- Kategori
- Bayramlar
Atatürk'ten çocuklara selam var!

Atatürk ve çocuk
Bu yazı, 23 Nisan 2010 tarihli “Posta” Gazetesinde yayınlanmıştır.
Mustafa Koç
Güneş Dershaneleri Kurucusu
Ankara’nın Anıtkabre bakan bir okulunun bahçesindeyiz. Öğretmenim, Cumhuriyet Bayramı töreninde konuşuyor. Okul bahçesi hınca hınç dolu; öğrenciler, ana babalar, çevredeki insanlar ve çocuklar, bayramı kutluyor. Cumhurbaşkanı da torununu izlemek için bizim okula geldi.
Cumhuriyet ve Atatürk konulu şiir yarışmasında birincilik alan şiirimi okuyacağım. Sıra birazdan bana gelecek; ilk kez böyle bir kalabalığın karşısına çıkıyorum. Annem, kulağıma eğilip “Heyecanlanma oğlum, en güzel şiiri her zaman sen okuyorsun” diye beni yüreklendirdi. Babam da bana güvendiğini belli eden bir bakışla güldü. Kürsüye doğru yürürken ayaklarım titriyordu. Kalabalığa şöyle bir baktım; hepsi sanki beni dinlemek için buraya toplanmış gibiydi.
Atatürk’üm, sen bize cumhuriyeti verdin;
Karanlık gecelerde, aydınlığı gösterdin.
Başını uzatıp da halimizi görseydin
Kim bilir bize başka neler söylerdin.
……………
Şiirim bitince müthiş bir alkış sesi kulaklarımı doldurdu. Annemle babamın yüzündeki mutluluğu hiç unutamam. Öğretmenim de koşup yanıma geldi ve beni öptü. “Gel oğlum…” dedi, “Seni cumhurbaşkanı görmek istiyor.” Sevincimin yerini heyecan aldı birden. Bir cumhurbaşkanı beni neden çağırsın ki? Yanına varınca büyük bir sevgiyle kutladı ve şöyle dedi:
“Şiirin çok güzel ve güzel okudun. 23 Nisanda koltuğumu sana bırakacağım; o gün cumhurbaşkanı sen olacaksın!”
O anda ne diyeceğimi şaşırdım. Böyle bir şeyi rüyamda görsem inanmazdım. Her 23 Nisanda devlet büyükleri, sembolik de olsa makamlarını çocuklara bırakıyordu. Cumhurbaşkanına teşekkür ettim. Daha sonra arkadaşlarım ve öğretmenim bana hep; “Yeni cumhurbaşkanımız” diye takılıp durdular.
Aradan birkaç ay geçti. Bu süre içinde aklımda hep 23 Nisan ve oturacağım koltuk vardı. Bu koltuk, Atatürk’ün koltuğu değil mi? İşte beni asıl heyecanlandıran buydu. Birkaç saatliğine de olsa onun koltuğunda oturacaktım. Ama bir gün arkadaşlarla oynarken bir aksilik oldu. O gün için sadece yüksek bir kayanın üstünden düşerek yuvarlandığımı hatırlayabiliyordum.
*****
Bir anda yanımdaki arkadaşlarım kayboldu. Beyaz kanatlı güzel anneler, ablalar beni kucaklarına aldılar; uçarak bir yerlere taşıdılar. Sonradan bunların melekler olduğunu anladım. Biraz sonra çok geniş, kocaman bir kapıya geldik; üstünde her dilden yazılarla “Cennet Kapısı” yazıyordu. O anda içimden bir dua okumak geldi. Demek ki cennete düşmüştüm.
İçeri girince tarif edemeyeceğim, uçsuz bucaksız bir başka dünya açıldı önüme. Beyaz kanatlı ablalar beni yere koydular. Hala canım acıyordu ama gördüklerim karşısında büyülenmiştim. Büyük kapıdan başkaları da getiriliyordu; her taraf uçsuz bucaksız insan kaynıyordu ama kum gibi insan selinin içinde tanıdığım hiç kimse yoktu. Birden annemle babamı hatırladım: kardeşimi, arkadaşlarımı ve öğretmenimi aradı gözüm.
Sıra sıra dizilen kapılardan biri, benim için açıldı. Burası Türklerin kapısıydı. Kadınlar, erkekler çocuklar, gençler ve büyük insanlar etrafımı çevirdi. Bir melek bana Türkçe dua okuttu; bazı sorular sordu. Elinde kocaman bir defterle bekleyen başka bir beyaz kanatlı; “Paşaya haber verin; paşaya haber verin!” dedi… Paşa da kimdi? Derken kalabalığın arasından ilk defa tanıdık biri çıkıp bana doğru geldi. Aman Allahım, bu Mustafa Kemal’di. Yanında başkaları da vardı. Sanki bazılarının resimlerini görmüştüm. Atatürk, karşımdaydı; ama sınıfın duvarındaki gibi sakin durmuyordu; telaşlı ve üzgün gibiydi. Aceleyle; “Ne oldu çocuk? Neyin var da böyle erkenden geldin?”
Bu sözden hiç bir şey anlayamadım; acaba hep burada mı kalacaktım. İlk defa korktum. Ama sanki bir rüya görüyor gibiydim. Gözleri, ne kadar da tanıdık, ne kadar etkileyiciydi. Heyecandan bir şey diyemedim. Yanındaki büyük adamlarla bir şeyler konuştu. Şaşkınlığımı görünce beni konuşturmaktan vazgeçti. Başını yukarılara dikti, ellerlini havaya açtı; dua eder gibi bir şeyler mırıldandı. Sanki bir şeyler yapmak istiyordu. Sonra bana dönüp; “Gel buraya çocuk!..” dedi.
“Ülkemden hep kötü haberler geliyor; şehitler geliyor; yurttaşlarım bölük pörçük olmuş. Yapılan çok iyi şeyler olsa da sanki eski defterler yeniden açılıyormuş. Savaşarak yapamadıklarını masada kolayca almak isteyenler varmış, ”
“Biliyorum paşam, sizi hiç unutmadık; resimleriniz her yerde asılı. Sizi herkes çok seviyor.” diyebildim.
“Bunlar önemli değil çocuk! Resimler vatan kurtarmaz; fikirler kurtarır. “
“Paşam biz bayramlarda, 10 Kasımlarda sizi hatırlıyoruz. 23 Nisanlarda ülkeyi çocuklar yönetir.”
“Oğlum beni anmak demek fikirlerimi yaşatmak demektir.”
“Paşam bu 23 Nisanda ben bir günlüğüne cumhurbaşkanı olacaktım.”
“Öyle mi?” dedi merakla. Sonra başını tekrar gökyüzüne dikti, ellerini havaya açtı; dua eder gibi bir şeyler mırıldandı.
“Dinle çocuk! Buraya ölenler gelir; ve buradan geri dönülmez. Her zaman olmaz, ama sen henüz ölmedin; geriye döneceksin.…“ Bu sözlerden bir şey anlamadım. Ama ağrılarım birden diniyor gibi oldu. Ne olduğunu anlayamasam da içime bir ferahlık doğdu.
Sonra kararlı bir sesle bana; “O halde sen Türk çocuklarına, Türk gençlerine ve milletime selam götür!” dedi.
“Baş üstüne Paşam, Çankaya’dan söylerim...” deyince elimi tutup etrafındakilere baktı. Yanındaki önemli insanları bana tek tek gösterdi. Çoğunu tanımıyordum; ama hemen yanı başında İsmet Paşa vardı. Tarihteki ünlü Türk büyükleri hep oradaydı.
“Bak çocuk!” dedi; “Bu Bilge Kağan, bu Cengiz Han, Şu Dede Korkut; şu Alparslan; şu Osman Bey; işte İstanbul’un Fatih’i, bu da Kanuni… Okullar bunları öğretiyor mu? Şurada gördüklerinin hepsi bizden. Piri Reis, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş-i Veli, Kaşgarlı Mahmut, Ahmet Yesevi, Karamanoğlu Mehmet, kimi bilirsen hepsi var… Sonunda burada buluşup birleşiyoruz… Belki tanırsın çocuk; işte bak şuradaki Menderes; şu da Bayar... Özal var, Ecevit var, millete hizmet eden herkes burada…”
Adlarını tam hatırlamadığım bir sürü insan oradaydı. Ne kadar da çoktular. Herkes onu dinliyordu ama sanki ülkeyi oradan hep birlikte yönetiyor gibiydiler. Sonra kalabalığın arasında kulağıma eğildi ve bir şeyler söyledi. Endişeleri ve kırgınlıkları vardı. “Dediklerimi sakın unutma!” diye de tembihledi. Millete önemli mesajlar vermek istiyordu. Hala azimli, inançlı ve kararlıydı. Bıraksalar sanki yeniden Samsun’a çıkacak gibiydi… Bazı şeylerin eksik kaldığını düşünüyordu.
O sırada ak sakallı adamlar ortaya çıktı; en öndeki, elimden tuttu ve bana huzur veren bir sesle; “Ey oğul, Allah sana uzun ömür verecek; sakın doğruluktan ayrılma, insanlara iyilik yap, fakirlere yardım et.” dedi. Ne kadar da yumuşak bir dokunuşu vardı. Birden ortadan kayboldu ve o anda beyaz kanatlı melekler tekrar elimi tuttular. Meleklerin beni almaya geldiklerini anlayınca Atatürk, son defa arkamdan seslendi:
“Dediklerimi sakın unutma çocuk! Unutsan da şunu hatırla; herkes bilsin ki bütün diyeceklerimi zaten yaşarken söyledim. Çocuklara, gençlere, askerlere ve milletime selam olsun. Gençliğe Hitabe’yi bir daha okusunlar.“ Adeta bir uğurlama töreniydi.
*****
Gözlerimi açamıyordum, her tarafım acı içindeydi. Etraftan bazı sesler geliyordu. Bir ara annemin sesini duyar gibi oldum:
“Şükürler olsun, şükürler olsun! Oğlum ölmemiş, bayılmış; işte ayılıyor.” diyordu. Kendimi toparlamaya çalıştım; hafifçe gözlerim aralanırken beyaz önlüklü doktorlar ve hemşireler etrafımı çevirmişti. Anladım ki bir hastane odasındayım. İnsanları seçmeye çalışırken ilk önce annemin yüzünü gördüm. Her yerim ağrıyordu ama annemin gözündeki yaşlar onu üzdüğümü düşündürdü.
“Nerdeyim, ne oldu bana?” demeye çalıştım. Beyaz önlüklü biri cevap verdi:
“Buradasın; merak etme, herkes yanında, Bir kaza oldu ama iyileşeceksin.” Her yerim ağrılar içindeydi. Offf! Evet kayalardan düştüğümü anladım. Sonra kendimi toparladım, peki az önce yaşadıklarım neydi? Aklımdan çıkmıyordu…
“Anne, 23 Nisan ne zaman?” diye sordum.
“Bir ay var oğlum, ama boş ver; sen iyileştin ya ona bak!” dedi.
“Hayır anne!” dedim; “O gün işim var; Atatürk bana görev verdi; hepinize selamını getirdim.”
Güldüler. Hasta bir çocuğun sayıklaması sandılar. Oysa değildi.
23 Nisana kadar hiçbir şeyim kalmadı; sargılarım alındı ve ayağa kalktım. O sabah Çankaya’ya çıkıp Cumhurbaşkanı koltuğuna oturacaktım. Annem ve babam benden de heyecanlıydı. Cumhurbaşkanının bizi beklediği haberi geldi. Yüreğim küt küt atıyordu.
Önce Büyük Millet Meclisini dolduran Çocuklar Meclisine katıldık. Mecliste çeşitli ülkelerden misafir çocuklar da vardı. Bugün bütün ülkeyi çocuklar yönetecekti. Herkesin görevi önceden belirlenmişti. Meclisten çıkınca herkes kendi makamına gidecekti. Beni de Çankaya’ya çıkardılar. Çankaya’nın önü gazetecilerle ve televizyoncularla doluydu. Cumhurbaşkanı beni kapıdan alıp odasına götürdü ve koltuğuna oturttu. Televizyon kameraları, odaya sığmıyordu. Çok heyecanlıydım ama aklımda sadece Atatürk’ün mesajı vardı.
Bir gazeteci; “Sayın cumhurbaşkanım, 23 Nisan günü neler söyleyeceksiniz?” diye sordu.
Yüreğim duracak gibiydi; “Merhaba arkadaşlar” diyebildim.“23 Nisan hepinize kutlu olsun! Cumhurbaşkanıma beni bu koltuğa oturttuğu için çok teşekkür ediyorum. Biliyorsunuz burası Atatürk’ün koltuğu olduğu için çok değerli. Bir Türk çocuğu için burada oturmaktan daha büyük bir onur olamaz. Ama hepimiz asıl ona, Atatürk’e teşekkür etmeliyiz. Bir gün de olsa bugün çocuklara söz hakkı verildi ama söylemem gereken bir şey var: Atatürk’ü gördüm; yattığı yerde bile milleti düşünüyor. Ama yerinde rahat değil; kaygılı, kuşkulu; huzursuz. Çocuklara, gençlere, bütün Türk milletine Atatürk’ün mesajını getirdim. Aklımda kalanları şiir olarak iletiyorum. İşte onun mesajı:
“Benden medet ummasın kimse
Bir daha çıkamam Samsun’a
Şimdi kemiklerim sızlasa da
Çok güvenirim Türk halkına.
Bilimin ışığı aydınlatsın yolunuzu
Yurtta barış, cihanda barış olsun.
Bir gün kara bulutlar kaplarsa yurdu,
Herkes “Gençliğe Hitabe”’yi tekrar okusun.”