Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Kasım '06

 
Kategori
Sinema
 

Benim favori filmlerim

Benim favori filmlerim
 

Sinemayı sevenler ve film konusunda biraz seçici olanlar, bu yazıyı sizin için yazdım.

Çünkü film izlemeye gerçekten büyük zaman ayırıyoruz ve sinema farkında olmasak da hepimiz için çok önemli.

Yaşamda temel davranış ve meşguliyetlerimiz olan yemek, içmek, eğitim, spor, uyku, iş vs. arasına; kaçınılmaz olarak oldukça çok vakit ayırdığımız zaman ayırdığımız bir eylem olan sinema izlemeyi de eklesek yeridir!

Nobel ödülünü takiben verdiği bir söyleşide, Orhan Pamuk bile; ‘Er Ryan’ı Kurtarmak’ filmini izlerken bir edebiyatçı olarak sinemanın insanları etkileme gücünü ‘Roman’ ile kıyaslayıp, kıskandığını ifade ediyordu.

Aynı edebiyat gibi, güzel sanatlar gibi, sinema da benliğimizin, kişiliğimizin oluşmasında önemli yapı taşlarından birisi. Eğer sinema izlememiş olsaydık, mutlak ki idrak düzeyimiz bugün olduğundan farklı olacaktı. (Belki de bazılarının gerçekleri algılayamamalarının nedeni bu olmasın?)

Sinema sanatı insanlar için elzem çünkü her nedense klasik eğitimler tek başına insan gelişiminde yeterli olamıyor, ruhlarımız sanki beslenmek istermiş gibi bu gibi konulara da istek duyuyor; örneğin bazı filmleri çok beğeniyoruz, unutamıyoruz, tekrar tekrar izliyor, benzer zihinsel yapıdaki insanlarla üzerinde konuşuyoruz.

‘Hikayeler gerçekliğin ta kendisidir’

Şimdi konuya gelirsek, şahsen artık boş vakit veya hoşça geçirmek için film izlediğim çağlar da geride kaldığından; seyrettiğim filmler konusunda az çok seçici olduğumu fark ettim ve bu kadar üzerinde titizlenince de, madem artık beğendiğim filmlerin isimlerini not defterime kayıt ediyorum (aynı kayıtları sevdiğim müzik parçaları için de tutuyorum!) öyleyse bunu paylaşmalıyım dedim ve sonucunda seçkin, kalitesi, güzelliği açısından iz bırakmış olan filmlerden bir liste yaptım.

Bunun boş bir konu olmadığı düşüncesindeyim, çünkü büyük filmler önemlidir, bizim olmuşlardır ve gerçekten büyük olan filmlerin içinde sahtesi olamaz diye düşünüyorum.

Kötüler de, kifayetsizler de film yapabiliyor ama nedense onların yaptığı filmlerin adı kısa süre sonra anılmaz oluyor, unutulup gidiyor.

Her sene Hollywood’da, Bollywood’da binlerce yeni film çekilmektedir ama bu filmlerden kaç tanesi süzgecin üzerinde kalıp da, gelecekte aydın beyinlere önerilebilecek kadar önemli oluyor ki?

Size önerdiğim bu filmlerin dünyasında ise, gelişmeye açık zihinselliği olan insanlar açısından güven var; orada fanatizm, radikalizm, siyasal hesaplar barınamıyor (hiçbir baskıcı rejimin çektirdiği propaganda amaçlı filmin, büyük filmler arasına girebildiğini görmezsiniz!); dürüst ve kalite arayan ortak bir zihinsel filtreden geçerek oluşmuş bu kategorideki filmlerde; önyargılar, katı zihniyetler, art niyetler, acımasızlık ve gaddarlık, düşmanlık vs. hiç bir kötü duygunun yücelttiğini göremezsiniz (listeye şiddet filmleri girmiş ve örneğin ‘Vahşi Belde’ filminde olduğu gibi şiddetin şiiri yazılmış olsa da; buradaki şiddet, örneğin genç bir ergenin dimağındaki kin, kan, intikam şablonundan farklı olarak sanki bir üst bilincin tarafsız gözlemleri gibi yansıtılmıştır!).

Bu filmler de her zaman olumlu mesajlar veriliyor olmasa da ve bazen olumsuzluklar tarafsız kalmak uğruna kınanmasa ve çoğunlukla bunları yargılamayı seyircinin yüksek idrakine bırakılmış olsa da, yine de onlar zihniyetimizin gelişiminde önemli yapı taşlarıdır. Çoğu ödüller kazanmış olan seçili filmlerin ortak özelliğine baktığımda, film örneğin bir bilimkurgu filmi olsa bile gücünü inandırıcılığından aldığını, seyirciye verdiği gerçeklik duygusunun ise sinema çıkışında sanki ağır bir yük gibi seyircinin üzerinde kaldığını görüyorum!

Listemdeki filmlerin tümü dikkat edilirse, evrensel bir dille konuşan filmler. Çoğu kişinin yerel zihin yapısında olan filmleri daha sıcak bulduğundan ve benim tercihimi onaylamayacağını biliyorum ve korkarım ki bu filmler sadece siyah- beyaz tanımlamaları ile yetinmeyip, gri ve tonları renklerin, hazmı ve anlaşılması zor dünyasına sabırlı, sakin ve fısıltı ile konuşan bir anlatım yolu ile göz attığından, ayrıntıları vermek gerekliliğinden bazen ağır bir temposu olduğundan, genel beğeni düzeyi çizgisinin dışında kalmak durumundadır.

Ayrıca aşağıda dikkatinize sunduğum bu liste, eleştirmenlerin 100 favori film listesi gibi de değildir, kişiye özeldir.

Benim listem bazılarının listesiyle veya sinema kritiklerinin listesiyle bire bir uyuşmayabilir, bu konuda herhangi bir itirazım olamaz. Sonuçta ben akademiden değilim, subjektif olmamak gibi bir kaygı da taşımadım.

Listeyi oluştururken, sadece seyretmiş olduğum ve bende iz bırakmış olan filmlerden bir listeleme yaptım, arada unutmuş olduğum ve henüz seyretme şansı bulamadığımdan bu listede yer almamış olan eklenecek değerli ve ödüllü daha çok film vardır ama yine de, benim listemi izleyenlerin (çoğunun kolay filmler olmadığını da söylemeliyim!) hayal kırıklığı yaşamayacaklarını umarım.

‘Sen ne izlediysen o’sun!’

M*A*S*H (Cephede Eğlence): R.Altman 1970. Bu kült film aslında bir savaş filmi sayılamaz. Kore savaşı esnasında, bir grup genç doktorun sadece savaşın zorluklarına karşı değil, çevrelerinde bulunan ve yaşam dolu oldukları için onlara haset eden ve sahte, yeteneksiz veya sofu, içten pazarlıklı ve sevgisiz (ama sisteme yamanıp ondan güç alan ve gündelik yaşamda her an karşılaşabileceğimiz) insanlara karşı; arkadaşlık, dostluk, zeka, neşe ve espri gibi silahlarla mücadelesi.

Being There: Hal Ashby,1979. Bilgelik nedir sorusuna cevap arayan, zeki bir film. Dünyanın kirliği ile hiç tanışmamaktan kaynaklanan saflığı ile tesadüfen bilge olmuş kahramanın sözlerine dikkat edin, mümkünse bir kenara not edin! Bilge kişi rolünde belki de gelmiş geçmiş egosu en yüksek oyuncu olan Peter Sellers’ın oynaması bile ironik!

Richard III:L.Loncraine 1995. Shakespeare’in ünlü tiyatro oyunu 1930-1940 lı yıllara uyarlanmış ve iyi de olmuş! Hem sinema dilinin akıcılığı ve görselliği, hem de oyunun orijinal metni bir arada harmanlanmış. Zalim Richard sonunda kaçacak yer ararken ünlü tiradını haykırıyor: ‘Bir at, bir at için tahtımı verirdim!’

Brazil: Terry Gilliam 1985.Karanlık, Kafkaesk bir ortamda geçen (film siyah beyaz değildi belki ama şimdi öyle hatırlıyorum!) bir totaliter rejimlerin eleştirisi fantastik kara film. Bu adı taşıyan Bossa Nova tarzındaki muhteşem müziği unutulmaz! Bir sürü ünlü oyuncu kendilerini ön plana çıkarmadan oynuyorlar.

A Fish Called Wanda (Wanda adında bir balık): Charles Crichton 1988. Bu kadar keyifli ve zekice bir polisiye izlemediğimi hatırlıyorum. Özellikle Michael Palin’in oyun zekasına hayran olmamak mümkün değil. Her komedi filminde gülemeyen seçici bir entelektüel bile olsanız, bu filmde katıla katıla güleceksiniz eminim.

Fargo: 1996. Coen kardeşlerden duru, serin bir bakış açısıyla, (fonda, Amerikanın karlı bir Kuzey eyaleti ) bir şiddet hikayesi. Kahramanlık iddiası olmayan, üstelik hamile bir kadın polis, hırs ve kötülüğün çağırdığı katillere karşı yalnız olduğunun bile farkında değil!

Land of Freedom: Ken Loach 1995. İspanyol iç savaşına, ideolojilere, siyasal rejimlerin mücadelesine artık uzun yılların ve tarihin getirdiği tarafsız ve dürüst bir bakış açısı ile yapılmış gerçekçi bir yorum. Romantik ideolojilerinin peşinden karanlıklara sürülmüş, ihanete uğramış insanların hikayesi.

Bridge on the river Kwai (Kwai Köprüsü): David Lean 1957. İkinci dünya savaşı sırasında acımasız ve katı Saito komutasındaki Japonlar, az beslenmekten bir deri bir kemik kalmış bir grup savaş esirini bir köprü inşasında çalıştırıyorlar. Gururunun da esiri albay Nicholson rolünde Alec Guiness ve canlandırdığı soğukkanlı ve kararlı Warden karakteriyle zihinlere yer etmiş olan William Holden’ı izleyiniz!

Marathon Man (Maratoncu): John Schlesinger, 1976. Önemli bir gerilim filmi, usta Lawrence Olivier’yi dişçi rolünde izlemiş bir nesilin uzun yıllar dişçi koltuğuna oturmaktan korktuğundan bahsediliyor!

Godfather I (Baba1) : F.Coppola 1972. Rollerine mükemmel oturan oyunculardan bazıları; Marlon Brando, Al Pacino, James Caan, Robert Duval, Diane Keaton. Bu Mafia hikayesi biraz taraf tutsa da (suçsuzlar ve masumlar filmde hiç zarar görmüyor!), filmin senaryosu, görselliği mükemmel. Özellikle düğün sahnesini unutamadım.

Deer Hunter (Avcı): Michael Cimino 1978. Amerikalının Vietnam savaşı batağı ve sonrasını hikaye eden yoğun ve etkileyici bir film. Savaş esirlerinin Rus ruletine zorlandığı sahnenin gerçekte Vietnam esir kamplarında yaşanmadığı eleştirisinin haricinde, dostluk arkadaşlık üzerine sağlam mesajları olan görüntüsel açıdan grotesk bir film. Savaş öncesi kaba çelik işçilerinin dünyasında, gözünde alkolik bir babanın yumruğunun morluğu ile bile olsa, düğün öncesi sahnelerinde, aydınlık güzelliği ile bir peri gibi uçarak dolaşan Meryl Streep parlak bir mesleki geleceğe adım atıyordu. Yine Robert De Niro (Mike) avcı arkadaşları ile barda hep bir ağızdan ‘Can’t take my eyes of You’ söylerken, sinema diliyle dostluğun ve gençlik coşkusunun anlatımının nasıl etkileyici ve güzel olabileceğini gösteriyorlardı!

Apocalyse now (Kıyamet): Francis Ford Coppola 1979. Vietnam savaşı üzerine yapılmış filmlerden en tuhaf olanı. Marlon Brando, Martin Sheen, Robert Duvall, Laurece Fishbourne, Dennis Hopper, Harrison Ford yer alan ünlü oyunculardan bazıları. Kamboçya ormanlarının derinlerinde hastalıklı bir brutalizm hikayesinin gerisinde daha zor bir film var. Şiddetin dozundan mideniz bulanmazsa, belki tekrar tekrar izlemek gerek!

Platoon (Müfreze): Oliver Stone 1986. ‘Cehennem gerçekten vardır ve savaş cehennemdir’ mesajı, bundan daha güçlü bir şekilde verilemezdi!

The thin red line: 1998 Terrence Malik. Bu filmle birlikte savaş filmlerinin artık klasik kahramanlık şablonunu aşıp, derin tahliller ve gerçekçilik de kazanmış olduğunu görüyoruz.

Saving Private Ryan (Er Ryan’ı kurtarmak): Steven Spielberg 1998. Savaş sahnelerinin bu kadar gerçekçilikle işlendiği bir film daha önceden görülmemişti. Özellikle Normandiya çıkarması sahnelerine dikkat ediniz!

The Tin Drum (Teneke Trampet): Volker Schlondorff 1979. Bazen ünlü bir romandan yapılan filmler romanın gücüne erişemiyorlar ama bu kez kitabından geride kalmamış. Geçtiğimiz günlerde kitabın Nobel ödüllü yazarı Günter Grass geçmişinde Nazi gençlik derneklerinde bulunduğunu sakladığı için çok eleştirilmişti ama bu filimi izleyenler savaş ve totaliter düzen karşıtı mesajı görüp, yazarı bağışlayacaklardır.

Under Fire (Ateş Altında): 1983 Roger Spottiswode. Nikaragua iç savaşında kendi ruhları da aynı karmaşa içinde savrulup duran gazetecilerin hikayesi. Nick Nolte ve Gene Hackman her zamanki gibi izleyiciyi de kendileri ile sürüklüyorlar!

Salvador:Oliver Stone. 1986 El Salvador’da yine iç savaş ve insanlık durumlarının hikayesi.

Un Homme et Une Femme (Bir kadın, bir erkek): 1966, Claude Lelouche. Gençliğimin en romantik draması. Bunca yıl sonra bile etkileyici müziğini, Deauville plajlarının kış görüntüsünü ve Anouk Aimee’ nin eşsiz güzelliğini unutamadım. Sonraları bu filmin sanki bir reklam filmi tekniği ile çekilmiş olduğu ve çok profilik olduğu tarzında eleştiriler okuduysam da ve karakterlerin diyalogsuz uzun çekimleri demode olsa da, henüz izlememiş olanlara yine de mutlak izlemelerini öneririm.

The big Lebowski: Coen Kardeşler,1998. Sıradan (ama biraz tuhaf) Amerikalıların maceraları gizli bir entelektüel yoğunlukta anlatılıyor. Keyifli bir şölen!

Pulp Fiction (Ucuz Roman): Quentin Tarantino 1994. Bu film çok tutulmuş olmasına rağmen, bilgece kelamlar eden filozof katili sevmiş olsam da, hastalıklı anlamsız bir şiddeti pompaladığı için bu filmi listeme alıp almamakta kararsız kaldım.( Bu isteksizliğe acaba, daha ünlü olmadan önce Amsterdam’da bir barda karşılaştığım ve el sıkıştığım yönetmeni çok olumsuz hatırlıyor olmam neden olabilir mi?)

From Here to Eternity (İnsanlar Yaşadıkça): Fred Zinneman 1953. Yine sinema dili biraz demode kalsa da, ünlü oyuncuları (Burt Lancester, Deborah Kerr, Montgomery Clift, Frank Sinatra, Ernest Borgnine)ve güçlü hikayesi ile yürekleri burkmaya devam edecek. Zamanında insanları çok etkilemiş bir romantik dram.

E.T.: Steven Spielberg 1982. Bu bilimkurgu filmini mutlak çocuklarınıza izletiniz, emin olunuz üzerlerinde güzel izler bırakacaktır! Bir fenomen!

2001 Space Odyssey: Stanley Cubrick 1969. Bilimkurgu klasiği. Felsefi mesajlarına dikkat. Diğer bazı zor filmler gibi birden çok kereler izlemek gerekiyor!

The Network: Sidney Lumet, 1975. İş yaşamının acımasızlığı üzerine yapılmış en gerçekçi film. Kazanma hırsı ile gözleri dönmüş iş paranoyaklarının hikayesi yabancı gelmiyor. Büyük şirketlerin üst yönetim dünyası ile ilgili seyrettiğiniz filmlerin kurgularını zayıf mı buluyorsunuz? Öyleyse bu filmi edinin ve izleyin!

La Notte di San Lorenzo (San Lorenzo Gecesi): Taviani Kardeşler, 1982. 2. dünya savaşı sonlarına doğru İtalya; peşlerindeki partizanlardan kaçan sivillerin destansı hikayesi. Küçük bir çocuğun gözünden nefes nefese bir savaş gerçeği. Anlatım ve mesajın güzelliği, Toscana kırlarının güzelliği ile yarışıyor.

French Connection: Friedkin, 1971. İnandırıcılığının güçlülüğü ve o zamana kadar pek görülmemiş ölçüde entelektüel bir aksiyon.

Prizzy’lerin Onuru: John Huston 1985. Eğer Godfather filmini sevdiyseniz, onun kadar grotesk olmasa da biraz daha zeki olduğu düşünülebilir bu filmi de beğeneceksiniz! Huston bu filmi çekerken hayli eğlendiğini zannederim!

Under The Volcano( Volkan Altında): John Huston 1984. İkinci dünya savaşı öncesi Meksika’nın oldukça uzak ve egzotik, her an patladı patlayacak bir volkanın altındaki bir kasabasında, alkolik bir İngiliz diplomatın son gününün hikayesi. İçki yüzünden her şeyini yitirmiş ama tersine, içtiği zaman bir eski zaman şövalyesi kadar soylu ve muhteşem bilgelikler içeren söylemler veriyor. Gerçekten çok zor bir film, ama sakın olgun yaşlara ertelemeyin!

The Unforgiven (Affedilmeyen): 1992. Kim suçlu, kim suçsuz?. Acımasız şerif mi yoksa kovaladığı arkadaşlık ve sadakat gibi erdemleri olan kaçaklar mı? Western filmlerinin dönemi bittikten sonra çevrilmiş bir anti western. Morgan Freeman, Clint Eastwood ve Gene Hackman gibi oyunculara dikkat! Gençliğinde ucuz spagetti westernlerinde rol kesen Clint Eastwood, bütün birikimini ortaya koyduğu bu filmde sanki günah çıkarıyor.

Dances with the Wolves(Kurtlarla Dans Eden Adam): Kevin Costner 1990. Daha öncesinde Western türü filmlerde beyazlar iyi, yerliler ise kötü yansıtılırdı. Bu film ise dürüst ve neredeyse belgesel kıvamında. Örtülü bir mizah ve biraz romantizm eşliğinde Amerikanın kendi tarihinin karanlık noktalarında sanki bir günah çıkarması.

The Wild Bunch (Vahşi Belde): Sam Peckinpah 1969. Şiddetin destanını yazmış bir Western. William Holden, Robert Ryan ve bir sürü ünlü oyuncu, özellikle erkek seyirciye cesaretin ve korkusuzluğun ne olduğunu anlatıyorlar.

The Long Riders (Uzun Sürücüler): W. Hill 1980. Bir film gerçek bir hikayeyi tarafsız bir bakış açısı ile ve eğitimli bir gözün beklediği bir vasıfta yansıtıyorsa, o film iz bırakıyor. Çocukluğumuzun çizgi romanlarından veya ucuz kovboy filmlerinden tanıdığımız bir anti kahraman olan Jesse James ve kardeşi Frank ihanetler ve haksızlıklarla karşılaştıkça sanki erdemleniyorlar! Film onca aksiyon içinde o dönemin Amerika’sını çok başarılı bir şekilde canlandırıyor.

Amarcord: Fellini 1973. Çocuk gözünden anlatılan bir nostalji filmi; sevimli, naif bir sinema şöleni.

Casablanca: 1942 Michael Curtiz. Bugünki sinema anlatımına göre oldukça bayat ve klişe gelse de, gerek Humprey Bogart’ın o efsanevi ‘cool’ tarzı, gerekse filmin eşsiz romantizmi, onu bir klasik yapıyor!

The White River Kid (Çorap Söküğü): Arne Glimcher 1999. Ünlü oyuncular rol almasına rağmen (Bob Hoskins, Ellen Barkin, Antonio Banderas), iddiası ve ödülleri olmayan bu film yine de izlenmeye değer.

The Big Sleep:Howard Hawk, 1946. Siyah beyaz dönemden bir polisiye klasiği. Günümüz ölçüleri için bile zekice.

Maltese Falcon: John Huston, 1941. Yine mükemmel bir kara film örneği, yine demir leblebi Humprey Bogart. Yapım tarihinin eskiliğine rağmen belki de bütün çağların en iyi gerilim filmlerinden birisi.

The African Queen: 1952. Dönemin en önemli yönetmeni John Houston ve en ünlü iki iki oyuncu Humprey Bogart ve Catherine Hepburn bir araya geldiklerinde kötü bir film çıkması beklenemezdi. İyilikten güç alan mücadeleci bir ruh yapısının her zaman kazanacağını vurgulayan tipik bir Amerikan düşünce tarzı.

Breakfast at Tiffany’s (Tiffany’de kahvaltı): Blake Edwards, 1961. Audrey Hepburn’in sevimli güzelliği ve fonda New York sokakları için seyredilir.

High Noon: 1952 Fred Zinneman. Bir Western klasiği, bir kahramanlık destanı.

North by Northwest: Hitckock 1959. Cary Grant’ı salon komedileri dışında bir aksiyon filminde yadırgardım ama Amerikan deyimiyle gerçekten çok cool!.

Se7en(seven): David Fincher 1995. İlginç olsun diye tuhaf bir ad verdikleri için kızamıyoruz, çünkü senaryo, yönetim ve oyuncular çok iyi. Morgan Freeman ve Brad Pitt bir seri katili ve Tevrat’taki 7 büyük günahı izliyorlar.

The Sixth sense (6.His): Night Shayamalan 1999. Fantastik-sır, gerilim.

Jackie Brown: Quentin Tarantino. Polisiye, kara film. Ana yolun dışındakileri de izlemekten çekinmeyenler için.

Blue Velvet ( Mavi Kadife): David Linch 1986. Karanlık bir film. Linch’in diğer filmleri gibi amatörce mi yoksa dahice mi karar veremeyeceğiniz, tuhaf, rahatsız edici, kısada olsa sert seks sahneleri ve şiddet dozu yüzünden çocukların izlemesini önermeyeceğim bir yapım.

Ice Storm (Buz fırtınası): Ang Lee 1997. Dram. Dışarıdan ahlakçı ve mükemmel görünen Amerikan orta sınıf yaşamına entelektüel bir eleştiri. Çok tanınıp bilinmese de, oldukça çarpıcı bir yapım.

Bring me the head of Alfredo Garcia (Bana Onun Kellesini Getirin): 1974 Sam Peckinpah. Kaotik, kanunsuz bir Latin ülkesinde bir acımasızlık ve şiddet hikayesi daha.

21 gr.s

Ryans Daughter: David Lean 1970. Romantik drama. İrlanda’ın özgürlük mücadelesi yıllarında, başrollerini vahşi bir okyanus, yüksek uçurumlar ve karanlık bir gökyüzünün (!) aldığı bir aşk hikayesi.

Taxi Driver: Martin Scorsese, 1976. Bir aksiyon filmi olarak adı geçmesine rağmen sunulduğundan daha derin ve biraz yürek burkan bir film. Yalnızlığının etkisiyle fanatizmden kahramanlığa yol alan rolde Robert De Niro ve henüz çocuk yaşta Jodie Foster.

L.A.Confidential: 1997 C.Hunson. Eski polisiye kara film dönemine şık bir dönüş! Ama neden aklımda sadece Kim Basinger’ın güzelliği kaldı?! Fırsat bulup tekrar izlemeliyim.

Mon Oncle: (Amcam) Jaques Tati 1958. Eksantrik Hulot, steril modernizm tarzını eleştiriyor. Film olağanüstü hafif görünüşünün yanında entelektüel keyiflere yolculuğa çıkarıyor.

Traffic: J.Tati 1971. Tuhaf Bay Hulot’nun zaman ve mekanın dışında uçuk maceraları. Sadece iyi ve güzelliğin bulunduğu, sanki kuantik bir evrendeki yaşama hoş geldiniz. (Yok, bu filmler bilimkurgu değil! Sadece salt saflığın olduğu farklı bir dünya, insanların birbirinin gözünü oyduğu pembe dizilere,yerli dizilere bir antitez!)

Les Vacances de Monsieur Hulot (Bay Hulot Tatilde) 1953 Tati: Serinin ilki ve komedi anlayışı defalarca izlemeniz sonunda (eğer sinema sanatını çok seviyorsanız) her seferinde hoşluk ve aydınlık duygusunu yaşayarak biraz gülümsemenizi sağlayacak bir tuhaf anlayışta. Bay Hulot sessiz sinema dönemlerindeki gibi pandomim tarzı ile rol yapıyor. Ya çok seveceksiniz, veya nefret edeceksiniz! Arası yok!

Last of The Mohicans (Mohikanların Sonuncusu): Michael Mann 1992. Macera türünün sinemanın gelişimi ile nasıl ileri gittiğinin güzel bir örneği. Önceki versiyonlarına göre aksiyonun hızı, hikayenin tutarlılığı, tabiat çekimlerinin gerçekliliğine verilen özen takdir edilmeye değer.

Stalag 17: Billy Wilder 1953. Muhteşem zeki bir senaryo, güçlü diyaloglar, bir esir kampında insanlık hallerinin tümü! Yaşanmış bir gerçekliğin bütün yoğunluğunu hissediyorsunuz. William Holden her zaman ki serin ve zeki görünüşüyle hatırlarda yer ediniyor.

Treasure of Sierra Madre (Sierra Madre Hazineleri): John Huston 1948. Meksikanın kayıp bir yöresinde üç Amerikalı altın arayıcısı şans avcısının, engellenemeyen insan hırsı nedeniyle ölümcül bir yolculuğa dönüşen maceraları. O döneme kadar stüdyoda çekim yapan Hollywood, bu kez Meksika’nın egzotik ve yabanıl dağlarında gerçek doğa çekimlerinde toz toprak içinde (pantolonları her daim ütülü,saçları biryantinli western kovboylarını hatırladım!) oynuyorlar. H.Bogart bile her zaman ki tiplemesinin dışında! Son sahnesi olduğu gibi aklımda ama detaya girip de seyretmemiş olanları bozmayayım!

 
Toplam blog
: 22
: 13682
Kayıt tarihi
: 25.08.06
 
 

Amaç hasbıhal. Sohbetinden uzak kaldığım dostlarla ve yazılarımı beğenen okurlarla görüşlerimi payla..