Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Şubat '10

 
Kategori
Öykü
 

9. İzmir Öykü Günleri

9. İzmir Öykü Günleri
 

Kendi objektifimden...


9'uncu İzmir Öykü Günleri, Konak’taki ünlü Saat Kulesi’ne Varyant’ın tepesinden bakan Dr. Selahattin Akçiçek Kültür Merkezi’nde başladı 12 Şubat 2010 günü. Bu e-günce salonda otururken tuttuğum notları içermektedir.
.
Ünlü yazar, senarist ve yönetmen Tarık Dursun K.’nın onur konuğu olarak katıldığı etkinliğin açılışında konuşan Konak Belediye Başkanı Dr. Hakan TARTAN, İzmir Öykü Günleri’ne gelecek yıl uluslararası boyut kazandırılacağı ve etkinliğe diğer ülkelerden de öykücülerin davet edileceği müjdesini verdi.
.
Ege Kültür Vakfı Başkanı Azra İNMELER de, “İzmir’in ve Ege Bölgesi’nin Türkiye’deki eğitime ve kültüre katkısı rekor düzeye ulaşmıştır!” diyerek sürdürdüğü konuşmasını şu cümleyle bitirdi: “Türk dilini geliştirmek ve yozlaşmaktan kurtarmak için Egeli yazar, çizer, düşünür ve ozanlarımız olağanüstü birer çaba içindedirler.”
.
Gıptayla dinlenen çok değerli katılımcıların konuşup söyleştiği geniş salonu dolduran öykü severlerin üç gün süreyle ilgisini yitirmeden takip ettiği bu geleneksel etkinlik -önemsiz bir iki aksaklık dışında- teknik olanaklarla donanmış sahnede süregiden söyleşiler, sunular, öykü okumaları ve Tarık Dursun K.’nın filmlerinden oluşan bir nostalji yüklü kolâjla aktı gitti başarılı organizasyonu sayesinde.
.
Etkinlikteki panellerde kimlerin konuştuğunu aşağıdaki bağlantıdan okuyabileceğiniz programda bulabilirsiniz: http://blog.milliyet.com.tr/9__Izmir_oyku_Gunleri/Blog/?BlogNo=228428 )
.
Şair-yazar Namık KUYUMCU’nun sohbet kapısını açarak söyleştiği, onur konuğu, 1931 İzmir-Karşıyaka doğumlu Tarık Dursun K. (Kakınç) özetle şunları söyledi:
.
“Şiir, öykü ve romandan sinemaya geçişim Ahmet MEKİN’in bana verilmiş bir sözünden sonra oldu. Bir gün işaret parmağını havaya dikerek, ‘Ulan ben sana mutlaka rejisörlük yaptıracağım!’ dedi ve sözünü de yerine getirdi. Kendisine huzurunuzda bir kez daha çok teşekkür ediyorum.
.
“50 yılı aşan meslek hayatımda ben hep Ahmet MEKİN ile çalıştım. Kameranın arkasında ben, önünde hep Ahmet vardı. Yazdığım senaryoların çoğunu o oynadı. Yazdıklarımı ve beni iyi anladığı için hep başarılı sonuçlar aldık.
.
“Bir yönetmenin de birlikte çalıştığı oyuncuyu iyi tanıması gerekir. O ünlü kovboy filmlerinin yönetmeni John FORD’u ve başoyuncusu John WAYNE’i bilirsiniz. Şöyle demişti: Ben bana getirilen bir senaryoda rolün kime ait olabileceğine değil, rolün John WAYNE’e ait olup olmadığına bakarım. Dolayısıyla, WAYNE’in filmlerinin de hepsi birbirinden güzeldir.
.
“Eşref KOLÇAK’a ilk film teklifimi götürdüğümde kabul etmedi. Sebebi şuydu: Senaryoya göre o eski 10-15 kiloluk dalgıç elbiselerinden birini giymesi gerekiyordu. Onun da ağır bir metal başlığı var. Eşref Bey’in de o zamanlar aslan yelesi gibi saçı vardı, başlık içinde tehlike yaratmasın diye saçlarını kestirmesini istedik. ‘Ben saçıma dokunmam!’ deyip rolü almadı.
.
“Ayhan IŞIK uygundu; ama o da Amerika’ya gitmişti. Fikret HAKAN hastaydı. Ahmet MEKİN uygundu, biz de o filmi onunla çektik. Eşref Bey’le Düşman Yolları Kesti’yi çektik. O sırada 6-7 Eylül olayları olmuştu. Sansür “iyi” çalışıyordu. Eşref Bey de pek politik görünmüyordu. Sadece 130 diyalog ile Türk sinema tarihindeki en iyi ve en az diyaloglu film oldu. Eşref Bey’in o güzel saçları ve karşısında Sadri ALIŞIK ile çok başarılı çekimler yaptık.
.
“O yıllarda ne jön bulunurdu, ne dublör; ne de teknik olanaklar vardı. Eşref Bey’le Korkusuz Kabadayı filmini çektik. Sahnenin birini o zamanlar Türkiye’nin en yüksek binası olan Ankara’daki Emekli Sandığı binasının tepesinde çekecektik. Bina yeni yapılıyordu ve iş asansörü dışarıdan çalışıyordu. O derme çatma ve etrafı tavuk kümesi teli ile çevrili asansörün üzerindeki bir kavga için kamerayı da yanda asılı bir malzeme torbasına benzeyen sandığın içine yerleştirmiştik ki sahne ancak çekilsin.
.
“Çekime aşağıdan başladık; ama asansör yükseldikçe süren kavga o kadar tehlikeli olmaya başladı ki, kendimizi yukarıdaki betonun üzerine attığımızda, kendi kendime şöyle dedim; bir daha milyon verseler ben böyle sahnelerde yoğum! O yıllar öyleydi işte!..
.
“Hepsi hikâye... Biz Türkler hikâye anlatmayı çok severiz. Ben de öyle yaptım. İzmir’de onur konuğu seçilmem ve bana gösterilen vefalılık gözlerimi yaşartıyor. Son sözüm: Su balık olsun...”
.
( Daha geniş bilgi için: http://tr.wikipedia.org/wiki/Tar%C4%B1k_Dursun_K. )

* * *

Türk Sineması’nın ilk jönlerinden 1927 Erzurum doğumlu Eşref KOLÇAK, Tarık Dursun K. için şunları söyledi:
.
“Kendisini 1941’de İstanbul’a geldikten yıllar sonra, film çekerken tanıdım. Düşman Yolları Kesti adlı filmi Kastamonu ormanlarında çekerken Tarık, Sadri Alışık ve ben aynı çadırda kalıyorduk, samimiyetimiz ve dostluğumuz öylece gelişti. Tüm imkânsızlıklara ve zorluklara rağmen sinemada hep güzellikler içinde çalıştık, birbirimizi hiç kırmadık hiçler içinde olmamıza rağmen. Yani bir kamera, bir senaryo, bir yönetmen ve oyunculardan ibaretti tüm malzememiz. Kostüm ve makyaj dahi bize aitti; ama zor değildi çünkü renkli film yoktu henüz. Yeni Melek sinemasının sokağından kalkardı sete giden 11 kişilik dolmuş; fakat 20 kişi biner, güle oynaya gider dönerdik hiç şikâyetçi olmadan. 1947’de ilk kez başladığım film oyunculuğumda 180 kadar filmde rol aldım.
.
“Türk dilini Anadolu’ya doğru biçimde ve İstanbul ağzı ile yaymada Türk Sineması’nın büyük katkısı olmuştur o sınırlı teknik olanaklara rağmen.
.
“Ayrıca Halk Eğitim Merkezleri de Türk Kültürünün, sanatın ve bireysel başarıların gelişmesinde çok önemli roller oynamışlardır. Onların kapatılması Türkiye’ye yapılmış en büyük kötülüklerden biridir. Oralarda dünya çapında klasikler okunur ve sahneye konurdu...
.
Bir de, adına sansür kurulu denen ve bir eseri hangi kıstaslara göre yasakladığı belli olmayan o yapı da sanata büyük kötülükler yapmıştır. Bir filmde rol icabı babam öküzlerin çektiği sapanla tarla sürüyor, ben de yalınayak yanında gidiyordum. Bu sahne yüzünden film reddedildi; çünkü Türk çiftçisinin değerini düşürüyormuşuz! Bir başka film ise arkadaki manzarada Anadolu Kavağı ve açık deniz görülüyor diye sansüre takıldı. Gerekçe: düşmana Boğaziçi hakkında tüyo veriyor idi!
.
“Cengiz AYTMATOV’un o çok güçlü evrensel öyküsünü, ‘Servi Boylum Al Yazmalım’ı Atıf YILMAZ çok yalın, hiç abartısız ve nefis müzikler eşliğinde çekerken, Ahmet MEKİN daha bir devleşti oradaki güçlü oyunculuğu ile. O film 1977’den bu yana hâlâ oynar ve zevkle izlenir; çünkü mesajı çok evrensel ve önemliydi. Sevgi-emek ilişkisi...
.
“Bugünkü Türk Sineması o kadar güçlü değil. Bakıyorum; Eşkıya, Güle Güle ve Baba ile Oğul gibi birkaç yapıt dışında beğendiğim bir şey bulamıyorum! Son sözüm: Allah benden sizlerin bu sevgisini esirgemesin!”
.
( Daha geniş bilgi için: http://tr.wikipedia.org/wiki/E%C5%9Fref_Kol%C3%A7ak )


* * *


1932 İstanbul doğumlu, ilkokul 3,4 ve 5’inci sınıfları İzmir-Karşıyaka’da okumuş Ahmet MEKİN bu son tümceye itirazla başladı konuşmasına o kulağa çok hoş gelen bariton sesi ve İstanbul kadar güzel Türkçesiyle:
.
“Çok da haksızlık olmasın, ben Eşref kadar katı değilim; memlekette güzel şeyler de yapılıyor! Belki de yapılan bireysel çalışmaları yadırgamamızın nedeni eski Yeşilçam’ın kurumsal işaretlerini görmeyişimizdir. Fakat ben de, televizyon dizilerini beğenmiyorum; çünkü her biri bir film demek olan 1,5 saat uzunluğundaki çalışmalar 4-5 günde çekiliyor günde 20 saatlik çalışmalarla. Burada kalite olamaz... Sanat günümüzde parayla da ilintili bir şey; kimse parasını geri alamayacağı bir işe girmek istemiyor doğal olarak.
.
“Tarık eski arkadaşımdı; ama hep yönetmen olmak isterdi. Baktım olmuyor; ben film yapımcısı oldum, onu da yönetmen yaptık. Tarık’ın anlatım dili çok özeldi. Yoksul, yalnız ve arka hayatları anlattı; ama her filminde umut ve insan sıcaklığı vardı. Filmlerinde yöreyi, mekânı ve insanları çok iyi anlatırdı. Romanlarında ve filmlerinde halka vereceği mesaja önem verirdi.
.
“Benim en iyi oynadığım film Tarık’ın Kurşun Ata Ata Biter adlı romanından uyarladığı aynı adlı filmdi. Tarık, ne olduysa, Kelebekler Çift Uçar filminden sonra yönetmenliği bırakıp yazarlığa geri döndü. Sanıyorum bunda sansürün büyük rolü olmuştu. Öylesine saçma sapan gerekçelerle filmlerimiz “sınıfta kalırdı” ki...
.
“Halk Evleri varken gençler kahve nedir bilmezdi. Münir ÖZKUL, Belgin DORUK, Kenan PARS, Göksel ARSOY, Altan ERBULAK ve ben Bakırköy Halk Evi’nden çıktık. Sürekli okurduk. Altyapımız o nedenle sağlam temellere oturmuştu. Keşke devlet bu yapılanmalara tekrar önayak olsa...
.
Son sözüm: Türk Sineması bizim dönemimizde Milli Eğitim Bakanlığı’ndan daha fazla iş yaptı... İnsanlara sosyal hayatı, yaşamayı ve dilini iyi kullanmasını öğretti.”
.
( Daha geniş bilgi için: http://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmet_Mekin )


* * *

1950 Öykücülerinin Yazınsal Arayışları panelinde önce İnci ARAL konuştu:
.
“1950’lerde köy romanları yazan öykücülerimiz öncüydüler. Sonra 20-25 yaş arası öykücüler bir tür başkaldırı aracılığı ile öne çıktılar. Çağın büyük yazarlarını çok iyi okumuşlardı. Bulundukları mekânları birer kültür platformuna dönüştürür, edebiyat ve şiirden konuşurlardı. Salonlardaki edebiyat matinelerinde kendilerinden önceki yazarlarla hesaplaşan kıyasıya tartışmalarla gündem oluşturdular. Eskiyi ret, kentleşme, varoluşçuluk, kimlik sorgulamaları, bireyleşme istekleri başlıca etmenlerdi.
.
“Bu kuşak yazım kurallarını kendilerince kırıp yeniden düzenliyor; devrik cümleler ve noktalamasız yazılarıyla çok sesli bir koro oluşturuyordu. Fakat gelenekten kopuş ve bu koronun iyi anlaşılması kolay olmadı. Zaten her yeni akım başta reddedilir. Taklitçi ve züppe olarak aşağılandıkları dahi olmuştu.
.
“Sonra 50 kuşağı yazarları dergiler çıkarıp yeni bir dil, yeni bir anlatım biçimi geliştirdiler. Yeni Ufuklar dergisi yeni öykücülere ve eleştirmenlere güç kazandırdı. Keskin tartışmalardan sonra sorun, toplumsal sanatın dışlandığı üzerine yoğunlaştı. Yeniler ise iki arada kalmış gibi göründüler.
.
Son sözüm: 50 kuşağı öykücüleri solcuydu. Çoğu işten atılıp haksızlıklara uğradılar. Ben de onların ayak izlerinden çıktım!”
.
( Daha geniş bilgi için: http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0nci_Aral )


* * *


Sonra Adnan ÖZYALÇINER konuştu:
.
“1950 ortalarında Demokrat Parti özgürlükleri kısıtlamaya, baskıları arttırmaya başladı. Başta edebiyatçılar karşı çıkmaya başladılar yapılan ağır haksızlıklara. 1956 yılında A Dergisi çıktı ve ilk sayısında bu başkaldırıya, yöneten-yönetilen çelişkisine yer verdi.
.
“Anlatımlar üstgerçekçi (sürrealist) bir yapı kazanmaya başladı. Bunda Hemingway’in, Faulkner’ın öyküleri ve Fellini’nin filmlerinin de etkisi vardı. Fakat bu sürrealizmdeki asıl amaç toplumsal ve insansal gerçeklerin özüne inme isteğiydi. Vüs’at O. BENER, Nezihe MERİÇ, Erdal ÖZ, Ferit EDGÜ, Leyla ERBİL aklıma ilk gelen öykücüler.
.
“Gerçeği düz yolla açıklamak sanatı sığlaştırır. Ben gerçeği çok uzun cümleli anlatımlarla boyutlandırıp soyutlandırıyordum. Bu üslup bana bir tür daha geniş özgürlük alanı ve kalıp genişliği oluşturarak, yaratıcılığımın, kişiliğimin ve sanatımın gelişmesini yol açıyordu.
.
“1964’te -yedek subaylık görevimi yaparken- okuma-yazma bilmeyen Kürt vatandaşlarımızla tanıştım ilk kez. Kent cahilleri ile aynı kaderi paylaştıklarını gördüm. Yıkım Günleri ve de Sağanak adlı kitaplarımda onların anlatamadıklarını anlattım.
.
Son sözüm: 50 kuşağının öykücüleri birbirine benzemeyen anlatımlarıyla yeni bir dönemeç oluşturdular.”
.
( Daha geniş bilgi için: http://tr.wikipedia.org/wiki/Adnan_%C3%96zyal%C3%A7%C4%B1ner )

* * *


Ardından Konur ERTOP şunları söyledi:
.
“1950 kuşağı sözünü -doğal olarak- o yıllarda o kuşak bilmezdi. 1960 sonrasında, 1940 kuşağına benzetildikleri için yeni bir kuşak olduklarının farkına vardılar.
.
“Ortak yanları şunlardı: Olay anlatan olay öyküsünün dışına taştılar. Konu yerine durum ve kesim öyküsü yarattılar. Alışılmış anlatımlar yerine, dile olağandışı yaklaşıp farklı bir dil kurdular. Öztürkçe kullandılar ve bu dil farklılığı bugünkü türbancı-laik ayrımı kadar keskinleşti.
.
“Bilge KARASU ve Adnan ÖZYALÇINER gibi yazarlar da uzun tümceli bir sözdizimi seçmişlerdi. Köy Enstitüsü kökenli yazarların kırsal kesimdeki günlük yaşamı anlatmalarının aksine, kara mizahtan da yararlanarak, çoğunlukla kent yaşamını anlattılar.
.
“Arnold J. Toynbee, Türklere neden saygı duyayım; bana hiçbir katkıda bulunmuyor, sadece Batı’yı taklit ediyorlar, demişti. İşte 1950 kuşağı bunun tersini yapıyor, özgün eserler ortaya koymaya çalışıyordu. Örneğin, Haldun Taner Batılı yazarların etkisinde kalmış yazarları konu ederek yazıyordu. 50 kuşağının yapıtları yeni bir edebiyat türü olarak sınıflandırılmadı; ama edebiyatı inceltip genişlettiler. Son sözüm: 50 kuşağı öykücülerinin hepsi birer aydın ses idiler.”
.
( Daha geniş bilgi için: http://www.otoporto.com/konur+ertop.htm )

* * *

Günümüz Öykücülüğüne Genel Bir Bakış konulu panelde konuşan Birsen FERAHLI:
.
“Öykücülüğümüzü Samipaşazade Sezai ile başlatırsak, 1890’lardan bugüne, 120 yaşında, görmüş geçirmiş bir öykücülüğümüz olduğunu söyleyebiliriz. Öyküye sevgi ve saygıyla yaklaşıyor olmamız, öykünün geçmişi sağlam, parlak ve yaratıcı olmasındandır. Öyleyse, öykücülüğümüzün geçmişi gibi, geleceği de parlak olmalıdır. Bu, şimdi yazmakta olanların sorumluluğundadır.
.
“Halit Refik KARAY ve Ömer SEYFETTİN önemli birer kilometre taşıdırlar. Sonra, Sait Faik bambaşka bir şey yapmış, olaysız öykü yazmış; ama içine insanın bütün hâllerini koymuş. Sabahattin ALİ toplumsal duyarlığın edebiyatın içine taşınabileceği en iyi örneklerini yazmış. Orhan KEMAL bir başka doruk noktası... Fakir BAYKURT bireysel ve toplumsal kaygıları iç içe işlemiştir. Öykücülerimiz hiç ummadığımız insanların, kadınların, çocukların hüznünü nakış nakış işlemişler.
.
“50 kuşağı öyküye saygı duyulmasını öğretti, 1968 kuşağı ise daha farklı hassasiyetler yarattı. 1980 sonrası suskunluk dönemi oldu, sonra yaşlanan ama 2000’lerde yeniden yazanlar okunmaya başlandı. Adam Öykü Dergisi ve çeşitli illerdeki öykü günleri etkinlikleri öykümüzün canlanmasına katkıda bulundu. Günümüzde öykü telefonda ağlayan bir öykü gibi... İnsan varoluşunun pek değişmeyen yönünü arıyor, Facebook’daki bir ikonla ağlayan insan ruhunu yazıyor. Günümüz yazarı pusulasız gezen biridir. O yüzden çekingendir. İktidara karşı durmayı göze alamaz. Zaten iktidar karşıtı olmak da yetmez artık; çünkü iktidarlar metamorfoz geçiren, kılık değiştiren, başkalaşabilen amorf birer yapı kazanmışlardır.
.
“Öykücülük bilgi, deneyim ve bilginin zihinde kalıcılığına göre biçimleniyor. Öykü adları reklâm sloganları gibi kışkırtıcı... Duygularda serinleme, tutkularda küllenme var. Günümüzde hepimiz tükenerek ve tüketerek var olan bir yaşam biçiminin ardına takıldık. Bu haz düşkünlüğü en muhalif yazarları dahi etkilemiştir. O nedenle yazan kişi de değişmiştir. Çünkü yazım gereçlerindeki değişim yazım süreçlerini de değiştiriyor.
.
“Öyküdeki değişim iyiye mi, kötüye mi gidiyor?.. Bu soru sorulamaz. Edebiyatta herhangi bir öngörüde bulunmak doğru değildir; çünkü sanat insanın zamana karşı zafer kazanabildiği bir uğraştır. Önemli olan bir yapıtın bu alana katkıda bulunup bulunmadığıdır. Edebiyatı diğerlerinden ayıran şey hissediştir. Her konuda sınırların kalktığı bir çağda, edebiyatla sınırlar çizilemez gibi geliyor bana. “Son sözüm: Zihni ve ruhu bulunduğu konumdan kıpırdatan öykü iyi öyküdür.”


* * *


Aynı panelde konuşan şair, yazar ve edebiyat eleştirmeni Aydın ŞİMŞEK şunları dillendirdi:
.
“Bir anlatı sanatı olarak öykü insanlığın tarihi kadar eski, bir o kadar da atılgandır. İnsanın kendi yaşamında veya başkalarında gözlediği insan hâllerini ve olası insan hâllerini anlatır. Bir tür gelecek kurma projesi de olabilir, kişinin düş gücüne bağlı fantastik veya olası algıların anlatımı da...
.
“Çerçeve böyle olunca, anlatı sanatlarına dönem dönem baktığımızda, kaçınılmaz olarak bir gelenek vurgusu yapmak zorundayız. Gelenek içinde olgunlaşma ve öznelerin özgünleşerek, gelenekten kopma süreci yaşadıklarına vurgu yapmalıyız.
.
“Ben günümüz öyküsü sözünden yaşayan öyküyü anlıyorum. Günümüz öyküsü belli bir tanım ve zaman içine sığdırılamayacak kadar yoğun, dinamik ve akılcı bir öykü olduğundan; yaşayan bir metin günümüz öyküsüdür.
.
“Kimdir bu öyküleri yaşayan öykücüler: Sabahattin ALİ, Orhan KEMAL, Oktay AKBAL, Cemil MERİÇ, Necati CUMALI, Aziz NESİN, Tarık Dursun K., Vüs'at Orhan BENER, Leyla ERBİL, Orhan Kemal, Oktay AKBAL, Haldun TANER, Bilge KARASU, Tahsin YÜCEL, Selim İLERİ, İnci ARAL, Oya BAYDAR, Jaklin ÇELİK, Sema KAYGUSUZ ve diğerleri (Vakit darlığı nedeniyle çok hızlı okunduğu için bazı yazar adlarını maalesef kaçırdım!)
.
“Öyküde ne yazılır veya öykü nasıl yazılır sorularına, herkesin ‘bence’ diye başlayarak yanıt verebileceği kadar geniş bir alan var önümüzde. Peki, günümüz öyküsünün derdi nedir, diye konuya bir soruyla yaklaştığımızda şunları söyleyebiliriz:
.
“Her toplumsal dönem öyküye kendi özelliğini yansıtır. Dış dünyada ve toplumda yaşanan tüm değişim süreçleri öyküyü de, öykücüyü de kendi içine alır. Öyleyse 1940 kuşağını hangi süreçlerin içine aldığını anlamadan ve içeriğini yorumlamadan, 1950 kuşağını sarmalayan yeni algıların ve biçimlerin, özellikle de modernite sürecinden kaynaklanan yoğunlaşmaların ortaya çıkmasının nedenlerini 40 kuşağına ilintilemeden anlayamayız.
.
“Buradan günümüz öyküsüne gelirsek; günümüz öyküsü hıza karşı yazılan bir öyküdür; çünkü artık hız denen başat bir ideoloji var. Hız sınırları kaldırdı, kendine ekonomik bir dil kurdu ve tüketim kalıplarına maksimum işlev kazandırmak için sanatı da içine alıp kendine dönüştürmeye, bundan da sanatsal haz yaratmaya başlattı. Bu ideoloji -bir geçmiş nostaljisini de içine almış, geleceksizliği de üreterek- hızla ilerliyor.
.
“Günümüz dışsal dünyasında böyle bir yapı oluştu ve bu yapı bir tür çift kirlilik oluşturdu sanal ve gerçek diye... Gerçek ve sanal birbirine karıştı; gerçek sandığımız kişi, karşımıza sanal olarak da çıkabiliyor artık.
.
“Her toplumda egemen akıl tüm algı alanlarını kodlayarak, toplumsal sağduyuya dönüşür. Bu olgu, toplamımızın bileşkesi olarak bizi esir alır ve zamanla yerleşik ezberleri yaratır. Sanatın, yazmanın amacı bu klişeleri, ezberleri, kuralları aşındırmak olmalıdır. Öyleyse günümüz öyküsünün de işlevi bu hıza karşı durmak, hızı yavaşlatmak olmalıdır. Sanatçı bunu kendine bir görev alanı olarak açmalıdır.
.
“Metinlerde hız iki biçimde yavaşlatılabilir; a- anlatımda boşluklar yaratıp okuyucuyu da öykünün içine alarak anlam katmanları yaratmakla, b- klasik öykünün unsurlarını yeniden kurmakla, soyut anlamlara ağırlık kazandırmakla...
.
“Hız ideolojisi yeni kavramlarıyla da insanlığı kuşatıyor; bunlardan biri de piko-modernizm denen -anlık değişimlerden oluşmuş- tek vuruşlu modernizmdir. Böylesi bir hız içindeki uzmanlaşma bir tek şeye odaklanma ile oluşuyor ancak. Dolayısıyla odaklanma ve uzmanlaşma üzerine kurulu bir öykü türü gelişti, gelişiyor. Bir duvara, bir eşyaya veya bir sineğin kanatlarına odaklanıp onu anlatan öyküler, tarihten ve içedönük öykülerden uzaklaşarak, zamana ve zamanın dışsal öznelerine dönmeye başladı.
.
“Oysa hiper endüstrinin yüksek teknolojisi tüm hayatı kuşattığı için; ‘Nereye gidiyoruz?’ sorusunu dahi sormaya fırsat vermeden, bu hayatın oluşturduğu büyük dramlar yaşanıyor her yerde. Bunları anlatanlar da var. Fakat dilden ve dilin olanaklarından uzak şifreli yazma türleri kullanılarak yazılan öyküler çıkıyor ortaya. Yalınlaşan bir öykü türü de gelişiyor. Okumayan yazarların yazdığı öyküler de görüyoruz. ’Sobalık veya Sopalık’ öyküler de var.
.
“Fantastik anlatılar da yeni bir alan oluşturuyor. Öyküsünün adını tersinden okunması için ‘Ürök Ninile’ koyanlar da var. Mekân, tema ve ideolojiden uzaklaşan metinler de var. Nano anlatıların ötesine geçen post-modernist öykülerin yanı sıra hiç noktalama kullanmadan yazılan öyküler ve şiir gibi satır satır, fakat yan yana dizildiğinde düz metin oluşturan öyküler de yazılıyor.
.
“Mekândan, izlekten, betimlemeden, ironik algıdan ve bilinç akışından uzaklaşan metinler de var. Bunları tek tek ele alır ve irdelersek, bu tür post-modernist metinlere özellikle Vüs’at O. BENER’de rastlarız. Hatta yeni yeni keşfedilen nano anlatıların dahi çok çok ilerisinde metinler yazdığını görürüz. Bunlar geleceği de içkinleştiren metinlerdir. Ferit EZGÜ’de de görebiliriz bu tür metinleri...
.
“Son dönemlerde çok kısa öyküler de yazılıyor. Bunların biraz daha gelişmesi gerekiyor. Bu tür öykülerde boşluklar yaratmak ve hızı azaltmak için yazara düşen görev, öykünün ilk cümlesinin öncesini ve son cümlesinin sonrasını okura bırakmak olmalı, diye düşünüyorum. Bunun en güçlü örnekleri Ferit EDGÜ ve Selim İLERİ’de görülebilir.
.
“Çok başarılı uzun öyküler de var. Füruzan’ın 47 sayfalık Haraç adlı öyküsü, yine Füruzan’ın 80 sayfalık Gül Mevsimidir adlı öyküsü, Selim İLERİ’nin 150 sayfalık öyküsü ve diğerleri... (10 kadar yazarın çok hızlı okunduğu için adlarını -ne yazık ki- not edemedim...)
.
“Zeynep SÖNMEZ’den alıntıladığım son sözüm: Uzun cümleler ömrümüzü kısaltıyor. Umarım ömrünüzü kısaltmamışımdır.”
.
( Daha geniş bilgi için: http://www.siirakademisi.com/index.php?/site/sair_hayat/127 )


* * *


Hasan ÖZKILIÇ (Edebiyatçılar Derneği İzmir Temsilcisi): “Türkiye’de gerçekten herkesin bir öyküsü var. Günümüzde dünyadaki öykücülükte bizdeki kadar etken bir canlılık yok. Bizim öykülerimiz dünya edebiyatında önemli bir yer tutuyor. İnadına yazan Sabahattin Ali’den bu yana, öykümüz kanla, canla, başla savaşıp ayakta durabilmiş ve duracaktır. Son sözüm: Dil edebiyatı, edebiyat dünyayı kurar.”
( Daha geniş bilgi için: http://www.hasanozkilic.com/ )
.

Dip not: Her yerde övünerek, Türkiye’nin kent kültürü altyapısı en sağlam kentlerinden biridir İzmir, derim hep. Bu üç günde gerek katılımcı ve izleyici sayısıyla, gerekse konuşmaların içeriği ve derinliği bakımından bir kez daha yaşayarak kanıtladık bunu. Bize bu olanağı sağlayan herkesi kutluyor, bizleri zenginleştiren sinema yıldızlarımıza, şair ve yazarlarımıza teşekkürlerimi sunuyorum.
.
.
.
.
.
.
Günün sözü: “Hiç dünden kopuk bugün olur mu...”

 
Toplam blog
: 147
: 2923
Kayıt tarihi
: 05.05.07
 
 

İngilizce öğretmeniyim, çevirmenim, dilmaçım, araştırmacıyım. / Beş kitabım var: Beynin Kimliği, ..