Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Mart '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Aşıksan vur saza, şöförsen bas gaza !

Aşıksan vur saza, şöförsen bas gaza !
 

Yirmi yıl önce, okul servislerinin hemen hepsinin Ford olduğu zamanlardı. Eski Fordları bilirsiniz, Hani Çiçek Abbas'ın meşhur minibüsü...

İstediği kadar beğenmesin, tükürsün tekerine Şakir şerefsizi (Şener Şen), minibüsün bu kadar sevimlisi, sanki insanları varacakları yere taşımak için değilde koltuklarında sıkış sıkış edip kaynaştırmak, içinde çay içip sohbet ettirmek için üretilmişi görülmüş şey değil.

İçinde öğrenciler kavga etsin, ciklet çiğnesin, okul sonrası hacı bakkaldan leblebi tozu alıp onu serviste yerken genzine kaçırsında öksüre öksüre seyahat etsin diye üretilmiş bir minibüs. Şöför mesaisini bitirdiğinde manitayı alıp aşıklar tepesine veya herhangi bir tepeye çıksın, içerisi ısınsın, camları buğulansın, görünmez yapsın içersini de soyutlasın aşıkları dünyadan diye maya katılmış gibi hamuruna.

Sanki çizgilerinde anadolu insanın tüm hüzünü ve garibanlığını taşıyan, kısaca Abbas'ın ruh ikizi minibüs. Masum ve kırılgan, gariban Ford.

O mininibüsü görüpte "tekerlerim nerde" diye ağlaşan Çiçek Abbas'ı hatırlamayan var mı? Ben de hatırlarım elbet. Ama ondan başkasını da hatırlarım. Benim neredeyse filmin çekildiği zamanlardaki o zamanki servisçi amcam, Fahri amcayı hatırlarım. Sanıyorum ki 60 yaşlarındaydı ben ise 10. Artı bir, eksi bir... İşte o yaşlar. Azı dişlerin ağızlara büyük geldiği, pörtleyecek yer bulamadığı, çantalı, beslenme çantalı ve tabiiki suluklu, tam techizatlı, yampiri yıllar.

***

İşte o yıllarda da şimdiki gibi çok konuşan biriydim, tek farkım boyum daha kısa kilom ise 28 kadardı. Çok soru soruyordum ve öğrendiğim herşeyi sanki mutlaka bilinmesi gerekiyormuş gibi etrafımdaki herkese anlatıyordum. Etrafımdakiler merak ediyorlar mıydı peki, işte bu beni pek ilgilendirmiyordu. Bir keresinde arkadaşım Lale ile oynamak için onların evine gitmiştim. Lale'nin annesi Ayla teyze sorularımdan ve anlattıklarımdan feci bunalmıştı. Akşam Ayla Teyze beni evime geri getirdiğinde anneme "güneş tutulması, ay tutulması nasıl oluyor biliyor musun" diye sormuş. Annem de "biliyorum" demiş. Ayla teyze de "bilmiyorsan Kerem anlatsın diyecektim" demiş. Annemin hatırladığı kadarıyla Ayla teyzenin yüzü kıpkırmızıymış, bir yandan da eliyle kendisini yelliyormuş.

O gün Lale'yi ve Ayla teyzeyi son kez gördüm, bir daha beni hiç çağırmadılar.

***

Lafı şuraya getirmeye çalışıyorum, servis şöförüm Fahri amcam böyle benim gibi çok konuşan çocukları severdi. Beni öne oturturdu genellikle. Her türlü soruyu sorardım, türlü pratik cevapları vardı. Bir keresinde birinci sınıf öğrencisi bir çocuğu gösterdi, "bak dedi, bu çocukta değişik bir şey var, söyle bakalım ne" dedi. Düşünüp durdum. Saçları, montu, ayakkabıları falan diyorum.

Bak bakalım şurada ne gariplik var demeye görsün birisi, her türlü düzgün şey garip gözükmez mi göze?

***

Lafı açıyor sevgili arkadaşar. Bu da böyle bir vapur olsun. Bir keresinde yine ben küçükken berberim "söyle bakalım, uçmayan kuş nedir" diye sormuştu. Tavuktan devekuşuna kadar, tüm kanatlı ama uçma özürlü kuşları sayıp dökmüşsem de doğru cevabı verememiştim. Kuşun argodaki manası hakkında bir fikrim yoktu. Doğru cevabı öğrendiğimden beridir, bazen kendi kendime otururken hırslanıp, Acıbadem'e o berber dükkanına gidip kapıyı kovboy gibi çarpıp, berberin suratına

tarrak denir !

diye bağırasım geliyor.

***

İşte Fahri Amca bu berber gibi birisi değildi. Sordu mu doğru dürüst sorular sorardı. "Bu çocukta şeytanlık eksik" demişti. Yani şeytanlık kapmamıştı. Harbidende doğru diyordu. Ama çok değil bir kaç hafta içinde o da şeytana bulaşacak, er ya da geç tükürecek, kızların saçını çekecek, ödevini yapmadığı için yalan söyleyecekti.

Fahri amca pratik bilgilerin adamıydı ama az da iblis değildi. Hiç yalan söylemediğini düşünürdüm. Milli takımı tuttuğunu söylerdi de inanırdım. Tanıdığım milli takımı tutan tek kişiydi. Oysa kazın ayağı öyle değilmiş, Fahri Amca damardan bir Fenerliymiş. Sadece o yıllarda çok feci başarısız olan takımının ismini zikretmekten utanırmış. Sanıyorum 103 golle şampiyon olunan sene her yer sarı lacivert olduğunda, "erkenden uyanıp Nisan-Mayıs gibi sarı lacivert bayrak kumaşı işine girecektik Kerem" demişti. Ve bu laf, Üniversitede aldığım dört yıllık işletme derslerinde aldığım tüm bilgilerden daha değerliydi.

***

Bu laf beni ne kadar etkiledi, şimdi tam kestiremiyorum. İlkokuldan beri hep bir işe herkesten önce uyanıp köşeyi dönmenin hayalini krdum. Teoride güzel günlerim oldu. Bir keresinde mesela öğretmenim hayalinizdeki iş yerini çizin gibi bir şey zırvalamıştı. Ben de bir "köpek çiftliği" çizmiştim. Böyle kocaman bir kartonun üzerine, kurt köpeklerinin yeri ayrı, av köpeklerinin ayrı. Farklı cinsler birbirleriyle kavga eder diye düşünmüştüm.

Ödevlere bakıldığı gün geldiğinde leş gibi sigara kokan öğretmenim bana hazırladığım projenin ne olduğunu sormuştu. Ben de köpek çiftliği diyerek küçük bir lastiğe sarılı rulo haldeki kartonumu öğretmene uzattım. O da "köpeğin çiftliği mi olurmuş" diyerek ruloyu elimden alıp hafifçe kafama vurup bana geri fırlattı. Sınıfta gülüşmeler oldu.

Köpeğin etinden, sütünden, kürkünden faydalanılmadığını ben de farkındaydım elbette. Ben köpek üretilecek, eğitim verilecek bir yer tasarlamıştım. Yıl 1989. Yaş 11. Ve ben bunu yaptıktan yıllar sonra köpek çiftlikleri mantar gibi bitmişti.

***

Şimdi bazen kendi kendime otururken hırslanıp, Acıbadem'e o ilkokuluma gidip, öğretmenler odasının kapısına tekmeyle açıp elimdeki rulo haldeki karton projeyi....

***

Neyse, ticarette pratikte başarılı olamadım. Köpek çiftliğine benzer başka fikirlerimde olmadığı değil. Kimisi gerçekten iş yapabilirdi ama risk almayan/alamayan bir ailden geliyorum, muhasebeci olmak dışında bir seçeneğim yok gibiydi.

***

Seçenek demişken, esas gitmek istediğim bir koy var, oraya doğru kırayım bu dümeni. Gerçi burası yazının finali olacaktı hesapta ama, belki oraya gelmişizidir bile. İşin aslı şu ki ben blog yazmaya başlayana kadar yazmayı ne kadar sevdiğimi hiç farkında değildim. Daha doğrusu unutmuştum. Dönem dönem beklenmedik yazı performansların oldu ama, ardına düşmeye değer bir şey olduğunu hiç düşünmedim. Hem uzakta gözüken bedel, ödeyemeceğim bir bedeldi.

İşte geldik sadete. Hava sıcak, buyurun atlayın suya. Beni yazmaya ilk başlatan kişi servis şöförüm Fahri Amcam oldu. İnsan nasıl böyle bir şeye merak sarar, gerçektende hatırlamıyorum. Fahri amca her hafta bize bir kompozisyon konusu veriyordu. Ne olduklarını hiç hatırlamıyorum. Ama ciddi ciddi yazdığımızı, puanlandığımızı ve hafta boyunca yolda yazdıklarımız hakkında konuştuğumuzu hatırlıyorum. Gerçek bir muabbetimiz vardı. Günde yarım saati geçmeyen, harbici bir muabbet.

"Konuya çok çabuk girmişsin" derdi. Ya da sonunda bir şey çıkacak diye merak ettim ama hiç bir şey olmadı! Gibi eleştiriler... Ama sonunda yinede afferin giderek daha iyi yazıyorsun gibi övgüler. Bazen bu hafta en güzel yazmıştın ama en yüksek notu sana vermiyorum, arkadaşlarınıda biraz heyecanlandırmak gerek demişti.

***

Aha işte buraya yazmak istedim. Hayatım boyunca aldığım en büyük beş kompliman (sıra numarası, önem derecesi gözetmeden);

* Carla'nın bana "you are gorgeus" demesi. (galiba "harikasın" gibi bir şey)
* 1992'de GS yüzme takımına birinciliği getiren kulaçları attığımda beni kameraya çeken babamın havaya kalkan yumruğu sebebiyle kadrajın bulutları göstermesi ve "afferin oğlum, koçum benim" diye inletmesi
* Üniversitedeki Türkçe öğretmenimin kalemin çok kuvvetlii mutlaka yazmalısın" demesi.

***

Farkındayım, sadece üç etti...

***

İlkokul bittiğinde kaderin garip bir cilvesi olarak başarılı sayılırdım. Hani golleri erken dakikada atıp sonra skorun üstüne yatan takımlar gibiyim şimdi biraz. O zamanlar attığım iki golün üstüne üç beş gol yediysemde, ilk devrenin sonunun yaklaştığı şu dakikalarda hala bir silkinme belirtisi yok, hakkımda hayırlısı.

***

İlkokul bittiğinde çok iyi yazabileceğimi düşünüyordum, Culduz Bey'e inat bir şiir defterim bile vardı. (*) Beni buna inandıran, eğitim sevdalısı servis şöförüm Fahri amcaydı.

Sonra Ortaokuldaki Türkçe öğretmenimin kompozisyonlarıma düşük not vermesi ile yazma işine yirmi yıl sürecek kadar bir mola verdim. (**) Ta ki, evet, milliyet blog ile tanışana kadar.

***

Şimdilerde yerini bilsem de gitsem Fahri Amca'ya diyorum. Mesela bu yazıyı değilse de şunu göstersem ( http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=81362 ) ve desemki, nasıl olmuş?" Bir şey diyebileceğini sanmıyorum, çünkü büyük bir ihtimalle ölmüştür. Taa o zaman altmış yaşındaydı ve çok sigara içerdi.

***

Öldüysen nur içinde yat Fahri amca. 17 sene öğrenci,10 yıl sporcu olarak eğitim gördüm. Tahminen yüzden fazla da öğretmen... Biri hariç diğerlerini toplasam, senin kadar öğretmen değillerdi, olamadılar.

Şimdi seni andımca Fahri amca, emekli olunca pastacı olmayı düşünüyordum. Belki de sadece servisçi abi olmak yeterlidir. Bir de Çiçek Abbas'ın minübüsü şart ama.

Değil mi yahu?

K.

* Dayanılmaz bir yazma arzusu http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=17766
** Kayıp defteri bulana veya getirene 100,000 YTL mükafat http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=56496
 
Toplam blog
: 295
: 733
Kayıt tarihi
: 28.09.06
 
 

Bugün ölseniz mesela, ya da hafifletelim biraz hadi, bu giriş çok karamsar oldu. Bugün ortadan kay..