- Kategori
- Siyaset
Bir ülkede “iç düşman” olmaz!...

Türkiye 28 Şubat sürecinde hem varlığı iyice açığa çıkan hem de geliştirilen ve perçinlenen bir “milli güvenlik ideolojisi”nin esiri konumuna düşmüştür.
Sanki sürekli bir savaş hali varmış gibi her mesele en basitinden en karmaşığına bir milli güvenlik meselesi olarak görülmekte veya o hale getirilmektedir.
Bu algının sonucu bir konu milli güvenlik ile ilgili olduğu ilan edildiğinde artık bu konu üzerinde tartışma mümkün olmamakta konu dondurulup donuklaşmaktadır.
Halbıki milli güvenliğin dokunulmaz ve tartışılmaz alanına sokularak tabulaştırılmak istenen konuların hemen hepsi demokratik diyalog ve müzakereye açık olması gereken konulardır.
Oysa hemen hepsinde meseleye güvenlik açısından bakmayanların bürokratik milli güvenlikçilerin tezlerini çürütecek karşı tezleri ve delilleri vardır.
Ne yazıktır ki adil ve dürüst bir tartışmanın önü güvenlik gerekçesiyle kesilmekte, hatta resmi bürokratik görüşü eleştirmeye cesaret edenler bazen baskıyla, ülkesine ihanet ve dış güçlerin ajanı olmakla, tehditle, cebirle ve siyasallaşan mahkemeler yoluyla susturulmaktadır.
Türkiye’de milli güvenlik adına ve uğruna yapılanların çoğu istikrarlı bir demokratik ülkede savaş halinde bile yapılmaz.
Bir milli güvenlik ideolojisinin inşasından daha vahimi bu ideolojinin ana mimarı ve tatbikatçısının üniformalı bürokrasi olmasıdır.
Milli Güvenlik İdeolojisi/Belgesi aracılığıyla silahlı bürokrasi ulusal güvenlik adına kamusal ve özel hayatın neredeyse her alanında egemenliğini tesis etmektedir.
Ülkemizde egemen milli güvenlik algılaması artık gizlenemeyecek bir soruna dönüştüğü açık bir gerçektir.
Demokrasilerde silahlı bürokratlar sivil-siyasi yönetimlerin gözetim, denetim ve emri altındadır.Bir başka deyişle üniformalı kişi memur, politikacı ise amirdir. Demokrasilerde savaşta bile nihai irade seçilmiş sivillerdedir. Türkiye’de ise durum bu şekilde değildir.
1960 darbesinden sonra silahlı bürokrasiyi sivil denetimden uzak tutmak için oluşturulan yasal yapı ve idari mekanizma sonraki yıllarda her fırsatta ve özellikle olağanüstü dönemlerde ve hep aynı gerekçelerle yani “güvenlik tehdidi” varlığı bahanesiyle iyice pekiştirildi.
Her toplumda insanların iç ve dış güvenliğe ihtiyaçları vardır.Bu nedenle güvenlik kurumları oluşturulmuştur.Güvenlik kurumlarında görevli olanlara verilen isim “silahlandırılmış bürokratlar” dır. Silahlandırılmak ile silahlı olmak farklıdır. Silahlanmada silahlanan kişi asıl öznedir.Silahı kendi temin eder ve sonuçlarına katlanmak üzere silahı nasıl kullanacağına kendisi karar verir. Silahlandırılmada durum farklıdır. Burada kişi bir başka irade-güç tarafından silahlandırılır. Bunun doğal sonucu silahlandırılan kişi kedini silahlandırana tabidir ve onun emrine itaat etmek ve silahı nasıl kullanacağına dair kural ve düzenlemelere uymak zorundadır.
Türkiye’mizdeki sorun bürokratik devlet yapısından demokratik devlet yapısına geçilememesidir. Ne zaman ortaya çıkıp da “demokrasi, hak ve özgürlükler, hukuk devleti” gibi kavramların gerçekten devlet yapısında hakim olmasını söyleyecek olsanız karşınıza Türkiye’nin özel konumu, güvenlik kaygısı, parçalanma korkusu gibi gerekçeler ortaya konduğunu göreceksiniz. Vatandaşının bireysel hak ve özgürlüklerini güvenlik ideolojisi ile kısıtlamak ülkemizde olağanlaştırılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli Güvenlik Kurulu tarafından ilan edilmiş milli güvenlik ideolojisine göre “iç düşmanlarımız” vardır.
Yani Türkiye’mizde bir kısım vatandaşımız devlet katında “düşman” olarak algılanmaktadır.
Bir ülkede “iç düşman” olmaz!...
Ülkelerin, devletlerin sadece dış düşmanı-rakibi olur.
Ülkelerin içinde bazı vatandaşların yabancı güçlere hizmet etmesi, vatandaşlar tarafından benimsenen bazı siyasi akımların yine dış güçler tarafından kullanılması, vatandaşların mevcut anayasal düzeni değiştirmek veya bölücülük için bir araya gelip terör eylemi yapması mümkündür.
Bunlar birer “suçlu”dur. Suçlular yasalar ve Mahkemeler aracılığıyla cezalandırılıp iç güvenlik gücünüz aracılığıyla etkisiz hale getirilir. Kendi vatandaşınız olan suçlunuzu iç düşman olarak algılamak baştan suçluyu ve suç örgütünü büyütüp onu devlet için bir tehdit olduğunu kabul etme yanlışlığını da beraberinde getirir. Örneğin PKK terör örgütüne “bölücü” sıfatı vermek onun aynı zamanda bölebilir olduğunu, bölen vasfını kabul etmek anlamını taşır.
Bölünme, parçalanma paranoyası yüzünden devletimiz neredeyse bütün vatandaşlarını “tehdit” olarak algılamaktadır.
Korkularla yaşayan, korkuları bekleyen birinin sırf korktuğu için hayalperest azınlıkları gerçek bir soruna dönüştürmesi durumuyla karşı karşıyayız.
Türkiye’de siyasi nedenlerle yargılanıp mahkum olmamış cezaevine girmemiş liderimiz yok gibidir.
Bu durum Türkiye’nin suçlular/mahkumlar veya makbul olmayan sakıncalı kişiler tarafından yönetildiği sonucunu mu ifade der?
Yoksa siyasi değerlerimizi kolayca yıprattığımız sonucunu mu?
Türkiye’de siyasi liderler ile birlikte zararlı sayılmayan akım kaldı mı?
Geçmişte Demokrat Partililer kuyruk olarak anılır ve makbul kişiler sayılmazdı.Nitekim darbe yapılıp hapislere atıldılar, siyasi liderleri asıldı.
Sonradan solcular, komünistler, sosyalistler, ülkücüler, İslamcılar, Kürtçüler zararlı sayıldı ve ülkesine bağlı kişiler azınlık haline geldiler. Zararlı sayılarak partiler kapatıldı, insanlar hapislere atıldı.
Türkiye’nin Milli Güvenlik Kurulu’nda bütün bu akımlar iç düşman algılaması içinde konuşulduğu ve önlemler alınması için Hükümetlere uyarılar yapıldığı yetmeyince de Askeri Darbelerle ülke bu zararlı iç düşmanların eline düşmekten kurtarıldığını hep birlikte yaşamadık mı?
Türkiye uzun yıllardır milli güvenlik ideolojisi ile imkansızı ve anlamsızı gerçekleştirmek istemiştir.
Tek bir ideoloji ve bu ideolojiye tam uygun çok siyasi partiler tarafından oluşturulacak siyasi bir model aramıştır.Bu nedenle resmi ideolojiden en ufak farklılaşma ortaya koyan siyasi akımlar iç düşman/zararlı akım olarak algılanmıştır.
Her siyasi parti ve akım resmi ideolojiye yüzde yüz uygun fikir üretecekse aralarındaki fark ne olacaktır?
Vatandaşlarının sahip olduğu her bir fikir ve inanç o ülkenin zenginliğidir.
Türkiye kendi vatandaşını “düşman” algısı içinde değerlendirme yanlışından kurtulmak zorundadır. Türkiye kendi ayaklarına kurşun sıkmaktan, kendi kendini engellemekten artık vazgeçmeli, sınırlarımızın dışında da geçerli olan hiç olmazsa bölgesel bir ideoloji üreterek geleceğe emin adımlarla yürümelidir..
Sürekli savaş ortamından sürekli barış ortamına geçme zamanı gelmiştir.
Gezden arpacıktan bakanın, parmağı tetikte olanın göreceği tek şey hedefteki düşmandır.Silah tutanlar için her sorun güvenlik orijinlidir sivil siyaset için canlılık, üretkenlik, farklılıktaki zenginliktir.
Tehditlerle, tehlikelerle ve alınacak önlemlerle, verilecek tepkilerle kafamız meşgul iken, tarihin önümüze sunduğu fırsatlara sırtımızı çeviriyoruz.
Kendi vatandaşına bile “tehdit” penceresinden bakma yanlışından vazgeçip ülkemize ve dünyaya “fırsat” penceresinden bakabilmeyi öğrenmemiz gerekiyor.
Kompleksleri ve paranoyaları içinde Türkiye’yi yasaklara boğan güvenlik devleti yerine vatandaşına karşı saygıyı, şefkati ve güveni tercih eden demokratik bir devlete ihtiyacımız var.