- Kategori
- Tarih
Bir Viyana gezisinin çağrıştırdıkları

Viyana Askeri Tarih Müzesi - Dünya Savaşı 1914-18 Anısına-Tanrı Vatanımızı Korusun
Bu yıl yaz tatilinin bir kısmında ailece Viyana’da şehir gezisi yapma olanağımız oldu. Bir hafta boyunca şehrin sokaklarında her biri müze görünümündeki binalarında yer altında yer üstünde gezinmek yorucu ama bir o kadar da ilgi çekiciydi. Durumu daha ilginç kılan ise Viyana’nın ve Avusturya’nın tarihi ile Osmanlı’nın iç içe geçmişliği, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu’nun adeta kader birliği ve benzerliği idi. Askeri tarih müzesinde Osmanlı’nın sadece tarihe mal kuşatma döneminden değil Sultan Reşat döneminden de izlerini görmek heyecan verici oldu.
Bir kısmı önceden ve kulaktan dolma bilgiler daha sonraki tarih ve teori okumalarımla pekişince başlangıçtaki hislerimde yanılmadığımı ve bu iki monarşinin kesişen yollarının ve kaderlerinin tahminimden öte çıkarımlara yol açabileceğini anladım. Öyle ki bu çıkarımların bir ucunun Osmanlı’nın az gelişmişliğine dair Marksist literatürün kıyılarında gezinmesi bile mümkün oldu zihnimde.
Şehri gezerken en çok dikkati çeken son derecede düzgün işleyen trafik ve tarih ile uyumlu göz alıcı mimari doku oldu. Hayran bırakan ise, trafikte raylı sistemin ve bisikletin aldığı payın yanı sıra tüm toplu taşımaya giriş çıkışların serbest bırakılmış olmasıydı. Tüm bunların getirdiği de, metro hattının süren tadilata rağmen ulaşım sorununun yaşanmadığı bir küçük metropol ve mutlu insanlar tabii ki.
Yukarıda çizdiğim çağdaş görüntüyü sarsan ilk okumam MIT’den Daron Acemoğlu ve Harward’dan James A. Robinson’un yankı uyandıran “Why Nations Fail-The Origins of Power, Prosperity and Poverty” isimli kitapları oldu. Özetle ülkeler arasındaki gelişmişlik farklarının nedenlerini geliştirdikleri bir teori çerçevesinde inceleyen yazarlara göre temelde 20 YY başlarında Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar mutlakiyetle yönetilen Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları bu muhafazakar yapılarıyla Rusya İmparatorluğu ile birlikte az gelişmişliğin ve yıkımın kader ortaklarıydılar: “…the institutional transitions in Britain and the Industrial Revelution created new opportunities and challenges for European states. Though there was absolutism in Western Europe, the region had also shared much of the institutional drift that had impacted Britain in the previous millenium. But the situation was very different in Eastern Europe, the Otoman Empire, and China. These differences mattered for the dissemination of industrialization. Just like the Black Death or the rise of Atlantic trade, the critical juncture created by industrialization intensified the ever-present conflict over instutions in many European nations. A major factor was the French Reveluation of 1789. The end of absolutism in France opened the way for inclusive instutions, and the French ultimately embarked on industrialization and rapid economic growth. The French Revolution in fact did more than that. It exported its instutions by invading and forcibly reforming the extractive instutions of several neigboring countries. It thus opened the way to industrialization not only in France, but in Belgium, The Netherlands, Switzerland, and parts of Germany and Italy. Farther east the reaction was similar to that after the Black Death, when, instead of crumbling, feudalism intensified. Austria-Hungary, Russia, and the Otoman Empire fell even further behind economically, but their absolutist monarchies managed tos tay in place until the First World War.” (Why Nations Fail-The Origins of Power, Prosperity and Poverty, Daron Acemoğlu & James A. Robinson, 2012, s.300). Bu saptamada “inclusive economic instutions” olumlu anlamda; toplumsal katılımı teşvik eden, bireylerin kabiliyetlerini ve hünerlerini en iyi biçimde kullanmalarına olanak sağlayan ve tercihlerinde özgür bırakan yapılanmalara karşılık gelmektedir. Ayrıca, özel mülkiyetin korunması, eşitliğe dayalı bir hukuk sistemi, insanların eşit düzlemde değişim ve sözleşme yapmalarını sağlayan kamu hizmetleri, yeni iş alanlarının açılmasına ve insanların kariyerlerini kendilerinin belirlemelerine izin gerek şartları oluşturmaktadır. Diğer taraftan “extractive economic instutions” ise olumsuz anlamda diğer terimin karşıtı olarak, bu yapılar toplumda bir alt kesimin çıkarına olmak üzere diğer bir alt kesimin gelirini ve refahını elde etmeyi ifade etmektedir. Nitekim son imparatoru olan 1. Charles’ ın sürgüne gitmesinin ardından Almanya’nın etkisi altında Avusturya Cumhuriyeti Birinci Dünya Savaşı sonrasından İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar iç savaş dahil nasyonal sosyalizmin tüm olumsuz etkilerine maruz kalarak büyük kayıplar vermiş ve savaştan yıkılarak çıkmıştır. Bu dönemde ABD, İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği’nin işgal ettiği dört bölgeye ayrılan ülkenin bu durumu 1955 yılında imzalanan “Avusturya Devleti Antlaşması” ile sona ermiştir. Bu antlaşmada ve ülkenin yeniden imarında ABD temel rolü oynamıştır. (http://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/3165.htm).
Buradan bugünkü modern Avusturya’ya kısa sürede dönüşümü ABD yardımı ile birlikte açıklayan Britannica ansiklopedisine göre: Avusturya hükümeti İkinci Dünya Savaşı sonrasında ekonomide önemli rol oynamış, 1946 ve 1947 yıllarında Avusturya Parlementosu temel sektörlerdeki 70 adet sanayi (petrol, rafineri, kömür, maden, demir-çelik, ağır makine ve demiryolu imalatı, elektrikli makineler ve nehir navigasyonu gibi ağır sanayi), hizmet ve üç en büyük ticari bankayı da içine alan finans şirketlerini devletleştiren bir düzenlemeyi hayata geçirmiştir. Daha sonra sayı mülkiyet ve sınırlı yönetim ve gözetim hakları Avusturya Devletine ait bir holding şirketine devredilmek suretiyle 19’a düşürülmüştür. Daha sonrasında ise Avusturya’nın 1995 yılında AB’ye katılımı ile birlikte bu devlet şirketi bir özelleştirme idaresi fonksiyonu görerek sahip olduğu kamu paylarını büyük ölçüde özel sektöre devretmiştir. Böylelikle Avusturya ekonomisi nispeten yavaş liberalizasyon ve özelleştirme sürecine rağmen endüstriyel ekonomiden hizmet sektörünün giderek ağırlık kazandığı bir yapıya geçişi sağlamıştır (http://m.eb.com/topic/44183#33397.toc).
Burada karşımıza çıkan soru şudur: tarihte benzer bir kaderi paylaşan iki imparatorluk coğrafyasından bugün Avusturya’nın kişi başına milli geliri neden Türkiye’nin beş katı durumda ve bunun da ötesinde insani gelişme endeksinde Avusturya üst grup arasında ve 19. sırada iken Türkiye 92.sırada yer alıyor? Bu sorunun bir açıdan cevabını değerli bilim adamımız Sencer Divitçioğlu ömrünün bir kısmını adadığı çalışmalarıyla veriyor. Teoriyi kavramak “biraz” ter akıtmayı gerektiriyor ve soru ancak bir dönemin derin ATÜT ya da sonraki açılımıyla “Asya Üretim Tarzı” modeli tartışmalarında özgün cevap buluyor. İçerisinde yılların birikimini barındıran bir çalışmayı ve teoriyi iki satırlık yüzeysel bir anlatımda aktarmaya çalışmak haddime değil. Ancak Sencer Hoca’dan bir alıntıyla son verebilirim yazıma: “Benim anladığım kadarıyla, Türk toplumunun doğuşundan başlayarak, toplumu bir arada tutan kor, yani çekirdek maddi ve manevi haraçtır. Haraç çeşitli biçimlerde olabilir. Cum, rüşvet, talan, gasptır…Feodal Üretim Tarzı’nda üç sınıf vardır. Kral artı din adamları, bir…Askerler iki, köylüler de üç…Feodal Üretim Tarzı üç sınıflı bu taban üzerine oturur. Asya Üretim Tarzında ise ikili bir sınıf yapısı var. Asya’da devlet yani sultan artı din adamları artı askerler bir sınıfı, halk diğer sınıfı oluşturur. Ak budun, kara budun…Devlet yani merkezi yönetimde ve taşra yönetimlerinde Feodal Üretim Tarzı’nda “sınıf temsilli-seçilmişler-meclisi” varken, Asya Üretim Tarzı’nda “sultan-temsilli-atanmışlar meclisi” bulunur…Osmanlı’ya geldiğimizde topraklar padişahın mülküdür. Haraç da onundur. Cumhuriyet döneminde ise örnek olarak rüşvet ve saire ile başlayabiliriz.” (Sencer Divitçioğlu Anlatıyor, Hazırlayanlar:İbrahim Ekinci-Hakan Güldağ, YKB Yayınları, 2012, s188,203).
17 Ağustos 2012, Foça