Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

03 Temmuz '07

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Ayrılış

Ayrılış
 

Son defa buluşacaklardı. Son yemek, son görüşme, son göz göze geliş olacaktı. Yüreğin taşmasının son köpüklenmesiydi bu.

Neden kabul etmişti, kendisi de bilmiyordu. Oysa onu hayatı boyunca bir daha görmeyeceğine, yüzüne bile bakmayacağına, ondan nefret ettiğine daha evvelki gün yemin etmişti. Ondan önceki tüm diğer günler gibi. O değil miydi, başka şehre kaçmanın ve aylarca süren içe kapanmanın nedeni, o değil miydi çektiği acıdan dolayı iki kez mide spazmı geçirmesine, hastanelere düşmesine, gözünden dinmeden yaşlar boşanmasına neden olan.

Ama dün arayınca telefonla, uslu bir kedi gibi hiç sesini çıkaramamış ve buluşma teklifini kabul etmişti. "Seninle son bir defacık bir akşam yemeği yiyebilir miyiz, lütfen" diyordu karşıdaki. Yine ders almamıştı yaşadıklarından ve kabul etmişti.

En çok geldikleri restorana girdi, üzerinde olağan günlerde giydiği bir kıyafet vardı ama yine de o kadar özenli giyinmişti ki, kıyafeti üzerine çok şık oturmuştu. Yine de pırlanta küpelerini takamadan edememişti. Karşı köşedeki masada o da kendini bekliyordu. Yanına yaklaştı, masanın bulunduğu konum denizi kucaklıyordu adeta. Deniz durgundu, karşısındaki de sanki onu taklit edercesine durgun gözlerle bakıyordu.

Ayağa kalkıp "hoş geldin" dediğinde, ilk defa bu kadar derinden baktığını fark etti. "Merhaba, nasılsın?" derken… Onun gözlerine bakarken… İçini bir sızı kapladı, onu ilk gördüğü ve vurulduğu andaki mutlu edici sızının hatırasıydı adeta bu. Uzun ve yapılı bedenin üzerine anlam katan onun kısık ve siyah ışıltılı gözlerinden.

Konuşma "nasılsın, neler yaptın?" sorularıyla şekillenirken, o yalnızca beyninden gelen sinyallerle ağzının kımıldadığını duyumsuyor, kalbinin ise hep tek bir şeyi düşündüğünü ayrımsıyordu: "neden?".

İki yıl kadar önce tanışmışlardı. Kendisi hep sarışınlardan hoşlandığını düşünürken, birden daha ilk tanışmada bu esmer adama vurulduğunu hissetmişti. Onu tanıyana kadar, bir erkeğin hem yakışıklı, hem zeki, hem de mütevazı olabileceğine ihtimal vermezdi. Ama o bunlardan bile fazlasıydı. Batılı gibi düşünüyor ve konuşuyordu. Ama aynı zamanda tam bir doğulu kalbi vardı, tutkulu ve gizemli. Onun yanındayken, içini çocuksu bir mutluluğun kapladığını hissediyordu hep.

Ama bir gün hiçbir neden yokken, o kaybolup gitti. İşin en kötüsü, tek kelimelik bir açıklama bile yapmıştı. Sadece çekip gitmişti. Bunun tek anlamı olabilirdi. Demek ona yetmemişti; belki yeterince güzel bulamamıştı bir türlü, belki de yeterince zeki. Başka bir açıklaması olamazdı. İşte o zaman, her gün ayrı bir ölümü tatmanın ne demek olduğunu anlamıştı. İşte o zaman, inandığı her şeyin yıkılıp gittiğini görmenin, ama hiçbir şey yapamamanın ne demek olduğunu yaşamıştı.

Aşk sarhoşluğu geçince, bazı şeyleri sonradan daha iyi görebildiğini fark etti zamanla. O zamana kadar sevdiğinin yalnızca görmek istediği özelliklerini görmek istemişti. Aşk, bir masal senaryosu gibi, sanki hep onun kontrolündeydi. Oysa birbirlerine dile getirmedikleri yığınla sorunu hep görmezlikten gelmişlerdi. Aşikârdı ki, bu çözüm olmamıştı. "Çikolata yersen mutlu olursun, uslu kız olursan aşkı bulursun" bir yalandı yalnızca.

Gözünü pencerenin dışına çevirdi. Bir martı usulca yaklaştı, yaklaştı, ta ki kendisiyle göz göze gelene kadar. Sanki "ne yapıyorsun böyle, göz göre göre yine mi?" diyordu. Başını karşısındaki yakışıklı adama çevirdi tekrar. Bir yandan bu son bir yıl içinde olanlardan bahsediyor, bir yandan da sanki ana konuya girmek için kıvranıp duruyordu.

Ama o hiçbir şey duymuyordu. Bir uğultu dışında, yoğun sağır edici bir uğultu dışında. Bakışlarını masanın üzerine dikti. Tüm bu deneyimin ona öğrettiği tek şey olmuştu: "Kalbinin tüm acıları öğütecek güçte olması, canının artık daha fazla yanmaması". Gözünün karardığını hissetti sonra, nefesi daralıyordu. En sonunda dayanamadı ve ayağa kalktı. "Özür dilerim, ben yapamayacağım, tekrar yapamam… Kendine iyi bak…" derken koşarcasına restoran çıkışına doğru yürümeye başladı. Gözlerinden yine yaşlar sızımlanıyordu.

Arkada kalan genç adam da hızla ayağa kalkmaya yeltendi. Ama nedense kendinde o gücü bir türlü bulamadı. Sanki ayağı tutulmuştu. Sanki tüm masalar, sandalyeler, garsonlar, garip bir dille "ona dur" demişler ve peşinden gitmesini engellemişlerdi. Yeniden yerine oturdu. Kısık gözlerinden bu defa acı ışıldıyordu.

Derinden gelen sıcak nefes alış verişlerin arasında el çantasında sakladığı paketi çıkardı. Özenle sarılmış bir paketti bu. Garip, tam da bu anda Candan Erçetin’in sesinden bir şarkı duyulmaktaydı fonda: "Kendine iyi bak deme, denmez saçma. Kendime bakarım elbet, sen hiç korkma. Kendine kalıyor insan, eninde sonunda. Sen bize iyi bak Tanrım, sevdalı kullarına…"

Paketi açtı ve içinden bir kitap çıkardı. Bir romandı bu, bir şiirle başlayan. Kendi yazdığı roman, henüz kitapçı raflarında bile yer almamış olan. Kapağını kaldırdı, ilk sayfasında italik harflerle "Hayatımı Adadığım Kişiye" yazıyordu, altına da el yazısıyla kısa bir not düşülmüştü:

"Her şey seni hak edebilmek içindi…"

 
Toplam blog
: 72
: 1949
Kayıt tarihi
: 11.10.06
 
 

Yazar 1975 Ankara doğumludur. Monterey Postgraduate School / California'da bilgisayar bilimi dalı..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara