘gülerek’ hiç gelmeyenleri buralara gelmeye heves ettireceklerini söylüyorlardı.
Ben “onlar dönünce size ‘yalancı’ deyip kızmazlar mı?” dediğimde “nasıl kızacaklar? O zaman kendilerinin burada nasıl çalıştığı ortaya çıkar. Onun için onlar da buradan dönünce bizim gibi yalan söyleyecekler” derken gülümserlerdi.
Ama Hasip onlar gibi değildi. Daha ince naif bir görünüşü vardı. Sanki öğrenci gibi kibar biriydi. Onun buraya geliş nedeni köydeki sevdiği kızı almak için başlık kazanmakmış. Yani başlık parasını biriktirince gidip sevdiğini alacak. Bunu anlatırken ‘ah başlık parasını bir biriktirsem’ der gibi bir hali vardı.
Üçüyle çokça buluşup sohbet eder; akşamüzeri şehirde gezer; yazlık sinemaya falan giderdik.
Hasip hep sessiz, usul usul konuşup gülse de çok güzel yanık sesi vardı. Koğuşlarında memleket türkülerini söyletirdik ona.
İşte öyle günlerden bir gün Ahmet ve Muhittin sırtlarında beton tenekeleri bir kolona beton taşıyorlardı. Hasip de kolonun tepesine çıkmış dökülen betonları şişliyordu; ama üçünün de ağzını bıçak açmıyordu.
Ahmet ve Muhittin yanımdan gelip geçerken benimle göz göze gelmemeye çalışıyorlardı. Kolonun dibine varıp Hasip’e baktım. O da gözünü kolon kalıbına dikmiş inceden yas eder gibi Kürtçe bir türkü söylüyordu.
Tenekeyi boşaltıp inen Muhittin’in arkasından betoniyerin yanına gittim. Orada “Hayırdır Muhittin? Bir şey mi oldu?” dedim. Muhittin çok üzgündü. Soruma “sorma abey. Hasip çok dertli. Ona üzülüyoruz” dedi. Sonra yanıma gelip anlattı. Bu sabah Hasip’e şantiyeden bir telgraf vermişler. Memleketten kardeşi göndermiş. Kardeşi telgrafta onun almak için başlık biriktirdiği kızı babasının birine verdiğini bildiriyordu. Hasip telgrafı alıp okuduktan sonra kahrolmuş tabi. O yüzden çalışırken yanık yanık yas ediyormuş.
Ben de çok üzüldüm tabi.
Akşam oldu. Hasip müteahhite köye gideceğini söyledi ve hesabını kesti. Biz teselli etmeye çalışsak da gitmeye kararlıydı. Hazırlandı; birlikte gidip onu garajdan uğurladık; gitti.
O günden sonra üçümüzün keyfi hiç yerine gelmedi. Akşamüzeri şehirde gezmeyi de bıraktık.
Aradan iki ay geçmişti. Muhittin neşeli bir şekilde yanıma geldi “abey Hasip’ten haber var” dedi. Yanında biri vardı. Hasip’in kardeşiymiş; o anlattı. Hasip doğru memlekete köye gitmiş. Kızın babasını ve onu satın alan kişiyi öldürmüş ve kızı aldığı gibi İran’a kaçmış.
Hasip’in kardeşinin anlattıkları Ahmet ve Muhittin’i çok sevindirmiş; artık hepimizin eski keyfi de yerine gelmişti.
O günden sonra Hasip’in yerini kardeşi aldı. Onlar gidene kadar birlikte hoş vakitler geçirdik; bir daha onları hiç görmedim.