- Kategori
- Deneme
Ayranımız yok içmeye
"Ayranımız yok içmeye..."
Türkiye, dünyanın neresinde desem, birçoğumuz 36–42 kuzey paralelleri ile 26–45 doğu meridyenlerinde, Karadeniz, Ege ve Akdeniz arasında, tarihi zenginliği olan, üzerinde eski uygarlıkların yaşadığı, doğası ve turizmi ile harika bir ülke olduğunu söylersiniz. Fakat sizlere, eğitimde, ekonomide ve gelişmede dünyadaki yerimizi sorsam, şimdiden suratınızın asıldığını ve dudaklarınızın büküldüğünü, hatta kafanızı bile kaşıdığınızı görür gibiyim.
OECD ülkelerinin katıldığı 15 yaş öğrenciler arasında yapılan “ Matematik Yarışması”nda bizim çocukların yüzde 2’si dünyanın her yerinde rahatlıkla iş bulabiliyorlar. Avrupa Birliği’nin en iyileriyle de rahatlıkla savaşabiliyorlar. Ancak, yüzde 60’ nın durumu oldukça vahim. Türkiye’de 17 milyona yakın öğrenci, dünya ülkeleri arasında eğitime ayrılan kaynak itibariyle 105 nci olarak, (Almanya’nın Türkiye’nin eğitime ayırdığı paranın 18.4 katı, Fransa’nın 26.6 Japonya’nın 57, sömürge ülkesi olarak ilan ettiğimiz ABD’nin 114 katı bütçe ayırdığı) eğitimlerini dünya standartları içerisinde en kısa programlı olarak sürdürmektedirler. Japonya’da 240 işgünü, Avrupa Birliği ortalamasının 220 işgünü eğitim verildiği (üstelik bizde öğlene kadar onlarda akşama kadar) göz önüne alındığında, her alanda olduğu gibi nasıl bir tatil cenneti ülkesi olduğumuz belli oluyor.
Nerden mi?
İç ve dış borçlarımızdan, ' Borç yiğidin kamçısıdır' derler ama kamçıdan ülke olarak her yerimiz kızardı. İsterseniz rakamlara birlikte bir göz atalım. 2007 yılı Mart ayı itibariyle toplam iç ve dış borcumuz, Dünya Bankası ve İMF ile birlikte, 357, 7 milyar dolar. Önümüzdeki 5 yıl içerisinde 34, 7 milyar dolar anapara, 16, 4 milyar dolar faiz olmak üzere toplam 51, 1 milyar dolar dış ödeme yapacağız. Kemerleri sıkmaya devam edeceğimiz haberiniz ola.
2002 yılında 130, 2 milyar dolar olan dış borç, 2007’de 157 milyara, iç borç ise, 91, 6 milyar dolardan, 181 milyar dolara fırlamış. Yıllar geçtikçe de artırmaya çalıştığımız borçlar, ne anlama geliyor?
İnsanların en temel ihtiyaçları olan eğitim, sağlık ve fizyolojik ihtiyaçlarında azalma, yani yoklukla mücadele demek. Peki, her beş yılda bir iki katına çıkarttığımız borçlarla neler yaptık? Aldığımız borçları, üretime mi, eğitime mi, savunmaya mı yoksa işsizliği önlemek için teknoloji ve bilime mi harcadık? Geçin bunları geçin. Gelen paraları, hovardaca harcadık. Yıllardır, yatırım amacıyla alınan kredilerin dönüşü olmadı. Parayı alan kaçtı. Ne peşinden gittik. Nede denetleyebildik. Türk insanı, dünyaya gözlerini borç yükü ile açıp, borç yükü ile kapatıyor. Daha neler yapıyoruz neler.
İthalat ve ihracat dengesizliğini yaratıp, cari açıkları büyüterek büyüme hızını yavaşlattık. Cari açığı nasıl kapatmaya çalıştık dersiniz? Bilmeyecek ne var! Yurdumuzun mihenk taşı olan sanayinin önemli kuruluşlarını ABD, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, İsrail gibi para babası ülkelere satarak. Biliyorsunuz borsadaki kaynağın %72’si de yabancı sermayenin elinde. Allah korusun kızıp da paralarını borsadan bir çekseler ekonomimiz bir anda altüst oluverir!
İhracatı artırmamıza rağmen, ithalattaki yüksek artış, beraberinde yoksulluğu getirdi. Ara mal nedir bilirsiniz. Yani hazır mal. Bunların ithalatını yapmak, üretim altyapımızdaki eksikliğini iyot gibi meydana çıkardı. Çikita muzdan tutunda, en lüks tüketim maddelerini hızla ülkemize soktuk. 12 milyon 357 bin araç filomuzla, zaten dar olan sokaklarımızda direksiyonları çeviremez olduk. Cep telefonlarımızı yenileme yarışına girdik. Her ev, cep telefonu hurdalığına döndü. Bilgisayarlarımızın ekranları ve donanımlarını son model yaptık. İsveç, Finlandiya gibi ülkelerde halk, 60 metrekare evlere otururken, bizler öyle dar evlerde ruhumuz sıkılır diye 150 metre karelik lüks evler yaptık. Dolaplarımızda giyeceğimiz olduğu halde, hiçbir şeyimiz yok diye bizlere zorla verilen kredi kartlarını hovardaca harcadık. Süper marketlere girip, alışverişin kralını yaptık. Türkiye gibi bizde yiğittik. Borçlandıkça, borçlandık. Kamçılandıkça kamçılandık. Buz gibi ayranları nasılda kana kana içtik!
Neyse, üzülmeyin ve moralinizi de hiç bozmayın! Dünya Kupası’nda aldığımız üçüncülükten sonra, “ Lüks Marka Düşkünlüğü Ligi” de ilk 4’e girmeyi sonunda başarabildik. Bize, dördüncülük yeter mi? Biraz daha çalışmamız gerekmez mi? Ha gayret! Okullarımızda yerli malı haftası da anlaşılan pek fayda etmiyor. Küreselleşme ve tüketim hızı öylesine hızla gidiyor ki, yetişene aşk olsun. İnsanı adeta sersemletiyor.
Üniversite sınavları yaklaştı. Birçok öğrencimiz, sınav stresi içinde geleceğine yön verme ve iş bulabilme kaygısının psikolojisine girdiler. Artık, süper zeki öğrenciler önleri kapıyor. ( Üstün zekâlı beyinleri yetiştirdikten sonra, verdiğimiz düşük ücretlerle tutamayıp yurtdışına kaçırıyoruz.) geriye kalanlar? Onlara da, Allah yardımcınız olsun demekten başka çaremiz yok. Maalesef İşsizler ordusu, onları bekliyor. Sınava girecek öğrenciler, dört seçenek üzerinde dolanıp durmaktan biraz nefes alın. Girmeye çalıştığınız üniversitelerin, bilim ve teknolojiyi tartışmak yerine önce siyaset ve ideolojiyi tartıştığını, ayrıca dünyanın en iyi 500 üniversitesi içinde isminin bile olmadığını biliyor muydunuz? Bu yazımdan sonra, “Ben üniversiteye girdiğimde ideoloji ve siyasetle uğraşmam, yalnızca araştırmacı olacağım” dediğinizi duyar gibiyim. Fakat
Hangi bütçeyle?
AR-GE’ye yani, araştırmaya ve geliştirmeye ayrılan payın Avrupa’da yüzde 2, Türkiye’de ise binde altı olduğunu biliyor musun? Tıpkı bir kitabı 6 kişinin okuduğu gibi. Yani anlayacağın, proje geliştirmede taban yaptık. Ya, NTV’deki proje üreten bilim adamlarımız olmasaydı ne yapardık? Gelişmiş ülkelerin üniversitelerini merak ettiniz mi?
Onlar, sana hazır mal satmak için teknolojiyle, dünya siyasetine ağırlığını koymak için 50 yıl sonrasının dış politikalarını üreterek, uzayın derinliklerini, bilim ve gelişmeyi yani güçlü olmayı araştırıyorlar. Bizde hala, lise düzeyinde olan üniversitelerde, kendi kendimizle savaşıp duruyoruz. Olacak eğitim zaten ilköğretim ve liselerden belli olurdu. Tabanı güçlü olan bir eğitim sistemi olsaydı, dünyadaki en iyi 500 üniversite içine çoktan girmiştik. Üzülmeyin, nasıl olsa zenginlerimizi ilk 100’e sokmadık mı?
Ha gayret!... Şu lüks tüketimdeki dördüncülük bize yakışır mı? Hep birlikte birinciliğe ne dersiniz?
“ Ayranımız yok içmeye!... “ gerisini sizler benden daha iyi biliyorsunuz…
Sevgilerimle…
erterd@msn.com Ertuğrul ERDOĞAN
2007- Bursa