Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Eylül '11

 
Kategori
Edebiyat
 

Bir Konuk yazar: Vedat Fidanboy

Bir Konuk yazar: Vedat Fidanboy
 

Kırşehirli şair Vedat Fidanboy, 1960'lı yıllarda İsa Kayacanla olan dostluğunu halen Ankara'da birlikte sürdürmeye çalışıyor. Vedat Fidatboyun bu güzelim tanıtıcı yazısını bugün burada sizlerle paylaşmaktan onur duyarım. Buyrun birlikte Vedat Fidanboy'u okuyalım, bakalım İsa Kayacan'ı nasıl tanıtıyor? Bakalım ve görelim: 

İsa Kayacan ismini 1960’lı yıllarda duydum. Sıkça yazıp söylediğim gibi 1960’lı yıllar, şiirde coşku yıllarımdı benim… Nuri Kırcıoğlu ve İdris Dinçer ağabeylerimin hazırladığı “1966 Yılı Şairler Antolojisi” ne girmiştik birlikte.. Bu antoloji de: Hüseyin Çelikcan, Şahinkaya Dil, İhsan Can Eti, Güngör Gençay, İlkan San, Ahmet Telli, M. Demirel Babacanoğlu …. gibi birçok bildik ve tanıdık isimler de vardı. 

İsa Kayacan’ın bugünkü gibi harıl harıl çalıştığın uzaktan bilen bir kişiydim. Yazdıklarını küçük ebatlı kitaplarda topluyor, sık sık bunları yayınlıyor, ayrıca “Ece” adlı bir de sanat ve kültür dergisi de çıkarıyordu. O yıllarda dergilere yazı, şiir göndermek kolay iş değildi. Yazı, şiir yazmaktan öte, ayrıca cesur, atak ve yürekli olmak ta gerekiyordu. Zira gönderilen her şiir, her yazı dergilerde yayınlanmazdı. Değerli yazar, editör, sanat danışmanları tarafından ince elenip sık dokunduktan sonra, sanat değeri olanlar yayınlanırdı. Bugün olduğu gibi, bir-iki yılda şair olunmazdı. Herkes kendine ve yazdıklarına çekidüzen vermek zorundaydı. Bu yüzden çekinir, moralim bozulmasın diye dergilere şiir göndermezdim. Sanırım bu nedenle Ece’ ye de şiir göndermemişimdir. 

İsa Kayacan’ı ismen tanıyor, ama şahsen tanımıyordum; hiç karşılaşmamıştım kendisiyle.. Derken yıllar yıları kovaladı; l970’li yıllara geldik. Bu yıllar eş, iş, aş… hasılı telaş yılarımdı. Bu kadar telaş içinde zor da olsa 1974 yılında, ilk şiir kitabım olan “Sefil Savaşçılar” ı yayınlayabilmiştim. Kitabımla ilgili olarak, bir tek kişiden ne övgü ne de yergi geldi. Bana kitap çıkarmamı öneren dostlarımın bile kitabıma bakarak gizlice burun kıvırdıklarını gördüm. Bu ilgisizliği anlatmak zor, yaşayanlar bilir ancak! Kitabı ücretsiz kime nasıl vereceğimi evdeki varlığını nasıl yok edeceğimi bilemiyordum. İkindi üstleri Kızılay’da Zafer Pasajı önünde ucuz kitap satış sergileri kuruluyordu kaçak olarak… Arada bir utana sıkıla oraya gidiyor; çığırtkan çocuğa ücretsiz kitap bırakıyor; ertesi günde satılıp satılmadığını uzaktan kontrole gidiyordum Yaptığım bu iş onuruma dokunuyordu.. Oysa kitaplarımın şiir sever birilerine ulaşmasıydı tek amacım, Sanat adına karamsarlığa kapıldım; ele değil kendime küstüm, kırıldım. Elim varmıyordu o günlerden sonra şiir yazmaya.. 

Derken bir gün bir gazete yetişti imdadıma.. Ankara’da yayınlanan bir gazete: Tasvir! Gönderen: İsa Kayacan… Açıp baktım; ikinci sayfada Kayacan’a ait bir köşe… Köşe adı: Günün Ardından. Yazı başlığı: Açık Yüreklilik… İsa Kayacan, nereden nasıl eline geçtiğini bilmediğim kitabımı okumuş; benimle ilgili yazdığı çok kısa yazısında: ” Savaşçılar gelir gider gözlerimizin önünden. Yorulanlarıyla yorulmayanlarıyla bir tutkunun içindedirler. Başarıları alkışlanır. Sefil Savaşçılar bir yapıt olur Vedat Fidanboy’ların ürünlerinin bir araya gelmesiyle. Okundukça önemi artar…” diyordu. 

Yazıyı okuyunca kanımda şiir çiçekleri açmaya, beynimde mısra konfetileri uçuşmaya, kış günlerini yaşayan gönlüme baharın cemreleri düşmeye başladı birden. Anladım ki, siz farkında olmasanız da, uzaklarda sizi anlayabilen, sizi karşılıksız seven, sevebilen mutlaka birileri var. İşte o birileridir; zor bulunan ve size gerçek dost olan …. 

İsa Kayacan hocam, o dostlarımdan biri ve de ilkidir. 

“Sana gönül borcum var 

Ödemek kolay değil… 

Zaman akıp gidiyor 

Dur demek kolay değil…” 

Demiş Şair!.. Çok da iyi etmiş.. Üstelik oldukça güzel bir şarkı olmuş… Dillerden düşmeyen, gönüllerimizi ısıtan bir şarkı… 

Bilindiği üzere kalpten, gönülden seven sevgililere özgü bir borçtur; gönül borcu!.. Vefa borcu ise, bambaşka bir borçtur… Maddi değil, o da gönül borcu gibi manevidir. Yapılan bir yardımın, bir iyiliğin …. karşılığı bir borç!. Arkadaşlar, dostlar, hatta bütün insanlar arasında oluşur. 

Şiirin ilk mısrasındaki “gönül” sözcüğünü çıkarıp yerine “vefa” sözcüğünü koyarak Sayın Kayacan hocama şöyle seslensem yeridir: 

“Sana vefa borcum var 

Ödemek kolay değil… 

Hatta bu seslenişi genelleştirip tüm şair arkadaşlar adına yapmaya kalkışsam, tamamına yakın çoğunluğun bana katılıp “ haklısın “ diyeceklerini umuyorum. 

Bu vefa borcu, bizden değil sevgili hocamızdan kaynaklanıyor aslında… Zira O, sadece bir yazın emekçisi değil, ayrıca bir vefa emekçisidir de... Ben onun bu yönünü yıllar sonra öğrendim ve hayretler içinde kaldım. Hiçbir sanat adamı tanıdık tanımadık, sanatla ilgilenen ve bu konuda bir şeyler üreten kişilere karşı bu kadar özverili ve vefalı olamaz. Siz ona bir selâm, bir şiir, bir kitap verin yeter. O, verdiğiniz selâmın, şiirin, kitabın altından anında kalmasını bilir. Lütfunuz lütufla karşılık bulur. Siz onu değil, o sizi vefasıyla borçlandırır ânın da.. Selâmınız, şiiriniz, kitabınız mutlaka değerlenir, değerlendirilir. 

Bunlarla da yetinmez o... Koltuğunun altındaki çantası, gazete ve gazete kupürleriyle doludur. Onu her gün bir kargo firmasının ya da bir PTT şubesinin önünde görmek mümkündür. Gazeteleri, gazete kupürlerini, kitaplarını hiçbir zaman ödemeli göndermez alıcısına.. Ücreti kendi tarafından ödenmiştir. Yıllar yılı büyük bir sebatla sürdürdüğü bu ulvi davranışının maddi sonuçlarını bir düşünün… Çok önemli bir servet eder. O bu servetini alenen sanata ve sanatçı dostlarına adamış, dağıtmıştır. 

Ben onun bir ömre sığdırdığı gözle görülüp elle tutulan yüzü aşkın eser dağına bakarak, görünmeyen vefa dağlarının sayısını ve yüceliğini tahayyül etmekte zorlanıyorum. 

Kaleminden mürekkep yerine vefa damlar Kayacan hocanın. Onun beyni, gönlü, soluğu, eli batıdan doğuya, kuzeyden güneye ülkenin dört bir yanındadır; kesin sayısını bilmediğim onlarca yöresel gazetede “sanat” köşesi vardır. 

O bu köşelerde sadece yazılarını yazmakla yetinmez, dostlarını, onların eserlerini tanıtmaktan büyük zevk alır, Sırası geldikçe de onları “ günün şairi”, “Hatanın onur konuğu” gibi sözlerle onurlandırır, şiirlerinden örnekler verir. 

Büyük insan, büyük şair, büyük gözlem adamı olmak çok zor… Onu bizlerden çok iyi tanımıştır Ahmet Tufan Şentürk Usta. Bu yüzden de “ Manevi Oğlu” olarak kabul etmiştir. “ Manevi oğlum” demiştir ona. O bu payeninde altından kalkmasını bilmiş, büyük bir vefa örneği göstererek A.Tufan Şentürk usta ile ilgili birkaç cilt kitap yazmıştır. 

Şentürk ustanın manevi oğlu, manevi kızı olduğunu söyleyenlerden hangisi ona bir Kayacan, bir Mustafa Ceylan vefasını gösterebilmişlerdir; bilmiyorum, bilemiyorum… 

Ona, “değerine inandığı kişileri bulundukları yerlerden alarak, bulunması gereken yerlere koymaya çalışan bir vefa ustası, bir vefa mimarıdır.” da diyebilirsiniz. İsa hocanın daha bilmediğimiz nice yönleri var.. 

Bildiğimiz üzere Ali Abdülkerimoğlu ağabeyimiz büyük bir şair, Simav İlçemizin ulu sanat çınarlarından biridir. Maalesef çoğu belediyelerimiz böyle çınarları ihmal ederler. Onların varlıklarını bilirler de, nasıl korunmaları, nasıl onurlandırılmaları, nasıl yaşatılmaları hususunda herhangi bir çalışmada bulunmazlar. Onlara birileri tarafından bu durumun mutlaka hatırlatılması gerekir. 

Günlerden bir gün, SAKÜDER’in düzenlediği iftar yemeğinde birlikte olduk. Masada emekli Vali Rıza Akdemir hocamız ve 21.dönem milletvekillerinden Müjdat Kayayerli de vardı. İsa hoca Abdülkerimoğlu ağabeyimizin adının Simav’da bir sokağa verilmesi hikâyesini anlattı. Bu hususta kimlerle irtibat kurduğundan ve ne gibi yazışmalar yaptığından söz etti.. Rahmetli Abdülkerimoğlu’nun sağlığında gördüğü, yaşadığı bu olaydan ötürü nasıl mutlu olduğunu anlattı. “Kişilere sağlığında değer vermeliyiz” dedi. Bu konuşmayı, kendine bir paye çıkarmak için değil, her birimizin bu gibi konularda daha duyarlı olmamız gerektiğini vurgulamak amacıyla yaptığının bilinmesini isterim. 

İsa Kayacan hoca, sadece bir yazın adamı değil, bir eylem adamıdır da… 

Doğduğu köyde bir kütüphane açılmasına önderlik etmiş, tek başına binlerce cilt kitap temin etmiştir. Sanırım bu sayı, çoğu il ve içe kütüphanelerimizde bile yoktur. O bu davranışıyla köyüne, köylüsüne, köyünün çocuklarına olan vefa borcunu da ödemiş bulunmaktadır. 

İsa hoca, çok kimlikli bir şahsiyettir. O kimi zaman gazeteci, kimi zaman araştırmacı, kimi zaman yazar, kimi zaman da şair olarak çıkıyor karşımıza… Belki benim bilmediğim başka kimlikleri de olabilir; çok muhtemeldir. 

Bende çok az kitabı var İsa hocanın.. O kitaplarını kendi parasıyla bastıran, ancak parayla satmayan, kişi ve kurumlar tarafından alınanların gelirini de sanatla ilgili kurum ve kuruluşlara bağışlayan bir kişi… (Kendisinden kitap istemeye kalksanız, para almaz… Parasız kitap istemekte yüzsüzlük olur hani!) Ne yazık ki, ben onun “çok kimlikli” yanlarını anlatabilecek yeterli bilgiye sahip bir kişi değilim.. Onu anlatacak yazıda hata payının en az olması gerektiğine inandığım için de, fazla derine dalmak istemiyorum. Ancak, gönül dünyasının ne denli ulaşılamaz bir dünya olduğunu vurgulamak için burada birkaç şiirini anmadan geçemeyeceğim: 

DEĞİŞİR 

Gözlerine bakınca 

Rengim değişiri 

Ellerini tutunca  

Ateşim yükselir 

Dudaklarımız 

Aniden birleşir 

O zaman 

Mevsimler değişir 

Evren bir yeniden kurulur 

Her insanın hayatında süregelen olağan mevsimlerin değişmesi, olağanüstü yeni bir evrenin kurulabilmesi için sevgilinin gözlerine, ellerine ve dudağına ihtiyaç yok mudur.? Ne kadar sade, ne kadar duru ve ne kadar berrak bir anlatımdır bu! İsterseniz yine 1980 yılında yazdığı bir başka sevda şiirine göz atalım: 

ARTIK 

Istampa dudakların,  

Mühür gözlerin,  

Ağzımı, açamıyorum artık. 

Sere serpe yatışların 

Demir parmaklık bakışların 

Uzaklara, kaçamıyorum artık. 

Alıp verdiğim nefes’sin 

Kışın yatağımda ateşsin 

Sensiz yatamıyorum artık. 

Anladım, her yerde benimlesin 

Söküp atamıyorum artık. 

Görüldüğü üzere, Kayacan hocanın tüm şiirlerinde bu sadelik, duruluk ve berraklık hakimdir. O şiirlerinde az, öz ve kısa sözlerle, büyük duygu, düşünce ve gözlemleri dile getirmektedir. 

Hiciv şiirlerinde de aynı tarz ve üslup hakimdir. İşte 1982 yılında yazdığı bir hiciv: 

YORULDUK 

Acemiler elinde 

Kala kala yorulduk,  

Ne karmakarışık olduk,  

Ne de durulduk,  

Ne hakim olup sorduk 

Ne suçlu olup sorulduk,  

Acemiler elinde 

Kala kala yorulduk.. 

Dil, halkın dili… Söylem, tertemiz… Konu, gerçek mi gerçek!.. Mani tadında bir şiir… Üstelikte hiciv… 

İsa hoca, halkını çok iyi tanıyor, onun diliyle konuşuyor, onun diliyle yazıyor… Öyle ki akla hayale gelmeyen büyük araştırmalara imza atıyor. En son eseri ise, “ Mezarlık Kültürümüzden Örnekler” adını taşıyor. Bana göre, muhteşem bir araştırma, muhteşem bir kitap!.. 

Dedim ya, ben hocamızın yazar, gazeteci, araştırmacı yanlarına pek değinmeyeceğim.. O yönlerini, daha yetkili dostlarına bırakıyorum. 

Şiir faslını da, (Bir başka yazımızda daha geniş bir şekilde ele almak umuduyla) hepimizin bildiği, bir kısım dostlarımızın da ezbere bildiği çok genç yaşlarda (1963 yılında) yazdığı “Biz Neler Biliriz” başlıklı o güzel şiiriyle noktalıyorum. 

BİZ NELER BİLİRİZ 

Biz, yıkık değirmenlerde 

Çok un öğüttük 

Çarkın 

Dönmediğini 

Biliriz. 

Saçlarımız,  

Aşk-sevda yolunda ağardı,  

Bir hanımın,  

Sevip-sevmediğini,  

Biliriz. 

Issız ovalardaki,  

Telgraf direkleri,  

Bizi tanır,  

Bir yolcunun,  

Gelip-gelmediğini,  

Biliriz. 

Azraille,  

Yıllarca omuz amuzaydık,  

Bir hastanın,  

Ölüp-ölmediğini,  

Biliriz.  

Mademki vefa ile başladık söze, vefa ile devam edelim yine… 

İsa hoca son zamanlarda vefasızlıktan yakınır oldu haklı olarak.. Yazılarının içeriğinde günümüz şairlerinin gündelik yaşamlarına, kaybolan değerlere, değersizliklere, saygısızlıklara duyulan sitem var. Yılların birikimi olan bu denli özveriden sonra, bırakın o kadarda “sitem” olsun gayrı.. Neticede, o da etten ve kemikten bir âdem. 

“Dün bana hocam diyenler, aradan bir zaman geçtikten sonra İsa Bey, daha sonra da İsa diye hitap etmeye başlıyorlar. Ben mi değişiyorum yoksa onlar mı?” diye soruyor hoca… 

Sorusuna yanıt bulamıyorum. 

Günümüzde buna benzer yanıtsız öyle çok soru var ki!... 

Gerektiğinde dobra dobra konuşan, sözünü budaktan esirgemeyen, korkusuz, gizlisi saklısı olmayan açık sözlü bir kişidir o.. 

Bir gün gözümün içine baka baka; “Anladım ki Mustafa Ceylan’dan başka dostum yokmuş hayatta… “ dedi ve devam etti.”İkinci sırada da Mansur Ekmekçi bekliyor..” dedi. Bu sözleri öyle doğal ve harbi söylemişti ki, “sen dahi dostum olmaya lâyık değilsin..”der gibi gelmişti bana… Bir başkası olsa alınırdı belki! Ama hiç alınmadım.. Çünkü çok doğru söylüyordu; o başkalarına gösterdiği vefanın karşılığının yüzde birini görmemişti. 

Hiç birimiz bir Mustafa Ceylan olup onun hakkında bırakın bir kitap yazmayı, bir kitapçık bile yazmadık; yazdığımız küçük şiirlerle idare ettik durumu.. 

Olsun! Diyorum ve ben, bir noktada hocamdan farklı düşünüyorum. Belki düşüncelerimiz aynı da yorumlarımız farklı olabilir. Bence vefa ile sevgi kavramlarını birbirine karıştırmamak gerekir… Vefasızlık başka şeydir, sevgisizlik başka şey! 

İsa hoca’nın sanat camiasında öyle çok sevenleri var ki, bunu şahsına yazılan övgü dolu şiirlerin ne denli çok olmasından anlamak mümkündür. Hakkında bu kadar şiir yazılan belki de dünyada tek şair ve yazardır o. Başka şeye gerek yok! Sadece bu dokümanlar bile onun büyüklüğünü anlatmaya yeter sanırım… 

Ben de onunla ilgili nacizane iki şiir yazmışımdır. Burada o şiirlerden biriyle ilgili küçük bir anıyı nakletmek istiyorum: Sevgili ağabeyim İlkan San’ın Kocatepe’deki cenaze töreninde herkes üçerli dörderli gruplar oluşturmuş kılınacak cenaze namazını beklerken aralarında konuşuyorlardı. Gruplar, yeni katılım ve eksilim hareketleriyle sürekli değişiyordu. Bizim grupta da dört kişi vardı. İsa Kayacan, ben, Murat Duman, bir de vergi dairesi müdür yardımcılarından Ali Adanır dostumuz.. Konu elbette ölüm.. Ölümle yaşam arasındaki çizgiler… Ölenle, kalanlar arasındaki vefa… Sanat, edebiyat... Özellikle de İlkan San’ ın hayatta ve bizlerde bıraktığı izler… Bir sanat adamının yok olmayan nefesi, şiirleri, şarkıları… Ali Adanır, bildiğim kadarıyla şiir yazmayan, şiir toplantılarımıza katılan ve orada (ezberinden) çok güzel şiir okuyan bir kardeşimizdi. Kalbinin güzelliği yüzüne vurmuştu sanki! Yanaklarında tebessüm hiç eksik olmazdı. 

“Bir ara İsa Kayacan’a dönerek: 

“Hocam ne mutla size… Ne kadar sevenleriniz var” dedi. Hocanın o anda gözbebeklerinde bir soru işareti belirdi. O soru işaretine bakarak hemen oracıkta, benim hocaya yazığım şiirden bir dörtlük okudu; hem de ezberden… 

Dosta verir boğazından kısar da,  

Gönlü delik deşik, cebi hasar da,  

Garipleri hep bağrına basar da,  

Boyun eğmez şaha, İSA KAYACAN… 

“Haydi biz İsa hocayı seviyoruz, ona olan sevgimizi de şiirlerle dile getiriyoruz” diyelim. Lâkin şiir seven Ali Adanır gibi bir dostumuzun, hocaya ithaf edilen bir şiiri ezberlemesine ne demeli!.. Demek ki hocanın sevenleri çok, hem de pek çok! Heykeli dikilecek bir kişidir o. İnşallah dikilecek de.. 

Bir sitemim var TRT’ye, TRT yetkililerine…. 

Diğer TV kanallarından ümidi kestik artık. Onlardan böyle bir şey beklemek saf dillilik olur zaten. Böyle bir yazarı, şairi neden tanıtmaz insanlarımıza? 

50.sanat yılını birlikte kutladık hocamızın. Hazır belgeseli de var. TRT’nin bir belgesel hazırlamasına da gerek yok. Bilmiyorum, inşallah yayınlanmıştır da ben görmemişimdir. 

Yeri gelmişken buraya bir not düşmek istiyorum: Günlerden bir gün TRT 2 de dostumuz, ağabeyimiz şair, yazar emekli Vali Rıza Akdemir’in belgeselinin yayınlandığını görünce havalara uçmuştum. Eşim zor tutmuştu kanatlarımdan. “İşte TRT dediğin böyle olmalı, ülkemin bu değerli insanlarını böyle tanıtmalı” demiştim. 

Arada bir değil, çok sıkça böyle programlar izleyip kanatlanmak istiyorum. Dizilerin verdiği gerginlikten arınıp gönlümün, yüreğimin pası silinsin istiyorum… 

O, bir arı gibi bal veren, bir karınca gibi çalışkan, yüreği sevgi ve vefa dolu, kendisine “öğretmenim”, “hocam” demekten büyük onur duyduğum eli öpülecek nadir insanlardan biridir. 

Yazdığı binlerce makaleye, yazıya, yüzün üstünde kitaba, şiire bakarak: “ Hocamızın okumaya nasıl zaman ayırdığının sorgulanması, zaman kavramına ait görüş ve düşüncelerinin öğrenilmesi ve okullardaki çocuklarımıza - örnek olarak-öğretilmesi” gerektiğine inanıyorum. 

Zira ulu önderimiz Atatürk, o kısacık ömrüne sığdırdığı nice savaşlar, devrimler, mücadeleler… arasında dahi, 3500 ün üzerinde kitap okumuştur. O’nun bu en güzel ve öğretici yanı maalesef çocuklarımıza aktarılmamıştır... Bu sayıyı insan ömrüne böler de, çıkan sonuca bakarsanız, ya hayretler içinde kalır, ya da benim gibi dilinizi yutar, söyleyecek söz bulamaz, konuşamazsınız. 

Sadece içinizden ”Başarmak, başarılı insan olmak her yiğidin harcı olmadığı gibi, pek de kolay bir iş değildir!” demekle yetinirsiniz. (Vedat Fidanboy, Ankara–12 Ekim 2006 

 

 
Toplam blog
: 2227
: 832
Kayıt tarihi
: 27.06.09
 
 

1946 Mardin ili, Kızıltepe ilçesi'nin Esenli köyünde doğmuştur. İlk ve ortaokulu Kızıltepe'de bit..