Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ağustos '07

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Arkası Yarın...

Arkası Yarın...
 

YASAK MEYVE (II. BÖLÜM)

Aslında yapmak istediğin ne diye sorsanız, eskilerde olduğu gibi bir "Arkası yarın" demek zorunda kalırım. İlk bölüme, "Bu kitabın bir yayınevi yok!" diye yazmıştım. Evet, aslında bu yazdıklarımın bir yayınevi yok. Uzun zaman çok iyi yazanların, yazarların "yayınevi, yayınevi" dolaştıkları bir dünyada - ülkede demiyorum, dünyada da bu böyle- internetin ve dolayısıyla MB'nin sağladığı bir ayrıcalığı kulanarak daha şanslı olduğumu hissediyorum. İddialı değilim. "İyi yazıyorum, " da demek istemiyorum. Buna karar verebilecek olan ben değilim. Ancak yazmak istediğimi biliyorum. 10 yaşından beri en iyi kendimi yazarak anlattım. Konuşma ve duyma özürlüymüşçesine bu duyularımı daha az ve daha nadir kullanarak, yazmaya odaklandım. Kimi çok okuduğundan, dedi; kimiyse sen eskiden beri meraklıydın. Bilemem. Halka hiç açılmadım. Şirketler bile halka açılmadan, nasıl algılandıklarını, marka değerlerinin aslında 2500 kişilik araştırmaların dışında ne olduğunu bilemiyorlar. O zaman ben beklemekte haklıyım.

Özetle yapmak istediğim, bir şeyler yazmak. Hepinizin yaptığı gibi. Çok okunmak gibi bir kaygım da yok. Neden mi? En iyi yazar bile 2500 basıyor ülkemizde ilk baskıda. Öyleyse benim için sınırlar belli.

Yasak Meyve buraya koyduğum ilk öyküm. Daha önce ilk bölümünü yayınlamıştım. Editörler ne zaman yayın onayı verecek bilmiyorum. Umarım ilk bölümden önce ikinci bölümü onaylamazlar. her hafta yeni öyküler, ya da öykülerin devamları gelecek. İlginizi ölçebilir, hangisini daha çok sevdiğinizi görebilirsem ona göre kısa keseceğim, ya da sürdüreceğim.

Tuvalet kapılarının ardında bir takım reklamların modası başladı ya ( Bu da ayrı bir yazı konusu). Okumak isteyenler, okumak için bahane aramayanlar, etiketleri bile okuyanlar için...
Sevgilerimle...
***

Ben onu banyo yaptıktan sonra hiç koklamadım. Benim evimde hiç yıkanmadı. Yine de severim teninin, terinin kokusunu. Fabrikada gündüz bekçisi. Bazen gece bekçisi erken gelir, o da kaçar. Eve gitmeden bana uğrar. Evine gitmeden önce. Benim evim onun evi değil. Bazı bazı da, gece nöbetçisi hastalanmış, der karısına. Nöbetim var, beni bekleme, der. Nöbeti bende tutar. Yatak yaptığımız kanepe yetmez bize o zaman. Yorganı yere sererim. Üstünde yatarız. Beni sevmezler atölyede o yüzden.

Makinenin başına geçtim. Gri önlüğüm üstümde. Kalın parmaklarımla önümdeki kocaman deriyi büküyorum. İğnenin altına sokuyorum. Ayağım ağır pedalın üstünde ustalıkla hareket ediyor. Bir süre sonra tüm uzuvlarım uyuşuyor, bir şey hissetmiyorum. Derinin acı kokusu her yerimi kaplıyor. Her gün yıkanamadığım için bu koku içime kadar siniyor. Evde bile sadece deri kokluyorum. Belki onun için sevdiğimin kokusunu seviyorum. Hiç konuşmayışını seviyorum. O sessizlik beynimdeki makine tıkırtılarını bastırıyor.

Konuşmaz benim sevdiğim. Sadece saçlarımı okşar. Gelir gelmez, kapıda, ayakkabılarını çıkarmadan daha, başımdaki yemeniyi sıyırır. Saçlarımı uzun uzun sever. Geleceği günü, saati hiç bilmem. Onun için hep evdeyim. On iki yıldır. İşe giderim, gelirim. Evde onu beklerim. Bazen günlerce gelmez. Neden gelmediğini sormam. Aklıma bile gelmez. İşte, sonunda gelmiştir ya! O da anlatmaz. Suçluluk duymaz. Özleyip özlemediğimi sormaz. O yokken neler yaptığımı merak etmez. Sadece ve yalnızca sever o beni. Beni sever. Ben de onu severim.

Elinde hep bir şeyler vardır. Elma, portakal, ekmek, hazır çorba poşetleri, bir şişe rakı, çekirdek, pirinç, bulgur, bir teneke yağ, salatalık, domates. Bazen balık bile getirir. Haftalarca gelmediğinde ben evde aç kalırım. Çünkü sadece mahalle bakkalından sucuk, ekmek, yumurta almayı bilirim. Deri kokan ellerimin kazandığı parayı bu tek göz odalı gecekondunun sahibi muhtar efendiye veririm. Bıyıklarını sıvazlar alırken. Maaşıma zam yapıldı mı diye sorar bazen. Ben de bir kağıda yazar veririm. Yol paranı ayır, der. Ayrırım. Kalanı ona veririm. Kışın odunumu da muhtar efendi getirir. Kaça alır odunu onu da bilmem. Tramvaya binmezsem ancak simit alırım. Bir tek bu aralar soğuktan parmaklarım üşüyor, makineye kaptırırım diye korkuyorum, kaskatı kesiliveriyorlar birkaç saat. Bir eldivenim olsa...

Düşünürken kaç parça kol taktım deri ceketlere farkında değilim. Ama aynı hareketleri yapmaktan serçe parmağımdan başlayarak ellerim uyuşmaya başladı. Patronun odun alacağı da yok. Gizli saklı yaktığımız şu elektrik sobası da olmasa donacağız. Donup ölsek umurunda bile değil ki. Sekiz yıldır burada çalışıyorum, bir kere bile hatırımı sorduğunu hatırlamam. Hatta adımı bildiğinden bile emin değilim. Çoğumuza tek bir isimle seslenir zaten. "Emine". Hepimiz döner bakarız. Alışmışız. Burada hepimiz birer Emine'yiz. Bir Emine ölse, nasılsa başka bir Emine gelir. Onun için odun almaz patron.

Eve gidince ısınırım. Daha bu sabah gitti sevdiğim. Onun sıcaklığı var evde. Getirdiği çorbalar da var. Unutmamış, geçen defa tüp bitmişti. Tüp de getirmiş. Çay yaparım. İçim ısınır. Onu beklerim, yine içim ısınır. Biliyorum bu aralar bir daha gelmez. Özler mi beni acaba? Kapı önünde saçımı okşaması, başımı göğsüne yatırması özlediğinden midir? Özlem nedir?

Diğerlerinin de kocaları, sevdikleri saçlarını okşar mı ki? Konuştuklarını dinlerim hep. Durmadan şikayet ederler kocalarından, çocuklarından, sobalarından, tencerelerinden, tıkanan mutfak borularından. En çok da yedikleri dayaklardan. Benim sevdiğim bana kıyamaz. Hep okşamak için kaldırır elini. İnsan sevdiğine kıyar mı? Canını yakar mı? Sevdiğini ağlatır mı? Ağlatmaz. Sevdiğim beni hiç ağlatmadı.

Anlatılanlara kulak misafiri olurum ben. Kimse benim yüzüme bir şey demez. Ben de sormam. Bir tek, kızı mahalleden bir delikanlıya kaçtıktan sonra kimseyle konuşmayan Safiye abla bakıyor gözümün içine. Bugün kapı arasında elime bir torba sıkıştırdı. Bir şey demedi. Gözüme baktı, torbayı verdi, başındaki arkaya kaymış örtüyü düzeltti, arkasını döndü gitti. Örtü saçından kaydığı için dikkat ettim. Uzun zamandır kına yakmadığından, bütün ak basmış diplerini saçının. Yüzüne, gözüne düşen beyazlık, ölülük de saçlarının griliğinden.

Arka odaya geçip torbanın içine baktım. Siyah, solmuş bir etek, daha önce onu uzun süre giymiş birinin ayağının şeklini almış kahverengi bir ayakkabı, bağcıksız. Yıkanmaktan kelermiş ama yünlü iki iç atleti, üç dört tane de uzun kollu, boğazlı kazak. Birinin üstüne pullarla çiçek işlenmiş. Pulların yarısı dökülmüş ama kalanlar karanlıkta bile parıldıyor.

Dikişhaneye dönüp Safiye ablayı arıyorum gözlerimle. Başı önünde ilik açıyor sessizce. Seri hareketlerle ileri geri hareket ediyor başı. Yavaşça makinemin başına geçip oturuyorum. Sandalyenin sesine başını kaldırıyor, göz göze geliyoruz. Çok hafif, yüreğiyle bakmayanın göremeyeceği kadar hafif gülümsüyorum. Onun da dudaklarının yanında ani bir çekilme oluyor, bir kıpırtı. Hemen başını önüne eğiyor. Ben de. Kazaklardan birini giymedim henüz ama içim sıcak.

Safiye abla, kızı bir gece ortadan yok olunca, derler ki bir tek kocasına açmış ağzını, yummuş gözünü. Sonra da yediği dayaktan beli sakatlanmış, rapor almıştı, işe gelemedi iki ay. Ardından herkese, her şeye gözünü de, gönlünü de kapattı. Bana getirdiği bu giyim kuşam, belki de kızının ardından bir köşeye sakladıklarıdır, pek genç işi. Safiye ablanın kızı da sevmişti bir adamı besbelli. Onu dövmeyen, incitmeyen, ağlatmayan birini. Bana öyle geliyor ki, Safiye abla arada sırada görür kızını, söyleyemez. Ama ben anlarım. Yüzünden, gözünden, ellerinin titremesinden, yanaklarında parlayıp sönüveren ışıktan. Korkar söyleyemez. Varsın bir kara sevda ayırsındı onu evladından. Kocasının, oğullarının kanlı elleri ayıracağına onu canından, varsın arada sırada, gizli saklı görsündü. Ben anlarım. Safiye abla sevda nedir, bilirdi. Bana öteberi getirdi ya, gözümün ta içine baktı ya. Benim ağlamadığımı, sevdiğimin beni incitmediğini bilir o, ama söylemez, söyleyemez.

Bu gece gelmez. Uzunca bir süre gelmeyecektir. Dün gece çok yiyecek, içecek getirdi, oradan anladım. Eve gitmek gelmez içimden böyle zamanlar. Bu özlemek midir? Ben hiç kimseyi özlemedim ki, bilmiyorum. Sadece eve gitmek her gece, zor geliyor. Kimse karışmasa, atölyenin bir köşesinde kıvrılır uyurum. Bir de soba olsa... Çok soğuk olur geceleri. Yine de içimi bir ürperti kapladı. Belki de gelir, hiç beklemediğim halde, özlemesem de gelir. Çat kapı. Açılır kapı. Elinde halden aldığı ucuz balık. Bir küçük şişe rakı. Acı biber. Dün gece bolca etsiz kemik de getirdi. Suyuna çorba yapayım, içim ısınsın diye. Üç beş kere, üst üste haşlarım ben bu kemiği, bilir. Sonunda dokunduğunda tuz buz olacak hale gelir kemikler. İki sokak ötedeki pavyonun mavi ışıkları altında eşelenen iki enik var, kalanı da onlara veririm. Beni görünce uzaktan kuyruk sallarlar. Eskiden sevmeyi bilmezdim onları da. Sürtünmeye çalışınca biri, tekmeyi basardım. Ama sevdiğim kemik getirmeye başladığından beri karalı beyazlı olanın başını okşuyorum. O da başını koluma sürtüyor.

 
Toplam blog
: 22
: 1798
Kayıt tarihi
: 01.10.06
 
 

1968 yılında Ankara’da doğdum. Klasik Arkeoloji okudum ve Sosyal Antropoloji masteri yaptım. Çevirme..