- Kategori
- Öykü
Gel gör beni aşk neyledi
Çuval çuval buğdaylar, öküzlerin üzerinde duruyordu ama artık buğdayları tüketecek soluk alıp veren nefesler yoktu. Havayı yanık kokusu sarmış, haneler Moğal yangınından nasibini almıştı. Çekik gözlü Moğal yağmacılar benden bir gün önce Sarıköy’e ulaşmıştı. Her yanı yağmaladıkları yetmiyormuş gibi taş üzerine taş bırakmamıştılar.
Bu düşünceler içinde boğuşurken o kadar koştum ki nefesim kesildi. Gözümü açtığımda Melek Ana başucumda gözyaşları dökerek ağlıyordu. Bir yandan da Moğollara beddualar ediyor, “yaktınız bizi, ocağımız söndürdünüz” diye ağıtlar yakıyordu.
Moğollar, Anadolu’nun korkulu rüyasıydı. Çocuk genç demeden insanları öldürüyordu. Sonunda kana bulanmış elleri bizim Sarıköy’e varmıştı. Ayak bastıkları toprakta bir tek yeşil çimen bitmiyordu.
Moğallar, Sarıköy’ün yaşlılarını öldürmediler, geçmiş ve geleceğini yağmaladılar.
Sarıcaköy’ün gençlerini öldürürken umutlarını yok ettiler.
Beşikte bebelerimizi, sürme gözlü kadınlarımızı öldürürken yuvamıza ateş düşürdüler…”
Sarıköy’ün dağı taşı gözyaşı döküyordu. Melek Ana ağıtlar yakarken odanın kapısı aralandı. İçeri uzun boylu, karakaşlı kara gözlü, Türkmen yeleği giymiş bir adam adım attı. Gözlerimi güçlükle açabildim. Gelenin Amcam Devletşah olduğunu anlayınca ister istemez dudaklarımda gülümseme belirdi.
Başucuma oturdu. Çocukken yaptığı gibi başımı şefkatle okşar gibi elini saçlarımın arasından gezdirdi. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Onu ilk defa bu kadar uzun ve içten ağlarken görmüştüm.
Melek Ana: Devletşah oğlum! Hatırlar mısın bilmem sen çok küçüktün biz Eskişehir’e geldiğimizde. Yunus, buğdaylar toplanırken hasat döneminde dünyaya gelmişti. Baban, silah taşıyacak bir erimiz oldu diye ne çok sevinmişti. O gün eli kalem tutsun adı Yunus olsun, güzel günler görsün diye dualar etmiştik. İlk torundu, gözbebeğimizdi Yunus’um.
Devlatşah: Bilmez miyim. Dün gibi yadımda o günler… Şimdi kül olan ekinlerin yerinde bütün köye çevreye yetecek kadar buğdaylar yeşerirdi. Toprağımız geniş elimiz bol, hanelerimiz huzurluydu. Mevsim meyvelerimiz yemişler bin bir çeşitti. Armut elma ağaçlarımızda çocuklarımız daldan dala bir kuş gibi konarken türküler söyleyerek toplardı meyveleri.
Yunus’un doğduğu gün baban rahmetli köyde büyük bir ziyafet vermişti. Sultan sofrası kurmuştuk. Yaşlı genç demeden her kesin karnı doymuştu. O gün çevredeki ozanlar gelmiş her biri birer methiye söylemişti.
Bu konuşmaların ardından kısa süren sessizlik oldu. Bu havayı bozan Melek Ananın yanık ve tiz sesiyle: “Devletşah oğlum, köyde durumlar nasıl?” diye sordu.
Devletşah derinden bir iç çekerek sözlerine şöyle devam etti: “Köyde yanmamış birkaç hane kaldı. Sağ kalan eş dost akrabadan bazıları yakın köy ve kasabalarında bulunan akrabalarına gitmek için yol aldılar. Kimi aileler de Sarıköy’de doğduk biz burayı yeniden mağmur edeceğiz diyorlar…
Melek Ana: Biz ne yapacağız, ya oğul! Diye ağlamaya başlayınca, amcam, yerinden kalktı “elbet bir çaresine bakacağız” dedi ve gitmek için müsaade istedi.
Aradan ne kadar süre geçti bilmiyorum. Anamın sıcak tarhana çorbası ile kendime geldim. Bir an önce kalkıp yola koyulmak için sabırsızlanıyordum. Melek Ana ise hareket etmeme dahi müsaade etmiyordu.
Bir sonraki gün sabah erkenden kalktım. Evde kimse yoktu. Odama duvardaki Elif’in çeyizleriyle süslü örtülere dokunurken gözyaşlarımı tutamadım. Nişan günü bana hediye ettiği işlemeli mendilimi, havlumu ve birkaç eşyayı heybeme koydum. Atımın yularını tuttuğum gibi Elif’imin mezarının başına vardım. Yüzlerce mezar aynı tarih ve aynı günde can vermişti. Belki de on binlerce nefesin kaderi bir olmuştu da nefessiz kalmıştı.
Elifimin mezar taşının yanına diz çöktüm. Dualar ettim.
Bundan sonraki tüm dualarım Elif’le başladı elifle bitti.
Elif’le ilk karşılaşmamız okul yıllarında olmuştu. Caminin yanında okuma mektebi vardı. Elif yazma ödevlerini özenle yapardı. Bense güzel yazı dersinde biraz tembeldim. Gizli gizli Elif’in defterine göz atarken ona hayran hayran bakar onun gibi kalemimi tutar yazmaya çalışırdım. Gün geçtikçe şiire olan merakım arttı. Amacamın ozan olması ve ozan geleneğine sahip bir aile ortamında yetişmiştim. Şiire olan ilgim Bir gün sınıfın ortasına attım kendimi ve:
Elif okurduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaratılmışı severiz
Yaratandan ötürü…
Herkes şaşırmıştı. O günden sonra okuduğum şiirde Elif ismi geçtiği için sanki bana daha yakın olmaya başladı. Her gün okul yolunda buluşur mektebin yolunu tutardık. Derken yıllar geçtikçe gönlüm Elif’in gönlüne düştüğünü anlamam çok sürmedi.
Elif aşkı içimde gün geçtikçe büyürken babam beni Konya Karatay Medresesine öğrenim görmem için gönderdi. İslami ilimleri derinlemesine eğitim almaya devam ettim. Tatillerde bahcede öküzleri sürüp ekinler ektim. Köye döndüğüm o yaz Elif’le nişanlandım. Derken göz açıp kapayana kadar yıllar geçmişti. Nur topu gibi bir oğlumuz olmuştu.
Elif okurduk ötürü
Pazar eyledik götürü… Şimdi derin düşünceler içinde bu dörtlüğü okurken mezarının üzerine bir gülfidanı dikiyordum. Aşık bülbül dallarından birine konsun da aşkımız için ötsün diye. Ben yok iken bülbül Elifime nağmeler döksün, gülfidanı onun nağmeleriyle güller saçsın. Benim yokluğumda ona yoldaş olsun diye…
Bir müddet ozanlıktan gelen âşık geleneğinden öğrendiklerimle ağıtlar söyledim. Gözyaşlarımın bir kısmını toprağa bir kısmını da yüreğime gömdüm.
Gel gör beni aşk neyleydi
Mezarları etrafında dolanıp bir Fatiha okuduğum köyümün insanlarının nefesi üzerine mi ben pazarlık yapmıştım diye düşünmeden edemedim. Beynim zonkluyor aklım yerinden çıkacak gibi oluyordu. Beni gören ne akıllı ne de deli derdi. Benimse onlara bir tek cevabım vardı: “Gel gör beni aşk neyledi.”
Bir şeyler yapma vakti gelmişti. Mezarlık ziyaretinden sonra, Buğday çuvallarının yanına vardım. Bir de baktım ki Melek Ana onları sağ kalmayı başaran kolu komşuya çoktan dağıtıyordu.