Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Nisan '14

 
Kategori
Öykü
 

İçinden Tren geçen mahallenin çocukları

İçinden Tren geçen mahallenin çocukları
 

TREN


Güneş çatıların ardından batmadan umut fakirin ekmeği olmuyordu bu semtte. Bazen yıldızlar sokak lambalarını bastırıyor, bazen de kedilerin gözleri köşeyi dönen aracın farlarını parıldatıyordu. Gürültü hiçbir toplumda sevilmezdi ancak, insan gürültüsüz yaşayamazdı. Ve her sokağın sonu daima bir evin bahçe kapısıyla biterdi. Bahçede zararlı otlar biter, sobanın üzerinde bir çaydanlık su kaynaya kaynaya biterdi…

 **

Söğüt yaprağından düşen bir damla çiy, asfaltın siyah önlüğünü kirletirken, gece de yavaş yavaş nihayete eriyordu. Toplum galiba bir uyanışa daha hazır sayılırdı. Gazeteler kapı önlerine bırakılmış, -üşüyen elleri titremesine bir son verirse eğer- kepengin kilidini açmak için yere diz çökmüş esnaf, ekmeğiyle cebelleşmeye başlamıştı bile. İlk şehir içi dolmuşun caddeden geçiş sesi, yalnızca birkaç serçeyi havalandırmış, kahvaltı yapmadan çıkmış iki genç talebeye de günün başladığını hatırlatmıştı. Sıcak ekmek az önce üşüyen ellerin hepsini teker teker yakıyordu. Bir o eline, bir bu eline pideyi ata ata evine koşan dizleri aşınmış pijamalı ilkokul çocuğu, ilk dersine floresan lambası açık sınıfta gireceğinden Aralık aylarını seviyordu. Bu sene sabahçı olduğunu duyduğunda, babasının kapanan tekstil fabrikasından çıkmak zorunda kalmasına daha az üzülmüştü. Hiçbir zaman Cuma'dan ödevini bitirip çantasına koymadığından, Pazar günlerinin tadını alamayarak büyüyordu. O’nun için ayakkabı denilen şey, senede bir kere alınan ve her sene bir sayı büyüyen bağcıklı siyahlıktı. Kahverengi ve bağcıksız ayakkabısı olan arkadaşlarının da en az teneffüste yeşil su matarasıyla dolaşanlar kadar zengin olduğunu zannederdi. Annesinin diktiği kesede gerçek fasulyeler, çantasındaki dedesinin yakın numara gözlük kutusunda da aynı ölçüde kırılmış çubuk makarnalar vardı. Her ikisi de boyalıydı ama hiçbir zaman diğerlerinin plastik materyalleri kadar canlı değildi…

 **

Nisan ayı gibi burnundan yırtılıp, Mayısı hepten, Haziranı da yarısına kadar geçirtecek bağcıklı siyahlık, derste çantadan çıkarılan boyalı kuru fasulyeler ve beden derslerinde giyilmek zorunda kalınan beşinci sınıf eşofmanlar küçük yaşta stresi ruha zerk etmeye yeterdi. Utanma duygusu edepten değil, maddiyattandı. Babalara kapılar yalnızca ellerinde poşet varsa açılırdı. Poşetler balkondaki daha büyük tekstil torbasında, sarı maydanoz lastikleri de lavabo musluğunun başında biriktirilirdi. Fakat babaya her zaman 13-14 İngiliz anahtarı lazım olurdu ve altına giydiği içlik, çemrenmiş bacaklarında ıslanırdı. Evet.. Tekstil fabrikasından çıkarılan baba, tekstil torbasından koluna geçirdiği poşeti eldiven yapıp, sarı maydanoz lastiğiyle de bileğine bağlayarak lavabo musluğunu tamir ederdi. Sanki bir sonraki ekmek kapısının tablada maydanoz satmak olacağını önceden tahmin eder gibi. Oysa mahallenin musluk tamircisinin dört katlı evi ve son model arabası vardı…

 **

Genç kız yine kusuyordu. Götürmedikleri doktor, okutmadıkları hoca kalmamıştı, ama yine de kusuyordu. Ne bir şey yiyor, ne de yediğini hazmedebiliyordu. Genç bir kıza en yakışmayan görüntüydü kusmak. Herkes seferber olurdu. Teyzeler odasına girer sıkıştırır, bir sevdiği olup olmadığını sorarlardı. Bir tanesi çıkar sınav stresi derdi. Başka bir tanesi “göbeği düşmüş, benim de gençken böyle olmuştu, göbeğimi çektirdim bir şeyciğim kalmadı” der, ötekisi “bunda nazar var, sırtında bataklık kamışı kırın” derdi. Genç kız kusar, annesi susardı. Anneler hep susardı. Bazen de ağlardı. Anneleri ne hasım, ne düşman ne de kem gözler ağlatırdı. Annenin gözyaşlarına hasta veya hayırsız evlattan başka bir sebep bulunamazdı. Evlat çoğu zaman ya hasta, ya da hayırsızdı. Hastayken susan anneye hayırsızken konuşulurdu. Genç kızın başarısı, aileye getireceği lafların şekliyle ölçülürdü. Genç kız terk edilir, kusardı. Genç kız kazanamaz, kusardı. Genç kız daima habersiz bir şeyler çevirir, her işin sonunda da kusardı. Kusmak genç kız için kaçıştı…

 **

Cinsellik, kendilerinden üç beş yaş büyük ağabeylerinden öğrenilirdi. İlk duyuşlar, arsada kıran kırana geçmiş bir maçın ardından terli terli oturulan toprak zeminin üzerinde olurdu. Saatlerce koşan bünyenin her zaman biraz cinsellik konuşacak kadar daha enerjisi bulunurdu. Ağzı açık dinlenilen kahramanlık hikayelerinin baş aktörleri, yanlış bilgilerle bezenmiş bir nesili topluma sunmayı amaç edinmişti. Miktar, süre, eylem ekseninde hastalıklı bir rekabet, terbiyesiz ve sağlıksız bir gençlik yetiştirmekten ziyade, yalancı ve özgüvensiz kuşağın temellerini atıyordu. Toprak üzerinde iki saat terlemiş bir kı..ın üzerinde oturarak seksoloji dersi dinlemiş çocuğun üçgen şeklinde çamurlaşmış şortunu yıkamak da kendisinden fellik fellik kaçılan annenin vazifesiydi. Baba kahveye gider, anne komşuya geçer, acemice duyuşlar acelece eylemleşirdi…

 **

Aynı kızı sevip de birbirlerine itiraf ettikleri günden beri daha sıkı dostlardı. Teravih namazına gidiyoruz diye akşamları evden çıkar, sevdiceklerinin kapısının önünde dolanırlardı. Sevdiceğin salon ışığı yanar, karanlık sokakta iki küçük adam koşardı. Sokak köpeklerinden korkmamak gerektiğini, çöpleri karıştırırken burnunu poşete sokuşundan anlamışlardı. Burunları üşüyor, aynı kızı seviyorlardı. Sonra raylara oturur hayal kurarlardı. Bir tanesi onunla evlenip beş tane çocuk yapacağını söylerken, ötekisi bana üç tane yeter derdi. Raylar ıslak, çakıl taşları parlaktı. Biri en fazla 24 vagonlu yük treni görmüş, ötekisi 18 vagonlu görmüştü. TCDD’nin açılımını düşünürlerken hep “Yolları”nın Y’si onlara çelme atardı. Birleşik sözcükleri bilmiyorlar, ancak aynı kızda gönüllerini birleştiriyorlardı. Raylar titrer, güney ekspresinin geçiş saatini haber ederdi. Güney ekspresi geçerken yolculara nah çekilirdi. Yolcular, aynı kızı sevdiklerinden habersizdi…

 **

Sonra bir gün büyüdüler. Oysa trafoya çıkmaya çalışırken ölen arkadaşları daha büyümemişti. Ne garipti. Aynı zamanda doğdular, ama aynı zaman sürecinde büyüyemiyorlardı. Onu neden beklememişlerdi ki? Hem büyümenin acelesi de neydi? Kaçıyor muydu iş, güç, eğitim, öğretim telaşı? Bir yere gittiği mi vardı sanki gurbetin?.. Gurbet her zaman beklemeye alışkındı ve tüm yollar ona çıkardı. Ancak, bir çocuğa elektrik çarpabilirdi. Bu semtte, bir çocuğa tren çarpmasından çok daha az bir olasılık varsa, o da elektrik çarpmasıydı. En azından trenleri severek ölmüştü. Mezarına su dökmeye gitmeleri bir inançtan öte, bir geri dönüştürme hareketiydi. Mezarında canlanan zeytin ağacının tohumu, toprağın altındaki gözleri olmalıydı…

 **

Güney ekspresi ve 20 vagonlu yük trenlerinin gürültülerini duyan misafirlerine şaşırdılar. Oysa onlar, metal paraların raylarda incecik bir levha oluşunu seyrederken orgazm olurlardı. Trafoları sevmediler. Para artık ceplerinde kalıyordu. Çünkü artık anneleri ne don ne de don cebi dikiyordu. Büyüdükten sonra giydikleri pantolonlara cepler, parayı sıkı tutacak şekilde tasarlanmıştı. Artık bilek kısmı fermuarlı eşofman altları vardı hepsinin, ancak üzerine ilkokul önlüğünü giyip de okula gidecek kadar küçük değillerdi. Çeşit çeşit ayakkabılara sahiptiler ama bağcıkla uğraşacak zamanları yoktu. Tekstil fabrikası açıldı fakat baba emekli oldu. Genç kız iyileşti, artık kusmuyordu. Çünkü etrafında hayatını zindan edeceği kimse kalmamıştı. Ağabeylerinden cinsellik öğrenenler sapık olmadılar. Bunun yanında geriye zengin bir hayal dünyası bıraktılar. Kendileri de o dünyanın etrafında dönüp duran bîçare uydular olarak kaldılar. İki dostun birlikte sevdiği kızı artık ikisi de sevmiyordu. Ancak kız başka bir yerlerde başka iki kişiyi birden seviyordu. Trafo kaldırılsa da mahallenin ışıkları hep yandı. Zeytin ağacı onlarla beraber büyüdü. Bir ölü çocuğun üzerine canlı toprak, tüm canlı semtin üzerine ölü toprağı serpildi…

 **

Raylar bütün ihtişamıyla titredi. Mahallenin içinden kimsenin farketmediği bir tren daha geçti…

 NAİM KAYA 

 
Toplam blog
: 16
: 419
Kayıt tarihi
: 11.12.10
 
 

13 Şubat'ı Sevgililer Günü'ne bağlayan gece Adana'da Dünya'ya burnumu soktum. 2008'den itibaren S..