- Kategori
- Öykü
Arkadaşımın torunu

Rüzgâr, uluyordu sanki...
Rüzgâr, uluyordu sanki...
Bulduğum ilk kahvehaneye attım kendimi. İçeri sigara dumanıyla doluydu. Göz gözü görmüyordu. Ama başka çarem yoktu. Dumansız bir kahvehane bulacağımı bilsem...
Bu havada en iyisi, yine burası.
Boş bulduğum bir sandalyeye oturdum.
Yanıma yakalaşan çocuk garsona, “ Bir çay!” dedim.
“Yanında ne yersiniz?” dedi.
“Neyiniz var, evladım?”
“Neyimiz yok ki, amca!”
“O zaman, evladım, olanlardan getir yiyelim!”
Çayın yanında kocaman bir simit geldi.
Çocuk garson:
“Buranın simidi meşhurdur, buraya gelip de simit yemeden gitmek olmaz.” dedi.
Sonra anlattı:
“Çay isteyene yanında simit, ayran isteyene yanında gözleme getiririz. Siz çay isteyince, yanındaki kendiliğinden gelir. Öyle yememe yok, yemeyeceksen alıp yanında götüreceksin, yolda gördüğün bir çocuğa, garibana verirsin. Hayra geçer amcacığım! Yok, eğer ki, ben kimseye vermem dersen, parasını verirsin, sonra da simidi bana bırakırsın, ben de onu bir başka müşteriye satar, yevmiyemi çıkarırım. Patron, bana cebinden para vermez, müşterinin vereceği bozukluklar, yemeyip de bırakacağı simitler benim o günkü nevalem olur.”
Çocuğu dinlerken dalıp gitmişim.
Çocuk:
“Amcacığım, sen beni dinlemedim.”
“Olur mu evladım?”
“O zaman anlat bakalım, ben ne dedim.”
“Oğlum, haydi çayı tazele.”
“Yanında...”
Sözünü kestim:
“Gördün mü?” dedim, “Anlamış mıyım?”
“Ya, amca!” dedi, “Senin asıl işin ne?”
“Niye işimi sormuyorsun da asıl işimi soruyorsun?”
“Ya, amca! Sen avcıya benziyorsun, ama avcı değilsin!
Çocuk, giyinişimden beni avcıya benzetti.
“Ben eski bir öğretmenin.” dedim, “Yani senin anlayacağın emekli, eskimiş.”
Heyecanlandı çocuk, kesik kesik:
“Benim dedem de öğretmenmiş!” dedi, “Köylü okulları varmış eskiden, orada okumuş, her şey gelir dedemin elinden. “
Sevinçle, “Biliyor musun?” dedi, “Dedemin adını vermişler bana..”
Sözünü kestim, “Deden kimmiş!”
“Nereden bileceksin, be amca!”
“Söyle oğlum, belki tanırım.”
Çocuk gururla:
“Daplı Hüseyin Hoşgeldi!” dedi.
Başladım anlatmaya. Bir yandan anlatıyorum, bir yandan çocuğu izliyorum:
“Şöyle, uzun boylu... iki katlı bir evleri var bahçe içinde... bir oğlu, bir kızı var. Oğlunun adı Hasan, kızını adı Zeliha... Biz ona Zeliş deriz... Hanımı da öğretmen, Sultan Öğretmen!”
Çocuk, heyecandan dilini yuttu sanki...
“Ne oldu, evladım?” dedim.
“Ya, amca!” dedi, “Bunları sen nereden biliyorsun?”
Heyecanı iyi arttı. Şaşkın şaşkın bakıyordu yüzüme. Kapıya doğru koştu, dışarı çıktı. Arkasından gittim.
Koşuyordu.
Var gücümle seslendim:
“Evladım!” dedim, “Nereye gidiyorsun, gel!”
Sesim, rüzgârın uğultusunda kayboldu sandım.
Çocuk, bağırdı:
“Dedeme haber vermeye!”