Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Nisan '14

 
Kategori
Mizah
 

Berra vü Mertcan

Berra vü Mertcan
 

MİNYATÜR


(2962 Yılına Klavye Yazması Edebiyat Ders Notları)

(Hâsılı, Bir 21. Yy. Aşk Efsanesi)

Bir var iken bir yok iken, develer hacker, pireler imaj-maker iken, Oğuzcan yurdunda birbirinden habersiz, icarsız iki aile yaşar gider idü.. Zaten haberdar olmaları nâmümkün idü, ki o devirde evler yüksek surlar ile çevrili, bahçe kapıları çelikten sivri parmaklıklar ve kırk yiğidin kırkbin anahtarla deneyip de açamadıkları kudretli kilitlerle destekli, bahçelerin içü ise “Dikkat Köpek Var” yazıları ve köpeğin bizzat kendüsi ile bezenmiş idü.. Korku ve evhâm ortamının hâkim olduğu bu coğrafyada insan insandan ürker, komşu komşudan “aman selam verirsem akşam oturmaya gelir, iki bardak çayımızı içer, neme lazım” diye fellik fellik kaçar, akşam olunca da kimse kapımı çalmasın fikr-ü zaruretiyle ışıkları kapatıp öylece otururlar idü.. Hülâsa, mal gibi yaşayıp giden, yalnız, sosyopat, kıskanç, cimri, paranoyak, riyâkar, pis, iğrenç bir toplum olmuşlar idü…

Devlet başerkânı Tayyip Kağan’ın; dârül fünunda şafak vakti eğitim görenlerle, dârül fünun’u TRT-4’teki “Açıköğretim İktisata Giriş” “Temel Matematik” gibi programlar sayesinde, bedeni göktengriye ulaşmış, salt ruh olarak anlatan hocalar vesaiti ile icrâ edenlerden öşür vergisini almama fermânının duyurulduğu günler idü.. Gündüz çapa sallayıp, tan vakti ilim alanlar ise öşüre tabî tutulmuş idü.. Fermâna baş kaldıran âsilerin tiz kellesi vurulacak ya da yürüyüş yaptıkları Taksim’de ibret-i âlem olsun deyü sallandırılacaklar idü.. Haddizâtında, Devletlü’ye ne kadar “istemezük” diyen Yeniçeri ağası, Subaşısı varsa hepisi zindana tıkılmış idü...

Günler akanda yıllar geçende; bu ailelerden birinde, -yörenin zengin tüccarlarından ve aynı zamanda kibirli bir de devlet adamı olan Muhtar Erôlzâde Kenan Efendi’nin - güzelliği yedi sosyal paylaşım sitesinde trend topic olmuş, yetmiş bin internet mecrâsında like edilmiş, selvi boylu al konversli, gülüşüyle denizleri ikiye ayıran, bakışıyla toplumu kutuplaştıran, yürüyüşüyle kitleleri peşinden sürükleyen, tripli, atarlı kızı Berra yaşar idü.. Berra iyi bir medrese eğitimi almış, evinde özel dersler verilmiş, tek kişilik sınıflar ve seçkin müderris kadrosuyla talebelere müthiş fırsatlar sunan yörenin en itibarlı dersanelerinde takviyeler yapmış ve en sonunda 4. senesinde güç bela dârül fünun’a yerleşebilmiş idü..

Diğer aile ise, yörenin Endüstri Meslek Medresesi’nde Torna ve Tasfiyecilik Muallimi olan Servet Bey’in mutevazı hanesinde ikâmet ediyor idü.. Servet Bey bu evde hanımı ve tek çocukları olan, medrese eğitimini yine kendi okulunda almış, öğretmen çocuğu olduğu için diğer serseri talebelerce daima “süt kuzusu, muhallebi çocuğu” muamelesi görmüş, sırf bu durumu bastırmak maksadı ile çeşitli kavgalara, olaylara karışmış lakin başarılı olamamış, atölye derslerinde techizat torpillisi yaftası yemiş, silik, ezik, içten pazarlıklı, kendini topluma ispatlama gayesiyle abuk subuk işler yapan, aklıevvel oğlu Mertcan ile yaşar idü.. Mertcan, senelerce TSİ’yi (Talebe Seçme İmtihanı’nı) kazanamayışını, gâh “biz matematik mi gördük sanki olum” gâh “beni meslee verdiler” savunma mekanizmaları ile, yahut katsayı adaletsizliği bahaneleriyle savuşturmuş, nihayetinde imtihansız geçişle bir Meslek Yüksekkülliyesi’ne kapak atabilmiş idü..

Bütün toplumsal çizgileri ortadan kaldıran o mahalle ilköğretim ocağında okurlar iken aynı sınıfta, fekat birbirlerinin farkında bile olmayan iki körpe idüler.. Velâkin büyüdükçe ve aradaki çizgiler belirginleşmeye başladıkça; fiziksel menzilleri de genişlemeye, uzaklaşmaya, en sonunda da kaybolmaya yüz tutmuş idü.. Herkesin kendi imkanınca küçük dünyasını kurup, içine gizlendiği modern derebeylik zamanları başlamış idü..

***

Her şey Berra’nın, “ilkokulda böyle böyle bir çocuk vardı, acep ne alemdedir?” merakı ile başladı.. Aynı akşam Mertcan, karanlık odada yalnızca yüzünü aydınlatan ekrandan bir anda peyda olan kırmızı “arkadaşlık isteği” ile heyecanlandı.. O heyecan, ismi ilk önce çıkaramayıp, ardından da “ha ha tamam, bizim ilk derste altına işeyen Berra lan bu” ile sönmeye yüz tutmuşken, kabul eder etmez fotoğraflarına bakma refleksi ve akâbinde “ohaaa! Nasıl bir şey olmuş lan böyle?” şaşkınlığı ile tekrar alevlendi.. Evet.. Berra, Mertcan’a o an seyr-ü ekrân eylediği ve feysine bakmak için alta aldığı erotik siteyi bile unutturacak kadar alımlı bir hatun olmuştu… Bir müddet Berra’nın; gerek kısa bir süreliğine okumak için gittiği ecnebi memlekette çekildiği zencili Japonlu sarmaşlı dolaşlı parti fotoğraflarında, gerek “ordan burdan şurdan” albümünde, gerekse de yanındaki her yakışıklı erkeğin altına “biricik kankim ¦” yazdığı buram buram neşe, mutluluk, çılgınlık, uçarılık ve eğlence kokan fotoğraflarında bilinçsizce gezindi durdu Mertcan.. Resmen vurulmuştu.. Bu olamazdı.. Kuru bir fidandan böyle bir cennet meyvesi ortaya çıkması mümkün değildi.. Ama olan olmuştu bir kere…

Önce kendi bol modifiye arabalı, bol Yılmaz Güney sözlü, bol Selahattin Özdemir parçalı, bol “kayıp çocuk” ilanı olan profiline; ardından da Berra’nın bol twitterdan yazılıp da facebooktan görülen gülücüksüz cool geyiklerle dolu, bol adını bile okumakta zorlandığı siyahlı miyahlı saçlı sakallı ecnebi adamların şarkı türküleriyle bezeli, bol kalpli, bol yer bildirimli, bol her türlü abesliği kitlelerce sevimli karşılanan profiline baktı ve “Cık. Olmaz bu iş.” dedi.. Aralarındaki sosyal uçurumu bu sanallıktan bile anlamak güç olmasa gerekti.. O Klüp Reina ise, kendisi Kirveler Türkü Evi idi.. Hem, yanındaki her biri birer Brad Pitt, birer Kıvanç, birer şu Feriha’daki çocuk yansıması olan bu erkeklere bile kanka (günümüz Türkçesinde çok yakın arkadaş) ayağı çektiğine göre, muhtemelen vakt-i zamanında bir denyo tarafından terk edilmiş, onu unutamamış, aşktan meşkten elini eteğini çekmiş ve tam bir erkek gibi yaşamaya karar vermişti… Lâkin içinde kalan o küçücük ümit zerresiyle, bir muhabbet başlangıcı girizgâhı yazdı ve gönderdi Berra’ya…

Cevabın gelmesi, eskilerin yâd edilmesi, şu an ne yapıldığının sorgulanması ve Mertcan’ın “Tıbbiye 4. sınıfta okuyorum” yalanı ile iyice yolunu bulan sohbetleri; emesen, camlaşma ve telefonlaşma derken gün be gün ısındı ve ikisini de savunmasızca içine çeken coşkun bir yangın hâlini aldı.. Çok farklı bulmuştu Berra Mertcan’ı, ve onda bu güne kadar hiç kimsede rastlamadığı masumiyeti, samimiyeti , zartiyeti zurtiyeti gördüğünü iddia edip duruyordu her konuşmalarında..

Zaman bu şekilde akıp geçedursun, buluşmaları da sıklaşmış, beraber daha fazla vakit geçirmeye başlamışlardı.. Mertcan o kadar aşık o kadar aşıktı ki, bu uğurda listesindeki bütün bayan arkadaşlarını silmiş, Berra’ya da erkekleri sildirmiş ve dahi birbirlerine şifrelerini verip sık sık “aşklarının ilk temellerinin atıldığı” bu sanal platformu denetleme imkanı tanımışlardı kendilerine.. Bu ne ulvî bir tavır, bu ne yüceler yücesi bir fedakarlıktı.. Tarih böyle bir sevgiye, böyle bir sahiplenmeye tanık olmamıştı.. Gökte melekler, yerde beşeriyat kıskanç gözlerle izliyordu bu bütünleşme, bu “biz olma” şölenini.. Öyle ki Mertcan, beraberliklerinin ilerleyen aylarında, karanlık bir sinema salonunda en duygusal ve savunmasız anında yakalayıp Berra’yı, ona Tıbbıye’li olmadığını, 2 yıllık yüksekokulda sınavsız geçişle okuduğunu hatta tek dersinden dahi geçemediğini, okulun muhtemelen bir bu kadar daha uzayacağını itiraf etmişti de en ufak bir tepkisi dahi olmamış, sadece gözlerini hafif kısarak, o ana kadar karşılarında dönüp duran ancak pek anlamlandıramadığı filmi anlamaya çalışmıştı Berra.. Oysa eski Berra böyle miydi? Bilâkis kendisine yalan söylenmesi demek, karşıyı silip engellemek, hatta varlığında değerini bilmeyeni yokluğuyla terbiye etmek gayeli 3-5 gün profilini kapatıp inzivaya çekilmek demekti.. Çok değişmişti Berra.. Durulmuş, sakinleşmiş âdeta kendini aşkın yumuşak kollarına bırakıp, hızlı geçmişini frenlemiş olmanın tadını çıkarıyordu.. Birbirlerinden haber almadan da edemez olmuşlardı artık.. Her yöne 10.000 esemes yapmışlar ve her dakikalarını atlamaksızın paylaşır olmuşlardı.. Yetmiyor, gece yarıları birbirlerine cam açıyor, türlü türlü şekillere girip gülüşerek aşklarını depreştiriyorlardı…

Gel gör ki, Berra’nın ailesi bu ilişkiye şiddetle karşı çıkıyor, “görüşmeyeceksin o serseriyle bir daha” telkinleriyle biricik yavrucaklarını Mertcan’dan uzaklaştırmak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlardı.. Cep telefonunu saklayıp hattını kırıyorlar, internet bağlantısını kesiyorlar, faturayı ödemeyip tamamen kapatmakla tehdit ediyorlar ancak ne yaparlarsa yapsınlar, hangi işkence yöntemini kullanırlarsa kullansınlar yine de Berra’yı kararından vazgeçiremiyorlardı.. Berra, aşkına yapılan saldırılara karşı öyle dik ve kararlı bir duruş sergiliyordu ki, dağlar delinişinden, çöller aşılışından utanıyordu.. Bu durumu Mertcan’la paylaştığında ise, “sen kendini üzme gülüm. serseriler için aşkı bilmez demişler, ama sorun bakalım ipnelere sevmeyi kimden öğrenmişler!” cevabını almıştı.. Berra’nın “ne alaka?” karşılığına Mertcan’ın tepkisi, düşüp duran telefon kapağının bataryayla arasına yerden aldığı gazete parçasını sıkıştırmak olmuştu..

***

Birbirlerini bu kadar seviyor olmalarının tabiati gereği, hayatlarını tamamen birbirlerine odaklamaya şartlanmaları beraberinde yavaş yavaş tatminsizliği de getirmeye başlamıştı.. Daha fazlasını ve farklısını isteme, pohpohlanma ve aşırı ilgi budalalığı ikisini de sömürmüş, evham ve paranoyalar yüzünden bireysel alanlarını yitirmiş ve bunun sinir bozukluğunu da yine beraberliklerinden çıkarma hatasına düşmüşlerdi.. Daha da kötüsü, ilişkileri artık tamamen psikolojik harbe dönüşmeye ve karşılıklı açık bulma, geçmişi gündeme taşıma, ortada olumsuz bir durum varsa ve konuşulan, halledilmeye çalışılan bu ise, derhal bir karşıt tepki geliştirerek konuyu bambaşka yerlere saptırma ve haksızken bir anda haklı konuma geçmeye çabalama ile iyice tatsız, tuzsuz ve yakışıksız bir hal almaya başlamıştı.. Çünkü çağın en büyük vebası, ”koca koca insanlarda karşılıklı çocuklaşma” travması ile karşı karşıya idiler ve ikisi de bütün bunlarla baş edebilecek duygu donanımına, düşünce olgunluğuna sahip değillerdi.. Bilâhare, ikisi de birbirini çiğnemeden, tüm tüm yutmuş ve nihâyetinde birbirlerinin midesine oturmuşlardı.. 

Dijital ekranlara bakarak söylenenlerin, gözlerin içine bakarak söylenenlerden daha fazla önem arz ettiği bir sevda öyküsü daha, yine ekrana parmaklar vasıtasıyla söylenen cümlelerle son buldu..

Artık iki tüketilmiş olarak, ücrâda, tekinsiz bir mecrâda, pusatsız, duldasız üryândılar.. Yeni nesillere yeni sevgileri, mecâlsiz, biçâre, itten aç, yılandan çıplak bıraktılar..

Ve;

21. yüzyılda oynanan bu oyuna insanlar “aşk” adını taktılar…

NAİM KAYA

(Orijinal Nüshasından kısaltılmış ve sâdeleştirilmiştir.)

 
Toplam blog
: 16
: 419
Kayıt tarihi
: 11.12.10
 
 

13 Şubat'ı Sevgililer Günü'ne bağlayan gece Adana'da Dünya'ya burnumu soktum. 2008'den itibaren S..