Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

19 Şubat '10

 
Kategori
Öykü
 

Az kullanılmış hayatlar

Az kullanılmış hayatlar
 

Derya eteğini dizlerinden kalçalarına doğru çekip fermuarını kapattı. Vücudunun titreyişini bastıramıyordu. Gözyaşlarını bastırmaya çalıştı... Karanlığın içinde titreyen elleri ile geceden kalma sigara kokan askılı bluzunu bulup üzerine geçirdi.

Arkasından bir ses "Gidecek misin?" diye mırıldandı. Yabancı bir eve yabancı bir koku bırakmıştı Derya ve belli ki kulaklarında çınlayan sesin sahibi bu kokuya o kadar da yabancı olmak istemiyordu artık. "Benim tenimin kokusu bu yalnızlığı bastırmaz" dedi içinden.

Yatak odasından çıktı ve kapıyı kapattı. Banyonun ışığını yakıp kapıyı açtı. Tam içeri girecekken durdu. Işığı söndürdü ve yavaşça kapıyı kapattı. Kendisini aynada bu halde görmeye dayanamayacağını hissetti. Sadece gitmek istiyordu. Bir an önce gitmek... Koridoru geçip dış kapının önüne geldi. Eğildi ve yerdeki çantasını aldı. Etrafına baktı. Koltukların üzeri gazete sayfaları ve çerez kırıntıları ile doluydu. Salonun girişindeki yemek masasının üzerindeki bira şişelerinin arasından gümüş bir çerçevenin içindeki resim ilişti gözüne. İki insan, çerçeveden dışarıya bakıp gülümsüyordu. Derya da selamlaşır gibi gülümsedi. Onunla birlikte çektirdikleri resimler geçti gözünün önünden. Son birkaç aydır ne zaman o resimlere baksa kendini o resimlerin içerisine hapsedesi geliyordu. Anlık gülüşlerinin, sevinçlerinin, mutluluklarının sanki her gün yaşanıyormuş gibi resmedildiği o kağıt parçalarına hapsolmuş anılarında kulağına fısıldanan güzel sözleri anımsamaya çalışıyordu. Birbirleriyle konuşamıyorlardı zaten artık. En iyisi mutlu bir resim olup susmak idi. Mutsuz insanlara ait mutlu bir resim... Çantasından cep telefonunu çıkartıp saate baktı. Saat sabah ikiye geliyordu. Çantasının fermuarını kapatıp askısını omzuna taktı ve kapıyı açıp dışarı çıktı. Koridordan gelen soğuk bir hava akımı yanaklarından süzülüp dudaklarını titretti. Kapıyı yavaşça kapatıp sırtını kapıya yasladı. Yorulmuştu...

Koridora yöneldi. Biraz başı dönüyordu. Koridorun duvarlarına tutunarak ilerlemeye çalıştı. Soğuk duvarları hissetti ellerinde. Kirinin tenine bulaşmasına izin verdi. İlerledi... Merdivenlere ulaştı. Ağır adımlarla aşağıya inerken onu düşünüyordu. Çok sevmişti onu. Gülüşünü, bakışını, uyuyuşunu, uyanışını... Vücudunun her detayını dersine çalışan bir öğrenci gibi dikkatle incelerdi. Konuşurken kullandığı mimikler, sırtındaki benlerin yerleri; kızdığında, neşeli olduğunda ya da hüzünlendiğinde gözlerinin nasıl baktığı, teninin sıcaklığı... Yepyeni bir hayatın içine girip kapıyı içerden kilitlemişti. Kapı çaldıkça açıyor, karşılıyor, misafir edip, uğurluyorlardı. Çok mutluydu Derya. Arkadaşları ise endişeyle karşılamıştı ilişkisini. Kendisini bu ilişkiye çok fazla kaptırdığını ve ona çok fazla güvendiğini düşünüyorlardı. Onlarla buluştuğu sınırlı zamanlarda hep aynı serzenişler ile karşılaşıyor, karşılığında anlayışlı bir tavırla başını öne eğip ne kadar kıskanıldığını düşünerek sessizliğini koruyordu. Karşısında oturup kendisine hararetli bir şekilde birşeyler anlatmaya çalışan bu insanlar arasında dost diyebileceği kimse yoktu. Kimseye o kadar yaklaşmaya cesaret edememişti hayatı boyunca ve kimseyi kendine o kadar yaklaştırmamıştı. Aşık olduğunu zannettiği insanlarla bile arasında hep belli belirsiz bir mesafe vardı. Bazıları ile aynı yatağa girmişti ama hiçbirinin hayatına girmesine izin vermemişti bugüne kadar. O, farklıydı... Onun gözlerinde kendisini güvende hissetmesini sağlayan bir şey vardı. Yanlış yataklarda uyanmaktan yorulmuş bedeni onun her dokunuşunda daha önce hissetmediği garip bir sıcaklığa bürünüyordu. Yalnızlığının artık sona erdiğini biliyordu Derya. Hissediyordu... İlk defa kendisini savunmak zorunda hissetmiyordu birine karşı. Vücudu gibi ruhu da kenetlenmişti ona. Mesafeler yoktu arada artık. Onunla arasındaki mesafe azaldıkça diğer tüm bedenler ile arasındaki mesafesi artmaya başlamıştı. Geceleri başını onun göğsüne koyarken hayata dair korkularının biçim değiştirdiğini hissediyordu. Yıllardır bulamamaktan korktuğunu şimdi kaybetmekten korkmaya başlamıştı... Herkesten korumalıydı onu. İnsanlardan, hayattan, tanrıdan... Kendisinden...

Son birkaç basamağı da inip apartman kapısına geldi. Otomatiğe basıp kapıyı açtı. Sokağa ilk adımlarını atarken kulağında kelimeler çınlıyordu: "Neredeydin?" "Onunlaydın değil mi?" "Onun evine mi gidiyorsunuz, yoksa bir otele mi?" Apartman kapısının önünde durup sokağın sesini dinledi. Hiç ses yoktu. Bu soruları sorduğunda oturma odası da benzer bir sessizliğe bürünmüştü. Hiçbir şey söylememişti. Belli ki açıklama yapmasına gerek olduğunu düşünmüyordu. Ya kendi hayatını ilgilendiriyordu bu mesele ve ya da Derya artık bu hayatın içinde yoktu. Gözlerinin içine bakmıştı Derya cevapları bulmak için. Hiçbirşey yoktu orada artık, kalmamıştı... “Karşımda duran bu yabancı da kim?” dedi içinden. İçini bir acıma duygusu kapladı. Kendisine mi yoksa ona mı acıdığına karar verememişti henüz. Belki de her ikisiydi... Hüzünlü bir şarkı gelmişti aklına. Mutsuz sonla biten bir filmin kapanış müziği... Çantasını yere bıraktı. Yavaş yavaş ona doğru yürüdü ve elini tuttu. Elini bırakmadan ardına döndü ve koridora doğru yürümeye başladı. İçinden şarkıyı söylemeye devam ediyordu. Yatak odasına girdiklerinde elini bıraktı ve sırtı ona dönük halde soyunmaya başladı. "Ne yapıyorsun?" dedi yabancı bir ses ağlamaklı. Derya eteğini çıkarıp arkasına döndü, pantolonunun kemerini çözdü ve gömleğini pantolonunun içinden çıkarttı. Ne yaptığını anlamış olacak ki üzerindekileri çıkarmaya başlamıştı. Saniyeler sonra ikiside çırılçıplak kaldılar. Derya yatağa tırmanıp sırtüstü yattı. Kollarını öne doğru uzatıp dudaklarını araladı. Ancak gecenin sessizliğinde duyulabilecek bir tonda, tek bir kelime çıktı ağzından: ”Gel...” Kendisine yaklaşan vücudu kavrayıp üzerine çekti. Gözlerini kapattı. Vücudunda onun elleri dolaşmaya başlamıştı bile. Kalçasını avuçluyor, göğüslerini sıkıyordu. Dudakları ve dili; boynunda, göğüs uçlarında, bacak arasında geziniyordu. İçine girdiğinde gülümsedi Derya. Kendi hayatının içine çekmişti onu sonunda... Gözlerini açtı. Üzerinde gidip gelen bedenin ardındaki karanlık duvarlara bakarken gözlerinden yaşlar süzüldü. Vücudu onun her yeni darbesi ile daha şiddetli sarsılıyordu. Üzerindeki beden titremeye başladı. Bağırarak boşaldığında, şarkı bitmişti...

Kaldırıma çıkıp yürümeye başladı. Sokağın sonundan sola doğru kıvrılan yolu takip edip birkaç dakikalık yürüyüşten sonra ana caddeye çıktı. Akşam ayazı bluzunun açıkta bıraktığı kollarına ve yüzüne vuruyordu. Çantasından hırkasını çıkarıp giydi. Karanlık bir ara sokağın başında duran bir kestaneciden ufak poşette kestane satın aldı. Biraz ilerideki bir fotoğrafçı dükkanının giriş kapısını çevreleyen iki duvar arasına girip sıcacık kestaneleri yemeye başladı. Boğazındaki sıcaklık yavaş yavaş göğsüne yayılırken biraz ısındığını hissetti. Sabah ikiyi geçmesine rağmen Sıraselviler caddesi her haftasonu olduğu gibi bu hafta sonu da çok hareketliydi. Önünden bir sürü insan geçiyordu. Kimi genç, kimi orta yaşlı. Kimi sağa, kimi sol tarafa... Gözlerini kapatıp caddeden gelen sesleri dinledi. İnsanların sesleri arabaların motor ve korna seslerine karışıyor, birkaç sahipsiz köpek sık sık havlayarak bu karmaşık melodiye tempo tutuyorlardı. Özgür hissediyordu kendini. Cezaevinden yeni çıkmış bir mahkum kadar özgür... Uzun zamandır bir tehditmiş gibi uzak durduğu sesler bu akşam kulağında hoş bir tını bırakıyordu. Gülümsedi. Terk edip gittiği hayat, bıraktığı yerde onu beklemişti. Fedakar bir anne, iyi bir dost, aşık bir sevgili gibi... Kalabalığa karıştı...

Uyandığında Derya yoktu yanında. Diğer odalardan da hiç ses gelmiyordu. Gitmişti. Dün geceyi hatırlamaya çalıştı. Bluzunu giyerkenki resmi geldi gözlerinin önüne. Ondan sonrasını hatırlamıyordu. Komidinin üzerinden cep telefonunu aldı. Başının ağrısından gözlerini zorlukla aralayarak telefonun üzerindeki göstergede saatin henüz sekiz olduğunu gördü. Alkolün etkisiyle yine erkenden uyanmıştı.Telefonun tuş kilidini açıp Deryanın numarasını çevirdi. Aradığı numaraya ulaşılamıyordu. Yataktan kalktı ve mutfağa gitti. Dolaptan sürahiyi çıkarıp bir bardak su doldurdu. Çekmeceden bir aspirin alıp suyun içine attı. Çözülmesini bekledikten sonra suyu bir dikişte içti. Salona gitti. İçerisinin çok havasız olduğunu hissetti ve bir pencere açtı. Yemek masasının üzerinde üç tane boş bira şişesi vardı. Dün gece kendisini beklerken Derya içmiş olmalı diye düşündü. Koltukların üzeri de çerez kırıntıları ile doluydu. Normalde kavga sebebi olabilecek olan bu görüntü şu anda onun için bir müzenin eserlerinden farksızdı. Derya’ya ait son anıydı odanın bu hali. Kendine itiraf etmek istemese de biliyordu dün akşamki sevişmelerinin onun vedası olduğunu. Sabahın sessizliği onu kendisini dinlemek zorunda bırakmıştı. “Sen yalnız kalamayan bir insansın oğlum, yalnız kalamayan insanlar yalnız kalmamalı...” demişti yakın bir arkadaşı bir keresinde, “Yoksa en sıkıldığın insan ile başbaşa kalıp onu dinlemek zorunda kalırsın...” Arkadaşı haklıydı. Çok sıkılıyordu kendisinden. İçerden gelen tüm sesleri dışardan gelen sesler ile bastırmaya çalışmıştı bugüne kadar. Başkalarının varlığını kiralamıştı kendi yalnızlığını ortadan kaldırsınlar diye. Böyle bir yüzleşmeye çok hazırlıksız idi. Kaçtığı, hor gördüğü, korktuğu, inkar ettiği tanıdık bir ses ona kendisini hiçbir zaman affetmeyeceğini fısıldıyordu... Yemek masasının arkasındaki konsolun üzerindeki resim çerçevesini alıp içindeki resmi çıkardı. Derya’nın doğumgününde çektirmişlerdi bu resmi geçen sene. Bir cinayeti itiraf edercesine kendini o resmin içine hapsetmek istedi. Birkaç damla yaş süzüldü gözlerinden. “Hoşçakal” dedi kısık bir ses ile. “Hoşçakal...”

 
Toplam blog
: 89
: 618
Kayıt tarihi
: 16.12.06
 
 

İlk kitabımı, 'Pal Sokağı Çocukları'nı okuduğumdan beri yazıyorum. Yazmak beni o çocuklar gibi öz..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara