Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ekim '07

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Aşk ve sabır (2)

Aşk ve sabır (2)
 

Aşk ve Sabır (1 'in Son Bölümü)

***

Karın yer-yer buzlaştığı zeminde ; üzerinde tek parça bir havlu ile yalın ayak yürüdü ve sıcak suya ulaştı. Zafer kazanmış bir hükümdar gibi… dimdik, diri, kendinden emin adımlarla…

Kar ve buz ile çevrili geniş alanda ; çam ormanlarının hakim olduğu dağlardan ıslık çalarak süzülüp gelen rüzgar , yer-yer çam kokusunun yayılmasına yardım ederek; tertemiz havayı kurutuyordu. Karların beyazlattığı, dağlarla çevrili geniş alanın ortasında ; yukarıya doğru dans ederek süzülen buhar tabakasının kısmen gizlediği kaynaktan sıcak su yükseliyor ve ayaza meydan okurcasına ; kendi yolunda ilerleyip yatağını besliyordu. Suyun yanına geldi, bir basamak indikten sonra havlusunu kenara bıraktı ve çömelerek ; tüm vücudunu suyun içine bıraktı. Kazandığı zaferin sevincini, doğanın huzuru ile bütünleştirmek istercesine… Soğuğu dışlayan, vücudunu gevşeten sıcak suya kafasını sokup çıkardı. Ve defalarca yineledi bunu. Sonunda ; gevşeme ile sersemleme arasında bir yerde ; uyku ile ölüm arası sandığı o yerde durdu. Sona erdirdi bu gevşeme yolundaki kısa turlarını. İşte o anda, tam o anda ; çam kokusunun arasında gül kokusunu duyuyordu… Beklediği, özlediği, ona özel bir özel andı o…


(EN SON BURADA KALMIŞTIK :)

BAŞLANGIÇ BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İSTEYEN SABIRLI OKUYUCULARA Aşk ve Sabır (1) 'İ ÖNERİRİM!

(AŞAĞIDAKİ İKİNCİ BÖLÜMDÜR)

Aşk ve Sabır (2)


Çam ağacının; zihnindeki tüm kötü düşünceleri temizleyen, benliğini yenileyip yeniden doğmuşluk hissi veren kokusu ile gülün yoğun aşk ve tutku dolu kokusunu ciğerlerine çekti ve bekledi. Nefesini ağzından dışarıya yavaş-yavaş bırakırken, bu çok özel kokuyu; havayı ciğerleri ile yeniden buluşturmanın heyecanını yaşadı. Benliğinin derinliklerindeki hazzın coşkusu ile tüm vücudu titredi. Havayı tekrar-tekrar ve her seferinde daha derine ulaştırma isteği ile çekti. Titremeleri sıcak suyun içinde birkaç kez devam ettikten sonra, vardığı tam gevşeme noktasında, artık sarf edebileceği bir güç bırakmamıştı kendisine... Bilinçli bir varışı; bir hazırlığı çağrıştıran bu fasıldan sonra; özü ile dış dünyanın derinliğini buluşturabildiği, derinlerde yaşayabildiği dingin hal ile buluştu. Özde tazeliği, yeni bir diriliğin başlangıcını; özünde yenilenmeyi; özü ile sükunet içinde hesaplaşarak kendi gerçeğini; son durumunu fark etmeyi, yeni durumunun farkına varmayı ve çözüme ulaşmayı ifade eden bir boyuttu bu…


Sıcak suyun içinde; sıcak suyun yıllardır süregelen doğal hareketi ile aşınıp yuvarlak form kazanmış olan kaya ve taş parçalarının üzerinde; yaklaşık otuz derecelik açı ile yatıyordu. Başının üst bölümü suyun kaynağına taraf bakıyordu. Kaynaktan yükselen ve sıcaklığının bir bölümünü soğuk havaya armağan ederek tekrar kaynağına doğru inen su, önce başının üst kısmına; sonra boynuna ve omuzlarına; bir şefkat eli gibi değdikten sonra tüm bedenine yayılıyordu. Karlı, buzlu, çam ve gül kokulu soğuk havanın içinde yükselen kaynak suyunun şefkatli dokunuşu; sıcak koruması; özüne yolculuk için özel hazırlığın sonrasında, uyumasına yardımcı oluyordu. Belli belirsiz bir nefes alıştan sonra; mavi ile grinin karışımı bir boyutta derin uykuya daldı. Çarşaf gibi bir denize; denizin yüzeyine paralel yatarak dalış gibi; alabildiğine sessiz, sakin, bilinçli bir dalış ile...

Üç boyutun ilk aşamada bulunmadığı derinliğin ilk aşamasını yaşıyordu. Yalnızca mavi ve gri ile duyumsanabilen; yarı soyut şekillenmiş bir sakinlikte… Sükunet içindeki hesaplaşmadan önce; yaşanması gereken bir boyut gibi… Gözlerinin ve bilincinin dış dünyaya kapalı olduğunun farkında idi. Artık, sıcak suyun şefkatli dokunuşunu teninde değil; ensesinde ve yer-yer kulaklarının arkasında hissediyordu. Düşünmemeyi imgeleme boyutunu yaşadı. Belirsizliğe karşın güven içinde, mavi ile grinin birlikteliğinden oluşan iki boyutlu ikinci boyutta; her iki yanında birden algıladığı beyaza yakın gri ve büyük kanatlar havayı okşuyordu. Sessiz, güven içinde ve rahat bir zihin ile ikinci boyutta idi. Bu boyutta, zaman-zaman ortaya çıkıp ansızın yok olan üçüncü boyutu kavramaya çalıştı.

Her iki yanında; havaya dost dokunuşları süre giden kanatların arasından; derinliğin içinde; çok aşağılarda gri yoğun beyazlıkta kıvrılarak ilerleyen mavi nehri gördü. Sakince akıp giden, temiz bir yaşamın sembolü idi bu. Kendi isteği dışında gelişen aşağıya doğru inişi hissetti. Dönüp her iki tarafa sırayla baktı. Her iki kanat da yukarıda, hareketsiz; bedenin aşağıya yönelişine izin veren ikiz kardeş gibiydiler.

Kısa bir süre sonra kanatların hareketi; havaya dost dokunuşları tekrar başladı. Tüm bunlar kısa süre içinde; adeta zaman durmuş gibi olurken; aşağıdaki renklerin değiştiğinin farkına vardı.

Az önce; beyaz-grilik içinde sakince akıp giden; yaşama dost mavi ırmağın yerini; yeşilin içinde kor gibi kırmızı renkte akıp giden; yol aldığı yatağın yakınındakileri yakan bir dere; sanki ateşten bir yılan almıştı (mavi nehrin yerini). Kor renginde, başı-sonu belli olmayan, geçtiği yeri yakan; acı veren, ama ölümün eşiğine gelmiş gibi çırpınan; çırpındıkça yakan; acıyı, nefreti, haykırışı; yüreklere düşen ateşi ve ölümü duyumsatan bir kor yılan... Beyaz, gri ve mavi ile duyumsadığı; sakin, huzur dolu yaşam sembolünden sonra, yeşile yakın turkuazın ortasındaki kor kırmızının hareketi ile ateşi, acıyı, haykırışı, ölümü duyumsamıştı. Çok kısa bir süre sonra tekrar yükseldiğini; daha doğrusu yükseltildiğini fark etti. İki yanındaki iki kanat, daha hızlı dokunuşlarla havada yükselmeyi sağladılar.

Az sonra, aşağıdaki yeni ve renkli derinliği fark etti. Turuncuya çalan sarı ile mavinin; canlı, coşkulu, enerji dolu dışavurumu gökyüzüne yansıyordu. Ufuk çizgisi görünmeyen masmavi denizin üzerinde; sarı-turuncu renkte yelkenliler rüzgarı arkalarına almışlar, özgürce yol alıyorlardı. Yaşamın coşkusu, cesaret, çaba, özgürlük ifadesi idiler adeta. Tam özgürlüğü düşünürken; mavinin, sarı ve turuncunun yaşamına yansımasını anlamaya çalışırken derinlerde; alnında bir sızı hissetti. Alnının tam ortasında, burnuna kadar hissettiği soğuk bir sızı... Derinliğe ulaştığı uyku halinin ikinci boyutunu; iki ve üç boyutlu görüntüleri kaybetmişti. Sanki biri gelmiş; elinden çekip almıştı onları…


Görüntüleri duyumsadıktan sonra fark ettiği alnındaki sızı sonrasında; boynunda ve omuzlarında da sızıyı, soğuk ürpertiyi hissederek gözlerini açtı. Üç maymunun pişkin- pişkin sırıtıp bağırıp-çığrışan yüzleri ile karşılaştı. Üçünün elinde de birer buz parçası; ellerinin sıcaklıkları ile eriyen buzları üzerinde tutuyorlardı. Kor kırmızı renkli maymunun eli alnının ortasına gelecek şekilde; tam başının üzerindeydi. Eriyip sürekli damlayan soğuk su, alnının sızlamasına ve burnunun karıncalanmasına neden oluyordu. Turuncu ve beyaz maymunlar ise; iki yanında idiler. Her ikisi de kollarının üzerine oturmuş şekilde; ellerinde buz parçaları olduğu halde sırıtıp bağırıyorlardı. Zafer kazanmış bir hükümdar gibi hissettiği dakikalardan sonra; az önceden bu ana kadar ne değişmişti. Yavaşça kafasını kaldırdı. Maymunları ürkütmemeye özen göstererek… Sonra omuzlarını ve kollarını oynattı. Üç maymun, bu son hareketi bekler gibi hemen uzaklaştılar. Az ileride oturmuş, olup biteni seyreder durumdaki ; hizmet ettikleri efendilerinin yanlarına gittiler.


Kor kırmızı maymun, kendinden on üç kat büyük kor kırmızı sırtlanın sol yanına; biraz arkasına çöküp oturdu. Sırtlan (sırtlan bu ya işte; sürü halinde gezmeye ve sürü halinde avdan pay almaya alışkın olan; sürü olarak avlanma iç güdüsü ile salyaları akan bu pis hayvan) kendisi gibi pis-pis sırıtıyor ve ağır bir koku yayıyordu. Yaydığı koku; ihanet, kan, dışkı ve kötü ölümün karışımından elde edilmiş gibi idi… Kendine yakışan kokusu ile önce kor kırmızı maymuna, sonra hükümdar gibi hissedene baktı, salyalar saçarak ses çıkardı, bağırıp duyurmaya, zaferini kutlayanı korkutup; hükmetmeye çalıştı.

Beyaz maymun, kendinden kırk bir kat büyük mavi-beyaz yunusun yanına gitti. Yunusa selam verdikten sonra hemen önüne oturdu. Oturuşu, sadakat ve saygı doluydu. Yunus, maymuna hiç bakmadı, ama onların arasında garip bir algılama olduğu belliydi. Zafer kazanmış olana baktı, tebessüm etti.

Turuncu maymun, kendinden on dokuz kat büyük olan mavi-turuncu atın yanına gitti ve yerdeki atın başına yakın bir yere oturdu. Mavi-Turuncu renk at, başını salladı, coşku içinde, ama gürültüsüz bir şekilde kişnedi.


Savaşçı yerinden doğruldu ve oturdu. Vücudunun belden yukarı kısmı suyun dışında idi. Ancak, suyun sıcaklığının havanın soğuğu ile buluştuğu suyun yüzeyi yine de sıcaktı. Oturdu ve kor kırmızı Sırtlana, mavi-beyaz Yunusa, mavi-turuncu Ata baktı.


-Ne oluyor? Ne işiniz var burada? Benim bu özel yerimde?..


Sırtlan sırıttı. Yaydığı ağır koku; sırıtırken daha da ağırlaşıyordu.


-Özel yer mi! Ha-ha-ha..., ho-ho-ho..., o eskidendi. Burada benim hakkım var.

Sen vermesen de ben alırım. Git buradan, ben güçlüyüm, her şeyi yaparım- dedi.


Savaşçı cevap vermedi. Bir şey söylemeye gerek yoktu. Belliydi ki savaşmak zorunda idi. Belki canı yanacaktı; belki de kardeşlerinin, arkadaşlarının canlarının yanışına tanık olacaktı. Ama bu pis kokulu sırtlanla konuşmaya gerek yoktu. Tam tersine; konuşmamalıydı!. Konuşursa, belli ki sırtlan bundan cesaret alacaktı. Ve belli ki; diğer vahşilere bu konuşmayı örnek göstererek hak iddia edecekti. O nedenle, –konuşmamalıyım; tutmalıyım kendimi- dedi özüne. Ve düşündü; bu pis Sırtlan burada olduğuna ve sırıta-sırıta pis kokusunu yaydığına göre; arkasında birşeyler olmalıydı. Yüzlerce, belki de binlerce pis kokulu sırtlan… Ve belki de bunların dişlerini bileyenler, bunlara yol gösterip cesaret verenler… Bir zafer kazanmıştı; zafer olmayan… Düşüncelerini sorguluyordu bu kısa zaman dilimi içinde. -Zafer sandım, oysa yalnızca savaş kazanmışım- dedi özüne. -Savaş kazanıp başardım. Başardım, ama zafer değilmiş o. Zafer olsaydı eğer, hepimiz güven ve huzur içinde olurduk şimdi. Oysa etrafım çevrili; beklenmedik zamanda beklemediğim misafirlerle çevrilmiş durumdayım şimdi. Kimi dost, kimi düşman…


-Kanını içeceğim senin. İstediğim zaman canını, istediğimde malını alacağım. İster canın, ister sevdalın olsun… İstediğim zaman canını yakacağım, hem de en mutlu ve kutlu gününde. Seninle öyle oynayacağım ki; sen bana mahkum iken; bana dost olan düşmanların büyüyüp-gelişecekler. Yıllarca beni görmezden gelmenin bedelini ödeteceğim sana, zaman alacak ama daha iyi ya… eğlenceli olacak benim için…


Sırtlan hem tahrik ederek konuşuyor, hem de kan ile karışık pis kokusunu salıyordu. Savaşçı, bir an ensesinde sıcaklık hissederek hızla doğruldu. Bu arada Mavi-Beyaz Yunus, koca gövdesinin altındaki kuyruğu ile yerdeki buzla karışık kardan her iki yana doğru savurdu. Önce, kor kırmızı sırtlanın pişkin suratına bir büyük buz parçası şamar gibi oturdu. Sonra Savaşçının yüzüne savrulan buzlu kar, onu kendine getirdi.


-Bir dur hele… Dur da bir düşün; bu pislik bu cesareti kimden alıyor diye! Kimin uşağısın desene buna… Kim için kimleri yanına ve arkana alıp geldin benim özel yerime? Sor hele; sor ki bir gün uyansın bu derin uykudan. Hem kendini uyandır, hem de onu uyandır, ey zafer sarhoşu… Zafer yaşayamamaktan zaferin anlamını unutmuş yaşam yolcusu.


Savaşçı, doğrulduğu anda öylece kalmış idi. Sıcak suyun içindeki iki dizinin üzerinde durdu ve düşündü. –Ne demek istiyor bu bilge Yunus? Biliyorum ki; farkına vardıklarım kadar farkına varamadıklarım var. Aştığım engeller kadar aşmam gereken sorunlar var. Olacak elbette… Yaşam sürekli değişiyor, savaş dün orada idi; bugün burada. Zorluk dün aşkta idi, bugün aşıkta. Güç dün hükümdarda idi, şimdi anlıyorum ki; bugün; çakalda, sırtlanda. Yaşam, şartlar değiştiği için değişiyor. Şartlar değişince savaşılması gereken düşman değişiyor. Peki ama şartları değiştirenler kimler? Neden değiştiriyorlar? Nasıl ve ne zaman, hangi araçları kullanarak değişiklik yapıyorlar? Şartları değiştirenlerin ardında da bir güç var mı acaba? Şimdi ben neyi düşüneceğim? Neyi, ne için, nasıl düşünmeliyim? Ne zamana kadar gidecek bu böyle?.. Düşünme yolum doğru mu acaba? Yoksa onu da değiştirmek mi gerek?...


Savaşçı, kan; dışkı; kötü ölümü çağrıştıran pis kokulu Sırtlanın tavrından sonra Yunus ‘un sözlerini düşünmeye öylesine dalmıştı ki; tam karşısında coşku içinde kişneyen Atın konuştuğunu sonradan fark etti. At, oturduğu yerde kafasını kaldırmış kişniyor, yelesini sağa sola savuruyordu. Hareketindeki zarafet, yüzüne yansıyan içinin güzelliği ve coşkusu ile birleşip güven veriyordu.


-Hey, sen… Tabii ki, dününü-bugünü düşünürsün. Düşünmelisin… Haklısın da... Düşünmeden başlanan eylem acıya neden olur. Kimi zaman geri dönüşü olmayan acılara, göz yaşlarına… Ancak, düşünmenin yöntemini iyi öğrenmek gerek. Birikimini ; atalarından sana devrolan bilgiyi, seni sen yapan özünü düşün!. Zihnin açık, yüreğin temiz ve cesur, gözlerin beyninin komutu ile ufku görecek netlikte, duruşun sağlam, iletişimin katıksız doğrulukta, gönlün sevgi ve merhamet dolu olduktan sonra; çok düşünme sen! Kendinle hesaplaşma içinde isen sürekli; aklın, bilgin, deneyimin, yüreğin, iraden, vicdanın ise yönlendiricin, ya da kendine hesap verebiliyorsan; Hükümdar karşısında hesap verebilir gibi; aşk ile bağlıysan özüne; toprağına; tereddüt etme; devam et yoluna!

Çok düşünmek kararsız, eylemsiz kılar insanı! Kararsızlığa, eylemsizliğe alışmak ise tembelleştirir, insanın özünü unutmasına neden olur. Rehavete kapılır insan. Rehaveti sabır ile karıştırmaya başladığında ise; kendi özüne methiyeler sunmaya başlarsın. Yanlış kararlarını, hatalarını doğrulamak; kendini haklı çıkarmak istersin!. İşte en acısı; sonun başlangıcı budur. Aşkın varsa; sabırlı olmak zorundasın! Aşkın varsa zorluklara katlanmak, iradeni zorlayan acılara dayanmak, hatta kimi zaman ölümü göze alarak cesaret göstermek zorundasın. Ama unutma; ölmek için ölüm seçilmez. Yaşamak veya yaşatmak için göze alınır ölüm. Aşk için sabretmek, sabrı rehavet ile karıştırmamak gerek Savaşçı…


Coşkulu mavi-turuncu At konuştukça; Savaşçının düşünceleri netlik kazanıyordu. Aşkı düşündü; gül kokan, sevdalı… Aşkı düşündü; vatanını, toprağını, ailesini, arkadaşlarını… Aşkı düşündü; yeri-göğü yaratanı… Sonra sabrı… Katlandığı zorlukları, önce kendi özü ile olan savaşını. Hep, daha iyisi; daha güçlüsü; daha doğrusu; daha güzeli için verdiği içteki mücadeleyi… Ve Ailesi, Arkadaşları, Vatanı, Yurttaşı için sergilediği tavır ile Doğa için mücadelesini düşündü. Hep Yüceye yakınlaşmak istercesine…


Yine, ama önceki halinden daha akıllı davranmak zorunda idi. Aşk ile beslenen aklının ve iradesinin gücünden emin idi. Aşkı, aklı, bilgisi, iradesi, sabrı, sabrını doğru yönetiş kararlılığı ve cesareti ile aşacaktı tüm engelleri.

Aşkın gücünü düşündü. Tüm benliğin, katıksız; yapmacıksız sevgi ile yoğrulup hareket ettiği aşk halini; sevdayı, sevda ile beslenen ve irade ile kontrol edilen tutkunun bütününü… Gül kokan aşkı çam kokusunun arasında duymaya çalıştı. Sevdalısının sevgi dolu bakışlarını hayal ederek…


***


Sevgi dolu bakışlar üzerinde idi. Sevdalısı, eşi, çocuklarının annesi, sevgili hayat arkadaşı yatağın başında gülümseyen gözlerle bakarken; elindeki su bardağını uzatıyordu.


-İftar vakti!


Bir an düşündü. Soğuk saatlerle geçen karanlık geceyi, beklemenin dayanılmaz yalnızlığını, soğuğun nem ile iş birliğini, itiş-kakışı, kuyruğu, salyalı küfürlü kalabalığı, nefessiz kalma pahasına girmeyi başardığı yeni marketi, uzun gecenin ardından aldığı plazma televizyon ile evine varışını, sıcak su ile yıkanmasını, sevda kokan yatağını, yaşam mücadelesini, toplumun farklı kesimlerinde farklı şekillerde yaşanan ilişkileri, yok olmakta olan aşkı, sevdayı, insan onuruna, cana, doğaya saygıyı, yitirilen binlerce genç yaşamı, sona erdirilemeyen savaşın söndürdüğü ocakları, buzdağının su altında kalan kısmını düşündü. -Her gün beynimizden geçen kaç düşünce var acaba? Kaçı anlamlı? Kaçı düşünmeye değer? Kaçı sorunlarımızı çözmeye yarayacak değerde? Ve kaçı boş, anlamsız çabanın ürünü?-


Yaşam; kimisi için bir oyun parkı; belki de bir panayır şenliğinde; eğlenceli bir yolculuk…

Kimisi içinse acı, zorluk ve yokluk ile yüklü olan bir savaş alanı olsa gerek…

Kafasının içinden geçen bir dolu düşünceye rağmen; her şey oldukça net idi.


-Sorumluluk bir akla, bir bedene ya da bir bölüme ait olamaz- diye düşündü.

-Hepimiz sorumluyuz. Gönül ister ki; her şeyimiz sağlıklı, bilinçli, refah içinde; iyilik, doğruluk, güzellik dolu olsun. Hem parçada; Birey boyutunda, hem bütünde; Vatan-Millet boyutunda ileride, gelişmiş / sürekli gelişir, mutlu olalım. Bunun için iyi ve doğru liderler yetiştirmek gerek! Peki kim yapacak bunu? Yetersiz görünenler yeterlilerin yetişmesini sağlar mı? Yoksa yetersiz görünenler, bizim algılayamadığımız nedenlerden dolayı yetersizi mi oynuyorlar? Liderler, daha iyinin yetiştirilmesini sağlayacak güçte ve olgunlukta mı? Yoksa sepetteki yengeçleri mi yaşayacağız?...-


Sorular, düşünceler, yorumlar ; sınır tanımayan...

Fazla düşünecek hali yoktu... Onca yorgunluğun üzerine…


-Her şey bir yana ESAS OLAN AŞKTIR-
dedi, sevgi ile bakan Aşkının; Sevdasının gözlerine…


(Sabırla Okuyanlara Teşekkür Ederim. Tamamını okuyan sabırlılardan kısa yorum beklerim : ))


HAYIRLI, SAĞLIKLI, HUZUR DOLU,

BOLLUK İÇİNDE BAYRAMLAR DİLERİM.


Sağlıkla- Sevgi ile- Mutluluk ile kalın…

Sevenlerinizle, Sevdiklerinizle…


Tarık Toraman

11.Ekim.2007

 
Toplam blog
: 38
: 629
Kayıt tarihi
: 21.09.07
 
 

Merhaba, MilliyetBlog 'un ilkeli yönetiminin yanı sıra; sağlamış olduğu sürekli gelişim içindeki ..