Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Ocak '19

 
Kategori
Kitap
 

Bir Arnavut'tan Osmanlı Romanı

Kitap Ağacı 600 Günde Devr-i Alem Kulübünün üçüncü kitabı, Arnavut yazar İsmail Kadare'nin kitabı "İbret Taşı"ydı. İsmail Kadare' nin daha önce Kuşatma isimli kitabını okumuştum ve oldukça beğenmiştim. O kitabında da Osmanlı kuşatması altındaki bir Arnavut şehrinin hikayesini anlatıyordu. Arnavutların gözünden Osmanlı'yı görme fırsatım olmuştu. İsmail Kadare belli ki bir Arnavut milliyetçisi ve Arnavutluk' ta yaklaşık 400 yıla yakın süren Osmanlı hakimiyetine karşı tepkili ve olumsuz bir duruşu var. Bu duruşu anlaşılır bir şey. Hatta belki de anlamak isteyebileceğim bir şey.

Ancak "İbret Taşı" ne yazık ki, "Kuşatma" kitabı kadar etkileyici bir roman olmadı benim için. Belki de buna kitabın tarzı konusunda ta en başından itibaren yanılgı içinde olmam neden oldu. Çünkü ben, aynı "Kuşatma" kitabı gibi tarihi bir roman bekliyordum. Ama "İbret Taşı" hikaye ilerledikçe, yarı fantastik yarı tarihi bir romana dönüştü. Anlatılan Osmanlı Devletinin benim az çok bildiğim ve çok da hayranı olmadığım Osmanlı Devleti değil. Mühür ve Fermanlar Sarayı, Fısıltı Sarayı, Tabir Sarayı gibi ilginç kurumlardan oluşan ve bir milyon memuru olan bir devlet anlatılıyordu. İsmail Kadere hakkındaki bir yazıda, eserlerinde “yetmişli yıllardaki komünist düzenle de alegorik bağlar kuran, Kafka’yı aratmayan fantastik bir kâbus bürokrasisi yarattığı” ifade ediliyordu.

Belki, bu eseri de bu bağlamda değerlendirmek lazımdı. Ancak kitabın olay örgüsü, Osmanlının hakimiyet kurduğu çağın bir gerçekliği olan kelle alma politikası ve onun sıradan bir sonucu olan ibret taşı ile bu taşta sergilenen Tepedenli Ali Paşa ile  Hurşit Paşanın gerçek hikayeleri insanda ne yazık ki fantastik bir kabus bürokrasisi beklentisi yaratmıyordu.

Yazarın eserini, gerçek temellerinden uzaklaştırıp fantastik bir kulvara sokma isteğinden midir eminim değilim ama romanda Osmanlı’ya, İstanbul’a ve İslam yaşam tarzı alışkanlıklarına dair de bir çok yanlışlar mevcuttu. Örneğin kelleleri taşıyan haberciler İstanbul’a 7. Kapıdan giriş yapıyorlar ve bu kapının protokol kapısı olduğunu, diğer numaralı kapıların farklı amaçlı girişlere hizmet ettiği dile getiriliyor. Oysa İstanbul Tarihi surlarındaki kapılar numaralarla anılmazlar ve hepimizin bildiği isimlerle, Azap Kapısı, Yenikapı, Topkapı, Edirnekapı gibi isimlere sahiptir. Yine İstanbul’da 1800’li yılların başında altı katlı bir devlet dairesi de yoktur. Osmanlının özellikle Osmanlı topraklarında ulusal kimlikleri yok etmeye dair, kitapta bahsedilen politika ve yöntemlere de sahip olduğunu düşünmüyorum. Çünkü Osmanlı ulusal değil dini politikalar üzerinde oluşmuş bir yapıydı. Osmanlı ulusları değil dinleri ve dini cemaatleri tanırdı. Toplumların diline dair de özel bir politikası olduğunu düşünmüyorum. Eğer olsa idi en başta devletin doğu topraklarındaki ermeni, kürt, arap toplumlarının dilleri ile uğraşırdı. Oysa Osmanlı başka toplumların dillerini yok eden değil daha çok onların dilinden etkilenen bir yapısı vardı. İslami yaşam tarzına dair tespit ettiğim hata ise Hurşid Paşanın naaşının tabutla gömülmesi oldu. Olsa Müslümanlar tabutla değil, kefenle gömülürler ve tabut sadece naaşı taşımak için kullanılır.

İsmail Kadare, Arnavutların aslında Batı Avrupa kültürüne ait bir millet, kültürel ve zihinsel olarak esasen Hıristiyan bir toplum olduğunu düşünen bir yazar. Bu nedenle, Arnavutluk’un, Osmanlı Hakimiyetinde olduğu döneme dair ciddi eleştirileri var. Gerek “Kuşatma” gerekse de “İbret Taşı”nda bu bakış açısını anlamak oldukça mümkün. “Kuşatma” bu anlamı ile bana daha makul eleştiriler taşıyan bir kitap gibi gelse de, “İbret Taşı” açıkcası biraz şeytanlaştırma çabasının bir ürünü gibi geldi bana. Çünkü kitapta anlatılan Osmanlı fazlası ile yetenekli ve organize bir devlet. Oysa Osmanlı Devleti ne yazık ki, özellikle yazı kültürü üzerinde yükselen bir devlet değil. Bu kitapta bir kez daha şunu anlama şansım oldu; milliyetçilik insanların gözlerini köreltiyor ve dünyayı meleklere ve şeytanlara indirgiyor. Her millet kendini melek, diğerlerini şeytan görüyor ve bu hali ile dünya onlar için anlaması ve yorumlaması kolay hale geliyor. Ama ne mutlu ki hayat bu kadar basit değil ve oldukça renkli sayılabilecek düzeyde karmaşık.

Kitabı kapak tasarımı ve çeviri açısından da beğenmediğimi söyleyebilirim. Kitapta geçen "terör" gibi kavramlar 20.yüzyılın kavramları ve tarihi bir romanda yer alması bana garip geldi. Zannedersem bu noktada bir çevirmen hatası mevcut. Profil Yayınlarından çıkan "Kuşatma" romanı kapak tasarımı ve çeviri olarak çok iyiydi. Açıkcası Devr-i Alem Kulübünün seçkisi olmasa böyle bir kapağa sahip bir kitabı satın almazdım.

 

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..