- Kategori
- Deneme
Alacakaranlık

Farkında olmalı insan
Kendisinin, hayatın, olayların, gidişatın farkında olmalı.
Farkı fark etmeli,
Fark ettiğini de fark ettirmemeli bazen…
Bir damlacık sudan nasıl yaratıldığını fark etmeli.
Anne karnına sığarken dünyaya neden sığmadığını ve
en sonunda bir metre karelik yere nasıl sığmak zorunda kalacağını
Fark etmeli.
Şu çok geniş görünen dünyanın, ahirete nispetle anne karnı gibi olduğunu
Fark etmeli.
Henüz bebekken ‘Dünya benim!’ dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu,
Ölürken de aynı avuçların ‘Her şeyi bırakıp gidiyorum işte!’
Dercesine apaçık kaldığını
Fark etmeli.
Ve kefenin cebinin bulunmadığını fark etmeli.
Baskın yeteneğini
Fark etmeli sonra.
Azrail'in her an sürpriz yapabileceğini,
Nasıl yaşarsa öyle öleceğini
Fark etmeli insan
Ve ölmeden evvel ölebilmeli.
Hayvanların yolda, kaldırımda, çöplükte
Ama kendisinin güzel hazırlanmış mükellef bir sofrada yemek yediğini
Fark etmeli.
Eşref-i Mahlukat (Yaratılmışların En Güzeli) olduğunu
Fark etmeli.
Ve ona göre yaşamalı.
Gülün hemen dibindeki dikeni,
Dikenin hemen yanı başındaki gülü
Fark etmeli.
Evinde 4 kedi 2 köpek beslediği halde
Çocuk sahibi olmaktan korkmanın mantıksızlığını
Fark etmeli.
Eşine ‘Seni çok seviyorum!’ demenin mutluluk yolundaki müthiş gücünü
Fark etmeli.
Dolabında asılı 25 gömleğinin sadece üçünü giydiğini, ama arka
Sokaktaki komşusunun o beğenilmeyen gömleklere muhtaç olduğunu
Fark etmeli.
Zenginliğin ve bereketin, sofradayken önünde biriken ekmek
Kırıntılarını yemekte gizlendiğini
Fark etmeli.
Ömür dediğin üç gündür,
Dün geldi geçti yarın meçhuldür,
O halde ömür dediğin bir gündür, o da bugündür.
Farkında olmalı insan diye başlıyor ve ömür dediğin bir gündür o da bugündür diyerek bitiriyor Can Yücel.
Bu ikisinin arasına da insanın hep bildiğini, hep gördüğünü sandığı ama aslında hiç farkında olmadığı varolmanın değerini ve yaşama mutluluğunu özenle yerleştirmiş.
Geçenlerde bir arkadaşım, sevdiği bir komşusunun ölümü üzerine güzel dostluğu ve iyi kalpliliği anısına, veda yazısına eklemişti bu şiiri.
Varlık ve yokluk arasında bir sürelik yaşanmışlık, bir tadımlık mutluluk ve hüzün hepimizin payına düşen.
Ve paylaştıklarımız...
Bir kitap, bir kap yemek, bir gömlek...
Hislerimiz, düşüncelerimiz...
Anılarımız...
Her Aralık ayı geldiğinde biten yılın bir muhasebesini yaparım.
Son yıllardaki durum tesbitim şu:
Hem kendime hem çevreme bakıyorum, çok üzüldüğümüz, çaresiz hissettiğimiz, ateşi hissettiğimiz zamanlar var.
Bunların olması mı gerekiyordu diye soruyorum kendime .
Hamdım, piştim, oldum " niye demiş Mevlana ?
Yanmadan, erimeden anlaşılamıyor ve herkes kendi ateşinde yanıyor da ondan herhalde.
Peki biz bu kadar yanıyoruz da neden pişemiyor, olgunlaşamıyoruz acaba?
Yaşanılan her şeyin bir nedeni var.
Bundan gereken dersi almayı bilmediğimiz, öğrenemediğimiz için mi ?
Hepimizi farklı bir sebep uyandırıyor.
Ya uyanık kalmayı, yani diri olmayı seçiyoruz ya da tekrar gözümüzü kapayıp, kendimizi uyuşturmayı.
İkincisi çoğumuza kolay geliyor.
Birincisini tercih edersek kader felsefesinin " ne ektiysek onu biçmek " olduğunu anlayıp, neyi ektiğimizi ve neyi biçtiğimizi daha iyi kavrarız.
Bu da nereden başladığımızı, nereye vardığımızı anlamak ve nereye gitmekte olduğumuza ilişkin bilinci uyanık tutmak, yani " yaşamak " demek.
Hem kişisel hayatımızda hem de içinde bulunduğumuz toplumda.
Başkalarına bakıyorum, kendime bakıyorum. Kendimize ve aslında ufacık olan şeylere nasıl büyük manalar yüklediğimizi, gururu, hırsları, kızgınlıkları, alınganlıkları daha iyi fark ediyorum.
Bütün bunların insan olarak kendi aczimizden geldiğini ve bırakın kâmil insan olabilmeyi, gayretinin bile ne kadar zorlu olduğunu anlıyorum.
Sınırlı bir zamanımız var, bakın ömrümüzden koca bir sene daha geldi gidiyor işte!
Biz nereye koşuyoruz?
Ne kadar akıllı, ne kadar güzel, ne kadar güçlü olursak olalım bir hiçiz aslında.
Evet, her şey bu evrende bir hiç!
Koca bir çölde bir kum zerreciği kadarız hepimiz.
Halbuki kendimizle ve sahip olduğumuzu zannettiğimiz şeylerle nasıl da övünüyoruz çoğu zaman.
Bu dünyadan ne aldıysak kısıtlı zamanımızda, biz almadık, bize bahşedildi.
Güzel işler yaptık, güzel şeyler gördüysek buna gayret gösterdiğimiz için bize hediye edildi.
" Yediğin içtiğin senin olsun, gördüğünü anlat bana" deriz ya hani uzun bir seyahatten dönenlere...
Sanırım ölünce de bize bunu soracaklar.
Ne gördün ?
Gözlerin gerçekten görmeye değenleri gördü mü ?
Yoksa hızlandırılmış bir filmin başrolünü oynama telaşında mıydın?
Görebildiğimizden daha çok şey var.
Görebildiklerimizin ötesinde de...
Bunun için kalp gözünü açmak gerek.
Sevmek,affetmek, yavaşlamak, sadeleşmek.
Bir de paylaşmak...
Bütün felaketlere, kötülüklere ve çirkinliklere rağmen iyi insanlar var bu dünyada.
Hem de tahmin ettiğimizden çok.
İsimlerini bile bilmediğimiz, hiç tanımadığımız, birbirimizden binlerce, onbinlerce kilometre uzak ama aslında aynı frekansta olduğumuz, enerjilerimizin birbirine benzediği insanlar...
Aynı köke, aynı dine, aynı yaşam biçimlerine sahip olmasa da ruhları birbirleriyle uyumlu, aynı tekamül seviyesinde olan insanlar...
Ve dünya halâ bu insanların iyilikleri, emekleri ve umutları sayesinde dönüyor.
Dünyanın var oluşundan günümüze kadar gelen zaman içinde ve kutsal dinlerin ortak sembolleri arasında 7 rakamının ayrı bir yeri ve önemi olduğundan bahsedilir.
"7 " tamamlanmışlığın, bütünlüğün, birliğin, göksel uyumun, mükemmel düzenin sembolü olarak bilinir.
Belki bir yıkımın sonunda ama yeni ve aydınlık bir dönemin başlangıcındayız.
Tüm kalbimle diliyorum.
201"7" bu dönüşümün başlangıcı olsun.
Akşamdan sabaha değişmeyecek elbette...
Yavaş yavaş ama her şey gibi tam zamanında olacak.
Ancak bütünlük ve birlik ile sağlanabilecek bu mükemmel düzeni yine ancak kalbi güzel, niyeti güzel, fikri, zikri düzgün insanlar gerçekleştirebilir.
Sevgili okuyucu, vazgeçmeden yazının sonuna kadar sabırla gelmişseniz siz de onlardan birisiniz demektir.
Bu dünyanın neresinde olursanız olun varlığınızı hissediyor, sizi seviyor ve güveniyorum.