Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ekim '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Akşamı beklerken

Ön masada oturan ihtiyarlar önlerine az önce gelen çayları karıştırırken şekerinin erimesini değil de bardağın delinmesini istiyorlardı sanki.

Zil seslerini andıran gürültüler yavaş yavaş azalmaya başladığında; kasketli ihtiyar, parmaklarının ucundaki Kıbrıs motifli çay kaşığını tabağın kenarına iliştirip, kasketi masanın üzerinde olan ihtiyara gıcır gıcır bir paketten Yeni Harman sigarası uzattı.

İkramı kabul eden moruk hiç de keyifli görünmemesine rağmen ‘yakayım bir keyif sigarası’ dedi.

“Ömrü uzun, bu çaylar içilecek gibi değil, bardaklar lekeli, sular kireçli...”

“Aman canım çay bahane, maksat yarenlik olsun”

“Öyle... öyle...”

Denizi gören ön masaları ihtiyarların kaptığı çay bahçesinin kışlık salonuna takım elbiseli, orta yaşlı, tıknaz bir adam giriverdi sonra.

Elindeki çantayı kapının hemen önündeki masaya iliştirdikten sonra şemsiyesini kapatmaya koyuldu. Fakat ne yaparsa yapsın şemsiye bir türlü kapanmıyordu, önce asasını göbeğine dayadı, dıştaki metal boruyu kendisine doğru çekti, olmadı.

Sonra derin bi nefes alıp biraz da düştüğü duruma sırıtarak yere bıraktığı şemsiyenin üzerine doğru iki eliyle bastırdı yine kapanmadı, en nihayet bir eliyle şemsiyenin çatısını tuttu, diğer eliyle içindeki çubuğu düşman boğazlarcasına kavradı.

Çubuğu tutan elinden bir iki küçük kan damlası gün yüzüne çıkıverdi sonra. Kapıyı açık bırakıp dışarı çıktı, içeri giren rüzgarın üşüttüğü ihtiyarlar somurta dursun o şemsiyesini çoktan çöpe atıp gelmişti.

Kasketli ihtiyar ağır bir zeybek gibi sırtını deniz tarafına çevirerek şemsiye gazisine yüzünü döndü. Bıyığının altındaki muziplikleri pek de saklamadı adamdan.

“Senin şemsiye de Tayyip gibi olmuş, bozulmuş” dedi. Kasketsiz olanı bu söze uzun uzun güldü, garsonla konuşmasını bir nebze kesen takım elbiseli adam ihtiyarın ne demek istediğini tam olarak anlamadıysa da içten bir nezaket tebessümü ile ihtiyara karşılık verdi.

...

Dalgalar falezleri her dövüşünde Ekim ayının denize sürdüğü lacivert boyalarıyla beraber, bütün tuzlu sular, taşıdığı ağır yük yüzünden alçalan göğe doğru gidecekmiş ve oradan da caddeleri, bulvarları laciverde boyayacakmış gibiydi adeta. Derken kapıdan içeri şişe dibi misali kalın camlı gözlükleriyle bir ihtiyar daha girdi.

“Selamün aleyküm”

“ ve Aleyküm selam”

İhtiyarların bu sıcak selamlaşmasına kapının önündeki masada tek başına oturan takım elbiseli adam da kendi kendine mırıldanarak katıldı.

Verilen Tanrı selamları boşa gitmezdi buralarda.

Gözlüklü ihtiyar çevik bir şekilde paltosunu iskemlenin sırtına asıp arkadaşlarının yanına oturduğunda ‘lekeli bardaklı ve bol kireçli bir çay’ çoktan ısmarlanmıştı garsona.

Hal hatırdan sonra koca camlı gözlüklerinin üzerindeki yağmur sularını; gömleğinin üzerine giydiği el örgüsü kazağının kollarıyla bir güzel temizledikten sonra yeniden taktı. Dünya’ya bu koca camların arkasından bakmayı sevdiğini belli ediyordu herkese. Mağdur görünmek istemiyordu ama derin bir hasta nefesi alıp söylenmeye başladı.

“Benim kiracı...” dedi.

Kasketli olanı ‘üzülme’ dercesine yaşlı ve ağır elleriyle dokundu arkadaşının omzuna.

“Vermiyor, daha kötüsü ‘benden altı ay para pul bekleme’ diyor.”

Gözlüklü ihtiyarın bu müzmin sorunundan her ikisinin de haberi vardı ve bütün kabahati arkadaşlarında bulmakla beraber bunu çok zaman kendisini kırabilecek bir sertlikle ona aksettirmişlerdi. Gözlüklü ihtiyar da her seferinde arkadaşlarının ‘avukat tut, savcılığa dilekçe ver’ gibi önerilerini can kulağıyla ve heyecanla dinlemiş hatta harfi harfine yapmaya niyetlenmiş ama bir başkasından duyduğu herhangi bir telkin sonrası arkadaşlarının ‘yap’ dediklerini bir türlü yapmamıştı.

Bunlar ‘pislik’ adamlardı ve kötü olmaktan korkuyordu.

...

Kasketsiz ihtiyar canının ne istediğini bir süre düşündükten sonra bir ‘dallı’ istedi garsondan. Takım elbiseli adamın peynirli gözlemesini taşıyan platin tepsiye bir de adaçayı ekleniverdi.

“Ömrü uzun, darılmak gücenmek yok, sen ürkek adamsın”

Gözlüklerini yüzüne doğru hızlıca çektikten sonra cevap verdi öteki.

“Estağfurullah, ama bu yaştan sonra ite kopuğa uyamam, mahkemelerde sürünemem, hem komşuluğumuz da var, bakalım hele üç beş ay geçsin, hayırlısıysa verecektir borcunu”

Kasketsiz ihtiyar bardağındaki otları temizlerken bir taraftan da ‘yarabbi şükür’ diye nefes çekiyordu.

...

Salondaki sunta paravanın ardındaki çay ocağından doğulu şivesiyle okkalı bir küfür yükseldi birden, sonra küfre; tuzağa düşmüş vahşi bir havyanın ürkütücü çığlıklarını andıran ağlama sesleri eklendi, takım elbiseli adam sesin geldiği yere doğru koştu, ocağın uyduruk kapısını ittirdiğinde az önce bacağının üzerinden betona kaynar suları dökmüş şimdi de halsiz bir şekilde zemindeki suların üzerine yığılıp kalmış ocakçıyı görecekti.

Aklına ilk önce ocakçıyı hastaneye götürmek gelmedi, telaşı daha önce sınanmışçasına sakin ve sakinleştirici bir ses tonuyla ‘buz bulmamız lazım’ diye söylendi kendi kendine. Ocakçının pantolonla birbirine karışmış kıpkırmızı bacaklarını görünce kalp atışları hızlanıverdi.

...

Orta yaşlı adam çocuğun genleşmiş ayaklarından, garson da başından tuttu. Kapının önüne gelen taksinin arka koltuğuna hala küfürler ederek ağlayan ocakçıyı yatırdılar, orta yaşlı adam iş arkadaşının başına gelen bu kaza sonucu korku içinde kalan garsona ‘ben onunla ilgileneceğim’ dercesine el kol hareketleri yaptı ve şoföre bir an önce en yakın hastaneye gitmeleri gerektiğini söyledi. Bunu söylerken şoförü içinde bulundukları bu telaşa katmak istemiyor gibiydi, kaptan boyun kemiklerini kıtlatıp gaz pedalına bastı.

...

Salonda, suratının rengi; önünde durduğu sunta paravanla eşleşen garson, kapının önündeki masada sahipsiz bir çanta ve tatları kaçmış üç ihtiyar kalakalmıştı. İş hayatının büyük bölümünü Almanya’da geçiren kasketli ihtiyar arkadaşlarına birer Yeni Harman sigarası daha uzattı.

“Bütün bu iş kazaları cahillik, bilinçsizlik” dedi.

“Öyle... Öyle...”

Gözlüklü olanı üzerindeki korkuyu hala atamamış olan garsona döndü. “Evladım sigortası var mıydı o çocuğun?”

Garsonun cevabını beklemeden diğerleri yetişti arkadan.

“Aman yavrum görüyorsunuz, can tatlı, hele ki işten güçten kalmak en zoru...”

“Maazallah ya yüzüne gelseydi o sular...”

Garsonun vereceği cevap o an için ihtiyarların duymak istediği türden değildi, morali zaten bozuk olan çocuk, kendini ihtiyarların huyuna gitmek için zorlayamadı ve sessiz kalmayı tercih etti.

...

Orta yaşlı adam hastaneden geri döndüğünde hastanın durumunu soran ihtiyarlara ve ‘burada az önce bir şeyler olmuş herhalde’ diye merakla etrafa bakınan yeni müşterilere ‘ailesine haber verdik, merak edilecek bir şey yok’ dedi. Masanın üzerindeki çantasını alırken saatine bakmadan önce buruşturduğu yüzüne, saatine baktıktan sonra ‘İşe geç kalmışız’ kelamını ekleyiverdi.

...

Bu iş kazasının kısmetlisi yeni ocakçı aylardır beklediği işe şansının da yardımı ile kavuşurken, karınları iyiden iyiye acıkan ihtiyarlar ağır hareketlerle ve kol kola ayaklandılar masadan.

Çay bahçesinin teneke levhalı kapısından çıkarlarken yüzlerini evlerinde anlatacakları acı olaya şimdiden akort etmişlerdi.

Bu satırların sahibi de kendince uydurduğu bi şarkıyı mırıldanıyordu ihtiyarların arkasından.

‘bu .oktan havalarda cafelerde buluştuğuna değecek bir sevgilim yok

ama olsun zaten ben bunları anı olsun diye yaşadım...’

iyi akşamlar...


Okan Ünver

 
Toplam blog
: 104
: 489
Kayıt tarihi
: 06.03.08
 
 

1978 doğumlu Antalyalı bir müzisyenim, devamını ben de bilmiyorum..