Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Nisan '16

 
Kategori
Öykü
 

Bağımlı olma, kendinle ol

Bağımlı olma, kendinle ol
 

Alıntı;

“Yalnızlık, tek başına yaşayamayan insanın halidir; yalnızlık kalabalığa, başkasına bağımlısın demektir. Tek başına mutlu olabilen bir insan her tür bağımlılığın ötesine geçmiştir. İnsanlara sevgisini verebilen odur, çünkü artık onlardan hiçbir şey almaya ihtiyacı yoktur. Kalabalığa girebilir, çünkü kalabalık onu kendi merkezinden uzaklaştıramaz. Kalabalığın içinde yaşayabilir ama kalabalık onun içinde olmayacaktır.”

 

Kurmaca;

Bahçenin ortasına sunak yaptırdım. Rahmetli annem babam görseler fenalaşırlardı. Ah Buse! Kırkımdan sonra ne işler açtın başıma. Sarınmış beyaz ipeğe elinde laleler başına takmış çiçekten tacını salına salına pagan ayinini yapıyordu. Bir o yana bir bu yana sıçrayarak yanıma gelip kucağıma oturdu. Kulağımı öpüp “Aşkım, bahar geldi. Pers tabağını bulacağım demiştin,” diyerek beline dolanmama fırsat vermeden kalktı. Arkasından “Senin huyun değil mi göster ama elletme,” diye bağırdım. Gülümsedi. Sunağa gidip tuhaf şeyler mırıldanırken bahçe kapısı açıldı. Misafirim geldi. “Otur Bilal,” deyip yer gösterdim. Endişeyle “Levent Bey acil çağırınca,” diyordu ki limonatamdan bir yudum alıp konuya “Bilal lafı geveleme,” diye girdim. Toparlanıp “Kazı alanında keşfi tamamladım. İstediğiniz tabağın çıkarıldığında emin oldum. Bu gün yarın elimize geçer,” dedi. Aba altından sopayı “Dediğin gibi olsa iyi olur. Haraca bağladığın esnafın şikâyet dosyaları önümde kabardı. Bir satır yazımla hapsi boylarsın,” diye gösterdim. Eli ayağı dolaştı. Öfkeyle “Vakit kaybetme,” diyerek yol verdim.    

 

Mısır mevsimi yaklaşmıştı. Tarlayı havalandırmam gerekiyordu. Dedem elden ayaktan düşmüştü. Arkadaşım ha geldi ha gelecek derken zil çaldı. Kapıyı aralamamla içeri dalması bir oldu. Selam vermeden sedire kuruldu. Merakla “Bilal, sendeki hal, hal değil. Ne var ne yok?” diye sordum. Panikle “Ersin, yardımına ihtiyacım var. Elimden tutarsan cebin de dolar,” dedi. Çay demlerken dedem “Ersin, oğlum,” diye seslendi. Demliği bırakıp odasına gittim. Başını yorganın altından çıkarıp “Yataktan çıkmak hiç içimden gelmedi. Tarlaya gittin mi?” diye sorduğunda sıkılarak “Bilal geldi. İki laf ediyoruz. Sonra giderim,” dedim. Azarlayacaktı ki kapıyı çekip salona geçtim. Bilal çayları doldurmuştu. Kendininkine dokunmadan hâkimin teklifini anlattı. İşin ucunda iyi para vardı. Umutla “Tahsin de kabul etti. Eski günlerde ki gibi,” diye ekledi. Çocukken takımına almayan, muhtarın öğretmenin çocuklarıyla oynayan Bilal cevabımı dört gözle bekliyordu. Büyük bir zevkle “Ben de varım,” diyerek teklifini kabul ettim. Kazı alanına nasıl gireceğimizi eserleri nerede saklayacağımızın detaylarını anlatıp hazırlıkları tamamlamaya gitti. Bardakları kaldırırken dedem konuştuklarımızı dinlemiş olacak “Ersin, oğlum! Uyma şeytana. Ne zaman dostun oldu o senin. Eskiden beri seni kabullenmedi. Anan, baban öldü bana emanet kaldın. Boğazından haram geçirmedim. Şimdi neyin peşindesin!” diye verdi veriştirdi. Tepsiyi lavaboya fırlattım. Kan beynime sıçradı. Ceketimi alıp “Hasatta alacağımız parayla boğazımızı zor doyururuz. Kimimiz kimsemiz yok. Sen ölünce tek başıma bu tarlada bu evde,” diyerek vurdum kapıyı çıktım.          

 

Çay ocağında pazarlık kızışmış, Bilal, tabağa hâkimden daha fazla ödemeye istekli alıcıları bulunca adamı satmıştı. Pazarlık iki milyona kadar çıktı. Çaycı boşalan bardakları dolduruyordu. Tahsin nefes almadan olup bitene dikkat kesilmişti. Fiyatta anlaşılınca Bilal keyifle “Ersin, çantadan tabağı çıkar arkadaşlara ver,” dedi. Tabak çanta kadar olunca çıkarması zordu. Uğraşırken alıcılar kimliklerini gösterdiler. Etrafımızı jandarma çevirdi. Kelepçelendik. Tabakla birlikte pasajın girişinde bekleyen araca alındık. Telsiz konuşmalarında bir ekibin değirmene gittiğini kalan eserleri topladığını öğrendik. Jandarma alay komutanlığına giderken başımız önde girdik. İfadelerimiz alınırken alay komutanı ve savcı geldiler. Komutan “Ferhat, arkadaşlarımız 107 parça tarihi eseri değirmende bulmuşlar,” diyerek savcıya gösteriyordu. İfadelerimiz alındı. Savcı satır satır ifadeleri okuyup komutana “Davut, gözaltı devam etsin. Tutuklama istemiyle nöbetçi hâkimliğe sevk edeceğim,” dedi.         

 

Oğlum paça çorbası istemiş kasaba sipariş vermiştim. İkindi namazı sonrası uğradım. Paketim hazırlanmıştı. Ayaküstü iki çift laf ettik. Paçayı alıp yola koyuldum. Yürümeyle on beş dakikada evdeydim. Hanım, baharatları tezgâha çıkarmış beni bekliyordu. Düdüklüyü ocağa koyup paçayı yıkattı. İki ihtiyar birlikte çorbayı bir güzel pişirdik. Ocağı kapatırken zil çaldı. Torunlar geldi. Gülüş cümbüş soyundular. Eller yıkandı sofraya oturduk. Gelin, çocuklar tabaklarını sabırsızlıkla tencereye uzattılar. Yarış kızışmıştı ama bizim savcı dalgındı. “Ferhat, sesin soluğun çıkmıyor,” diye ağzını yokladım. Keyifsiz keyifsiz “Nöbetçi hâkim eser kaçakçılarını serbest bırakmış. Elden bir şey gelmez,” diyerek karıştırdı. Salataya limon sıkarken “Oğlum, deden Kıbrıs şehidiydi. Kıbrıs adası neyse tarihi eserlerde odur. Yapacak her zaman bir şey vardır. Uğraşmak istemiyorsan o başka,” diye sitem ettim.      

 

Bandırma müze müdürlüğü özel sergi salonunda elimizden kaçırdığımız tabağa bakıyordum. Omzuma dokunan elle hâkimin gediğini anladım. “Bilal, açgözlü Bilal. Kulağını aç dinle. En geç bir hafta içinde tabağı sevgilime veremezsem Tahsin’i içeri tıktığım gibi seni ve Ersini de tıkacağım. Unutmadan tabağı alınca sana para vermeyeceğim,” diyerek gitti.  

 

Sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten başka bir şeyleri olmayan küçük çocuklar hiç durmadan koşuyorlar, bağırıyorlar ve şose yolunun kenarındaki hendeklerde yuvarlanıyorlardı. Bilal değirmende bekliyordu. Aceleyle geldim. Yamulmuş duvarlar, tavana yakın ufacık pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı... Sonra bir sürü çarklar, kocaman taşlar, miller, sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar... Ve bir köşede birbiri üstüne yığılmış buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin çuvalları. Karşıda beyaz torbalara doldurulmuş unlar... Bilal can sıkıntısıyla “Ersin, çuvalların arkasındayım,” diye seslendi. Ayakkabılarım una bulandı. Bilal yerde bağdaş kurmuş büyük bir kâğıdı inceliyordu. Müze’nin krokisini çıkarmıştı. Gözlerini krokiden ayırmadan “Hâkim tehdit etti. Sonumuz Tahsin’e benzermiş,” dedi. 

 

Kafa dağıtmaya maça gelmiştim. Rakip takım penaltıyla maçı almış statta başlayan gerginlik sokaklara taşmıştı. Taraftarlarının sayıları azdı ama altta kalmıyor karşılık veriyorlardı. Sözlü sataşmalar yumruklaşmaya kapı açmış taraftarlar bir birlerini kovalıyorlardı. Kendimi atmosfere kaptırmış ana avrat sövenlerin peşinden koşuyordum. Adamları AVMnin önünde yakaladık. Tekmeler havada uçuştu. Çevik kuvvet yaklaşınca grup dağıldı. Karnıma aldığım yumruklarla sersemlemiştim. Kaldırıma oturdum. Ayaklarımın altında ezdiğim nohutları, pirinçleri fark ettim. Şöyle bir bakındığımda devrilmiş nohut pilav arabasını gördüm. Gözlerime inanamadım. Ekrem amca boylu boyunca uzanmış yüzü gözü kan içindeydi. Acıyla “Ferhat Bey ne yaptınız!” diye sordu. Kalkıp yanına gittim. Elinden tutup doğrulmasına yardım ettim. Birlikte nohut arabasını düzelttik. Tencereleri toplayıp alta kısma yerleştirdim. Adamın emeği ziyan olmuştu. Sızlayan kemiklerim değildi. Cebimden çıkardığım parayı avcuna sıkıştırdım. Az çok günlük kazancını tahmin edebiliyordum. Çarşıya her çıktığımda uğrayıp nohut pilavını yerdim.

 

Ağaçların hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından fıkırdayıp çıkan köpüklü sular iki sıra taze kavağın ortasından geçip ilerideki sazlıkta kayboluyordu. Müzeden tabak ve diğer parçaları almış değirmene getirmiştik. Bilal mutluydu. “Ersin, şu tabağı hâkime teslim ettik mi her şey son bulacak,” diyerek tahta kapıya omuz verdi. İttirdi ama zorlanmıştı. Destekledim. Sırtımızda ki çantaları bırakıp dışarı çıktık. Değirmenin kapısı yanındaki taş sedire oturup kocaman çınarın kıpırdayan yapraklarına bakarken Bilal bana döndü. Telefonu uzatıp “Haber ver de, emaneti alsın,” dedi. 

 

Adliyede müzenin soyulduğunu öğrenince canım sıkılmıştı. Soygun profesyonelce yapılmış şüpheli yoktu. Ersin ve Bilal sorgulanmış ama soyguna karışmadıklarına kanaat edilmişti. Jandarmalar hergeleleri salıvermişlerdi. Soygunu yaptıklarından emindim. Ufak bir delil olsa elimden kurtulamazlardı. Karşıya, durağa geçerken önümde bir araba durdu. Açılan camdan birisi kafasını uzatıp “Ferhat, halı sahaya gelsene top çevireceğiz,” deyince oralı oldum. Halı sahadan arkadaşlardı. “Maç işlerinde yokum artık,” deyip yol verdim. Israrlarına “Nohut pilavcıya uğrayıp atıştırırdık,” diye devam etseler de duymamazlıktan gelip önüme baktım.     

 

Hafif yağmur çiseliyordu. Ersin’i değirmende bırakıp nöbete çıktım. Hâkim gelip tabağı alacaktı. Akşama kuvvetli bir yaz sağanağı gelmesi mümkündü. Zeytin ağaçlarının arkasında bir siluet gördüm. Değirmeni kesiyordu. Yavaş yavaş sokuldum. Kurumuş bir dal aldım. Yaklaştım. Çıtırtıları duymuş olmalı arkasına dönüyordu ki kafasına indirdim. Sersemledi. Kolundan yakaladım. Başından akan kan yüzünü ıslatmış ama tanıdım. Savcı ellerimdeydi. Karşı tepedeki palamut ormanına birbiri arkasına yıldırımlar düşüyor, iri damlalar zeytin ağaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla oynatıyordu. Sürükleyerek değirmene götürdüm.

 

Yüreğim daha fazla dayanmadı. Hanım koluma girip koltuğa oturttu. “Ferhat, oğlum,” diye inlerken kapı çaldı. Gelin çocukları annesine bırakıp geldi. Oda iyi değildi. Hemen arkasından oğlanın arkadaşı jandarma alay komutanı Davut misafirimiz oldu. Ferhat’la birlikte büyümüşlerdi. Aynı mahallenin çocuklarıydılar. “Babam, sen merak etme. Cep telefonu sinyalinden yerini tespit ettik. Ekipler değirmene ulaşmak üzereler. Ben de onlara yetişeceğim,” diyerek yüreğime su serpti. 

 

Dışarıda fırtına gittikçe artıyor ve rüzgâr ıslak kamçısını kerpiç duvarlarda gezdiriyordu. Kanamam durmuştu. Ersin ve Bilal tartışıyorlardı. İçeride taşlar nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın gibi dönen kayışlar şaklıyor; birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu. Bağrışlarını hâkim Levent’in yanında bir genç kızla değirmene girmesiyle bitirdiler. Olacak iş değildi. Tabağı isteyenin Levent olduğu aklımın köşesinden geçmezdi. Bana işaret ederek öfkeyle “Bunun ne işi var burada!” diye haykırdı. Bilal Ersini kolundan tutup hızla yanıma getirdi. Çekip kaldırdılar. Ayakta zor duruyordum. “Levent Bey, Ersin de davetsiz misafirimizi yakmaya götürüyordu,” deyip gaz tenekesini verdi. Kapıya yürürken Bilal ve Levent pazarlık yapıyorlar, kız tabağı hayran hayran inceliyordu.         

 

Sıra sende;

 

Ersin, yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geriye attı. Birdenbire çukura gitmiş gibi görünen gözlerini üzerime dikti, uzun uzun baktı... Dışarıda fırtına arttıkça artmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler uçuyordu. Ve değirmen, azgın bir hayvan gibi homurdanıyor ve dönüyordu. Ve o, lambanın sönük ışığında, olduğundan daha büyük, adeta bir gölge gibi duruyordu. Yaslanarak ittirdiği kapı ölümümü kabullenememiş olsa gerek açılmaya direniyordu. Bilal ve Levent omuz verip kapıyı açtılar. Rüzgâr ağaçları yatırıp kaldırıyordu. Az ilerideki samanlığa derenin alt başına inip kavak fidanlarının arasından geçerek ulaştık. Uzaklardan gelen bir kurbağa sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu. Olanca kuvvetiyle beni yere yuvarladı. Samanlık kuru, yağmur almıyordu. Ersin önüne bakıyor, tenekenin ağzını açmaya çabalıyordu. Elimi omuzuna koydum, gözlerini bana kaldırdı bir nefes aldı. Dikkatle “…” diyerek…   

 

Varoluşun tekrarı yok. Hazır ol! “Alıntıdan” esinlen, “Kurmacaya” devam et!    

 
Toplam blog
: 16
: 62
Kayıt tarihi
: 09.05.15
 
 

1978 yılı Sakarya doğumlu, evli ve bir çocuk babasıyım. Yüksekokul dâhil eğitim hayatımı Sakarya'..