- Kategori
- Kitap
Barış Adlı Çocuk-Sevgi Soysal
Okumaktan zevk aldığım zaman zaman okurken hüzünlendiğim bir yazardan bahsetmek ve O’nun bir kitabını tanıtmak istiyorum. Sevgi Soysal’ın Barış Adlı Çocuk kitabı…..
Sevgi Soysal 30 Eylül 1936 da İstanbul’da doğdu. Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji bölümünde okudu.Toplum karşısında bireyin tedirginliğini öne çıkaran ‘yeni gerçekçilik’ akımından izler taşıyan öykü ve yazıları dergilerde yayımlandı. Kadın ve erkek ilişkini ve evlilik temasını işlediği ilk romanı ‘Yürümek’ ile TRT Sanat Ödülleri yarışmasında başarı ödülünü aldı. 12 Mart Sevgi Soysal’ın hayatı ve yazarlığı üzerinde derin izler bıraktı. ‘Yürümek ’ müstehcenlik gerekçesiyle toplatıldı. O dönemde Mamak cezaevinde tutuklu bulunan Anayasa Profesörü Mümtaz Soysal ile evlendi. Daha sonra kendisi de siyasi nedenlerle tutuklandı. Sekiz ay Yıldırım Bölge’de tutuklu kaldı. Adana’da 2 ay sürgünde yaşadı.
‘Yenişehir’de bir öğle vakti’ adlı romanıyla 1974 Orhan Kemal Roman ödülünü aldı. ‘Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’ n da cezaevi anılarını anlattı. ‘Şafak’ ta ise Adana’ da sürgünde bir kadının başından geçen olaylar anlatılır. Yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle 1976’da bir göğsü alındı.
Hastalığı döneminde hastalık izlenimlerini ve 12 Mart dönemi cezaevi koşullarını anlattığı ‘Barış Adlı Çocuk’ yayımlandı. Son romanı ‘Hoşgeldin Ölüm’ ü tamamlayamadan kasım 1976’da İstanbul’da öldü.
‘Barış Adlı Çocuk’ yazarın gerçek yaşamından izler taşıyan öykülerinden oluşan bir kitap. Öykülerde izlenimci betimleyici bir anlatım tarzı kullanılmış. Toplumsal olaylar içinde bireylerin tedirginlikleri, acıları, duyguları, kederleri anlatılmış. ‘Bir Ağaç Gibi’ öyküsünde yazar yaşadığı hastane ortamını, hiç beklemediği hastalığını, aslında hastaneye öylemesine dinlenmek için geldiğini, ama amansız bir hastalığa yakaladığını anlatıyor. Yaşama sevgisi öylesine fazladır ki birgün iyileşeceğini yeniden bir ağaç gibi filizleneceğini yeşereceğini düşünmektedir.
‘Zulmet Sevinci’n de mahkemeye götürülmek için tutukevinden kısa bir süreliğine çıkarılan bir kadın mahkumun bahar sevincini hissetmesi ve hapishane biraz da sorumsuzluk diyerek zulme rağmen mahpusluğunu hafife alması anlatılıyor.
‘Bir Görüş Gününde’ gene bir hapishane öyküsü . Hapishanede görüş gününde geçen olaylar anlatılıyor. Sıradan insanların duyguları, korkuları, kıskançlıkları öyküleyici bir tarzda anlatılmış.
‘Savaş ve Barış’ ise hapishanede birbirinden çok farklı insanların; Meydancı Güllü, oğlu Cevdet ve Nur hepsinin birlikte paylaştıkları ortak kaderin öyküsü. Onları dışarıda bekleyen gelecekleri ise çok farklı. İnsanlık hallerinin garip öyküsü.
‘Hanife’ köyde tecavüze uğrayan bir kadının değişik insanlar tarafından anlatılan hazin öyküsü.
‘Ayı Boyamak’ kitabın belki de en komik öyküsü. Sorumluluk sahibi bir adamın bir türlü beklentilerine kavuşamaması anlatılıyor.
‘Yapı’ gerçek dünya ile düş dünyası arasında gidip gelen olaylar zincirinin öyküsü. Öykünün kahramanı kendisi ve ailesi için bir ev yapıyor.Ancak hep evi evin duvarlarını pencerelerini kapılarını düşündüğünü ama evin içini o evde yaşananları yaşanacak olanları düşünmediğini fark ediyor.Ona bu farkındalığı sağlayan ise yapının içerinde yeşeriveren bir ağaçtır.
‘ Deli Tank ve Çocuk’ta ise küçük bir çocuğa yılbaşında hediye edilen bir tankın delirmesi ve her şeyi yakıp yıkması anlatılmış.Tankın deliliği her tarafı mahvettikten sonra birden duruveriyor.
‘Nasıl Öğreteceğim Köpeğe Aportu’ bu kez deliren bir tank değil bir insan ve onun çılgın düşünceleri anlatılıyor öyküde.
‘Cellat Fuchs, Kent Halkına Nasıl Karıştı ?’ öyküsünde ise bir celladın insanlardan uzak yaşamının ardından kent halkına karışmaya çalışması ama başarısız olması anlatılıyor.
‘ Mal Ayrılığı ve Şampanya Kovası’ ayrılma aşamasında kadın ve erkeğin eşyalarını paylaşması komik ve soyut bir anlatım tarzıyla anlatılmış.
Sevgi Soysal’ın öykülerinde izlenimci, betimleyici zaman zamanda öyküleyici bir anlatım tarzının olduğunu görüyoruz. Bazen de soyut anlatım tarzı.
Sevgi Soysal’la ilgili Emre Dursun’ ait bir makaleden bir bölümü de sizlerle paylaşmak istiyorum. Yaşananları anlama da yardımcı olacağını düşünüyorum.
‘Bir akşam iyice yorulmuş bir şekilde ajanstaki masasında gözlerini ve şakaklarını ovuşturup başını kaldırdığında ofiste bir tek Altan Öymen’in olduğunu gördü Sevgi. O da yorgun görünüyordu. “Hadi Altan, dışarı çıkıp bir şeyler yiyelim” dedi ona, Altan Öymen o sessizlikte kendinden öylesine geçmişti ki çalışırken, Sevgi’nin sesini duyunca ister istemez zıpladı oturduğu yerden.
Önce Sevgi başladı gülmeye, ardından Altan Öymen. Sonra da çıkıp Zafer Pasajı’nda bir lokantaya gittiler. Çok pahalı olmayan, akşam saatlerinde oldukça kalabalık ve düzensizliği yüzünden de bazen hiç tanımadığınız birileriyle bile karşı karşıya gelebileceğiniz masalarda oturup yemek yiyebileceğiniz, karmaşık bir lokantaydı burası. O gün de tıklım tıklımdı. Sevgi’yle Altan kapıda bir ara duraksayıp yine de girmeye karar verdiler ve zar zor iki kişilik yer bulup tıkıştılar yan yana. Yemeklerini söylediklerinde ise çoktan sohbete başlamışlardı.
Sevgi, daha o gün Mamak’ta başına gelenleri anlatıyordu Altan’a. O gün de bir Çarşamba’ydı ve Sevgi Mümtaz’ı ziyarete gittiğinde görüşmenin ardından iki astsubay iki dolu çuvalla karşısına çıkmışlar ve “Bunları götürün buradan hanımefendi” demişlerdi Sevgi’ye. Çuvalların içinde kitaplar ve dergiler vardı. Sevgi incecik haliyle önünde iki çuvalla kalakalmıştı. Sonra onları cezaevinin önündeki yokuştan sürükleyerek yola kadar indirmiş, bu sırada da oradan geçmekte olan yaşlı bir çingeneden yardım isteyerek, çingenenin at arabasıyla çuvalları eve kadar getirebilmişti. Tam onlar bunu konuşurlarken karşılarında oturan iki adam da lafa karışırlar: “Nerede efendim, nasıl oldu?” Sevgi yanıtlar adamları olanca samimiyetiyle: “Mamak’ta… cılız bir astsubay… iki çuval… at arabası…” “Ah, öyle mi, gerçekten çok üzücü hanımefendi… Üstelik Mümtaz bey de çok değerli bir insandır.” Sevgi yine o günden de bir komiklik çıkarmasını bilmiş, bunları paylaşabileceği birilerini de bulunca ne var ne yok anlatıp kurtulmuştu.
O günün üzerinden bir hafta geçmeden ANKA Ajansı’na bir telefon geldi: “Sevgi Soysal Merkez Komutanlığı’na buyursun!” “Neden?” “Önce buyursun.” Buyurmuştu. Önce Merkez Komutanlığı’na gitmiş, sonra önce ki gibi devamı gelmişti bu gidişin: sıkıyönetime, savcılığa, Ali Elverdi mahkemesine, tutuklu odasına, cipe ve en nihayetinde yine Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’na: “Buyrun canım, 159’dan sevgiler!” Daha sonradan da hep anımsayacağı üzere bu “hızlı hızlı gitmeler” esnasında aklından yalnızca tek bir şey geçiyordu: Kafka’nın “Değişim”i. Bu kadar abes ötesi şeyler, bu kadar mı normal yaşanırdı? Adeta bir karabasandı bu yaşadığı. Üstelik suçlarından biri de “orduya hakaret”ti bu kez. Meğer Altan Öymen’le yemek yedikleri akşam karşılarında oturan ve lafa karışan iki adam, sivil giyinmiş astsubaylarmış! Meğer “çok üzüldük” dediklerinde rol yapıyorlarmış. Gazetecilerin sık gittiği o lokantada meğer “ihbar” için malzeme topluyorlarmış. Ve bu malzemenin “suç” olabilmesi için duydukları bazı şeyleri olduğu gibi, duymadıklarını da sıkıyönetime bildiriyorlarmış. “İki cılız astsubay” değil de, “iki şerefsiz astsubay” diyorlarmış… Meğer, kendilerini de ne kadar iyi tanıyorlarmış…
Ne tuhaftır ki, Sevgi hapse girerken, altı yıl sekiz ay hapse mahkum olan kocası Mümtaz, Askeri Yargıtay’ın sürpriz bir kararıyla tahliye olmaktaydı… Ayrılıklar uzuyor, buluşmalar geciktikçe gecikiyor ve sanki o yıl Ankara, bahara hiç gelmeyecekmiş gibi soğuk bakıyordu…’
12 Mart döneminin tüm toplumsal olaylarının bireysel etkilerini öykü kahramanlarında görmek mümkün. Sevgi Soysal belki de yaşadığı dönemin tanıklığını öykülerinde yapmış. Atilla Özkırımlı’ nın Sevgi Soysal’ın yazarlığı ile ilgili görüşleri ise şöyle ; ‘Sevgi Soysal anlattığı her insanla başka bir sorun koyar ortaya. Her kişinin ayrı bir sorunu vardır.Kişileri açısından özel, bireysel bir sorun. Ama bu sorun temelde toplumsaldır. Kişilere yansıyış biçimi değişiktir yalnızca.’