- Kategori
- Felsefe
Bir zamanın şarlatanları - Bir Fikrî Hâl - Birinci Kitap: Başka bir güneşin gölgesinde
1. Bölüm
Mutlaka ama mutlaka Kevser teyzesini ziyaret etmeliydi. Başka çaresi yoktu. Aklından çok yüreğiyle harcadığı için hiç bitmeyecekmiş sandığı güzelim lise yıllarını sonunda tüketmiş, sorumsuzluğunun sarhoşluğunda büyümeyi de unutmuş, günlerdir gelecek kaygısının bir karabasan gibi hayatına açtığı ağzını tıkayıp, kendisini boğmaya çalıştığına tanık oluyordu. Korkuyordu. Aldığı her nefeste biraz daha büyüyen, büyüdükçe de ‘şimdi ne olacak...?’ sorusuyla dillenen, bilmediği, tanımadığı, yepyeni bir korkuydu bu. Yenilesi bir korku. Ama nasıl? Nasıl yenecekti korkusunu? Bilmiyordu. Bildiği, ne yapıp yapıp içindeki sesi susturması, ‘şimdi ne olacak...?’ sorusunu cevaplaması, iliklerine kadar işleyen korkusunu yenip, huzuruna kasteden bu durumdan bir an önce kurtulması gerektiğiydi. Ama nasıl? Nasıl, nasıl, nasıl? Bilemiyordu. Bu yüzden mutlaka ama mutlaka Kevser teyzesini ziyaret etmeliydi. Son ümidi o’ydu.
Kevser teyzesi Fikret’in kaderinin gizli manzarasına kuşbakışı bakıp, Fikret’in kendi geleceğine körlüğünden göremediği yarınının sönük ışığının bugününe uzantısı renklerini ruhî gözlerinin önüne hem aklen, hem manen serebilen tek insan, usta falcıydı. Hatta Fikret Kevser teyzesinin dünyanın bütün yalanlarını dize getirebilmiş olduğuna inandığı gibi, bu uğraşısının yaşına denk hayatının yüzünde bıraktığı kırışık izlerin onu görünüşünün tersine ilâhi bir güçle donattığına da inanıyordu. Hele hele titrek ellerini, uzun bir muhabbetten sonra, içinde geleceğini ruhî gözü önüne serecek olan kahveden kıvrımların bulunduğu fincana uzatırkenki keskin ve inanç dolu bakışları, almayı sabırsızlıkla beklediği, dünyevi zorluklara ve mutluluklara denk kahveden kaderî virajların, onlara evsahipliği yapan fincan gibi, dünyaya ters, tepe takla çevrilmis olsalar da, kahvenin kokusundaki umuttan başka bir şeye bulaşmış olamayacağını müjdeliyordu Fikret‘e.
Kevser teyzesinin ‘kitab-ı fincan’ın seramik sayfalarına kahveli harflerle yazılmış mistik öyküyü hem aklına hem fantezisine hitap eder bir dile tercüme edişindeki başdöndürücü ustalığı, Fikret’in idrak gücüne küçük dilini yutturabiliyordu. O kadar inandırıcıydı. O kadar gerçekçiydi. Bir falcıdan öte kendi laboratuvarında umudun peki de bilimselleştirilebileceği konusunda ders veren bir bilgin gibiydi. Fikret ise teyzesinin hayalî yüksekokulunun ‘alem-i idrak’ adlı en büyük anfisinde oturan tek ögrencisi, anlatacaklarına zaten inanmıştı.
Aslında Kevser teyzesi Fikret’in yaşamına en yabancı insandı. Fikret belki de bu yüzden teyzesini karanlık yarınına bir göz atabilme çabalarına yardımda ‘seçilmiş’ biri olarak görmesi gerektiğine inanıyordu.
Fikret’in yaşadığı kâbusa bir an önce son vermek için evinin yolunu tuttuğu teyzesi dışarıdan görüldüğünde yıkılmaya mahkûm, eğreti, içeride göz gezdirildiğinde bütün görülmemeye değer yüksek beton yığılmalara meydan okuyabilecek güçte ananevî bir evde yaşıyordu.
Fikret teyzesinin evinin ahşap kapısına her dayanışında feyzanın şimdiye dek kimseye aralanmamış binbir karanlık kapısından birinin kendisine aralanacağını bilirmişcesine sabırsızlanır, kapı aralanır aralanmaz teyzesinin patlak kara gözlerine kilitlenir, başka bir zaman kavramının yaşanıldığı bir evrene adım atacağına inanarak içeri girerdi.
“Nasılsın Kevser teyze?” dedi Fikret. Eğilip elini öptü.
“Sen yaşıyor musun yahu?” dedi Kevser teyzesi, yüzündeki kurnaz gülümsemeye hiç mi hiç uymayan ciddi bir ses tonuyla.
Teyzesi bu soruyu her soruşunda Fikret için için gülüyor, teyzesinin onun rolünü ne güzel ve doğal oynadığına güldüğünü belli etmemeye çalışıyordu. Öyle ya, Fikret’in yaşıyor olması mı daha hayret uyandırıcı bir durumdu, yoksa ihtiyarlığı dahi ihtiyar teyzesinin mi?! “Yaşıyorum, yaşıyorum, daha ölmedim!” dedi Fikret.
“Aman ağzını ayrı aç,” dedi Kevser teyzesi “daha yaşın kaç, başın kaç?! Gel, gel, gir içeri.”
“Teşekkür ederim,” dedi Fikret.
“Hayrola,” dedi Kevser teyzesi “hangi rüzgâr attı?!”
“Bir halini hatrını sorayım dedim,” dedi Fikret.
“Hadi, hadi,” dedi Kevser teyzesi “ben seni bilmem mi?!”
Fikret ezile büzüle “Bilmez olur musun?!” dedi.
“Gel, gel, oturma odasına geçelim,” dedi Kevser teyzesi. Fikret’i bir çocuk gibi elinden tutarak oturacakları odaya yönlendirdi. “Otur, otur!”
“Teşekkür ederim,” dedi Fikret. Teyzesinin Fikret’ten oturmasını istediği koltuk, dört gözle görücü bekleyen, yine de nazlı mı nazlı, tüm dantelini ve süsünü saklamaktan, kızarıp bozarmaktan, Fikret ona yaklaştıkça ufalmaktan, hatta neredeyse kaybolmaktan geri kalmayan bir gelin adayı gibiydi. Fikret göze batmayan bir ufaklıktaki köşesine ilişiverdi; oturduğu söylenemezdi; ama yine de keyfine diyecek yoktu.
Sözlerinin melodisi bu sefer Fikret’e annesininkini hatırlatır bir sesle “Karnın aç mı?” dedi Kevser teyzesi.
“Yok, değil. Teşekkür ederim!” dedi Fikret.
Eliyle sanki iki adım ötedeki mutfağı değil, çok uzaklardaki bir yeri gösteriyormuş gibi “Öğleyin fırına börek sürdüydüm,” dedi teyzesi “bir tatsaydın?”
“Zahmet etmeyin,” dedi Fikret.
“Ne zahmeti canım,” dedi Kevser teyzesi. “Getireyim de ye.”
“Hıhım,” dedi Fikret.
Mutfağa giderken “Ailen nasıl? İyiler mi?” dedi.
Fikret Kevser teyzesinin peşisıra seslenerek “İyiler, iyiler,” dedi.
Teyzesi mutfaktan “Allah iyilik versin,” diye seslendi.
“Sağolun,” dedi Fikret.
Fikret için börek faslı aslında ziyaretinin maksadının ateş almaya gelmiş gibi görünmemesini sağlamak için lezziz bir fırsattı. Ama Fikret’in aklı kahvedeydi. Her zaman. Bunu Kevser teyzesi de biliyordu. Menemen tabağındaki böreğini yer yemez teyzesi “Kahve içer misin?” diye soracak, Fikret “Evet,” diyecek, sonrasında teyzesinin yüzünde kurnaz bir gülümsemeyle mutfağa doğru yollandığını görecekti.
Bildiği gibi oldu. Teyzesi elinde boş menemen tabağı, mutfağa yollandı. Yalnız Fikret bu sefer teyzesinin peşisıra mutfağa kaçışan çoraplarındaki yaramaz, haşare çocuklara benzeyen delikleri görünce güldü, içi ısındı ve hiçbir gelişimin bir başkasına eş olmadığını, “aynı” ya da “eş” kelimelerinin kullanışta ne kadar boş ve yüzeysel kaldığını düşündü. Kevser teyzesi hep mutfağa gider, o her gidişinde başka şeyler görürdü.
Kevser teyzesi mutfakta kahve kavanozuna kaşık atarken Fikret oturduğu koltuğun köşesinde sarhoşluğun sevap sayılması gereken türünü yaşıyor, ne kendinden geçiyor, ne de açgözlüleşip etrafına saldırıyordu. Fikret’in terazide sarhoşluğuna sebep, onu dalga dalga bir duvardan bir diğerine vuran kahve kokusu sanki üzerindeki dünyevi miskinliği, vurdumduymazlığı yok etmişti. Algıladığı kokuda umudu buluyor, kendini her kötünün önüne geçebilecek, her gamı sırtlanabilecek güçte hissediyordu. Bir yandan mutfaktan gelen sıradan sorulara cevap hazırlıyor (teyzesi hep Fikret’in derslerinin nasıl gittiğini, okulu ne zaman bitireceğini, hangi mesleğe merak saldığını öğrenmek istiyor, inatla doktor ya da mühendis olacağı günün ne zaman geleceğini soruyordu), diğer yandan kafasındaki hatırsal ansiklopedinin boş bir sayfasına kahve kokusunun aktüel, bilmem kaçıncı tanımını yazmaya çalışıyordu. Fikret’e göre kokunun en belirgin özelliği beraberinde taşıdığı rengin açık seçikliğiydi. Bu koku kahverengiydi. İkinci belirgin özelliği ise luna parkımsı tarafı, yani canını hiç sıkmayışıydı.
Fikret aklınca kahve kokusunun öylesine tenefüs ettiği havaya kattığı değeri ölçebilecek tartıyı tasarlarken teyzesinin elinde iki fincan kahve ile mutfaktan geri döndüğünü gördü ve beyninin boş sayfası yazılmışından çok güncesini kapatıp, ilgisini yine onun gözlerinde, sonra kahve fincanlarında, sonra kemikli ellerinde, sonunda da kırışık hatlarında kaybolduğu yüzünde yoğunlaştırdı.
Teyzesinin oturuşunda su ile kahvenin cilvelerine elçilik etmiş, birini diğerine istemiş ve birlikteliklerini her an taşırtacakmışcasına kaynaştıran ateşe söz geçirebilmiş olmanın tatlı yorgunluğu görünüyordu. Fikret’in elindeki fincanda ise su ile kahve sarmaş dolaş, porselenden yatağa serilivermişlerdi bile. Fikret teyzesinin pişirdiği kahvenin tadına her varışında yıllar sonra dara girmiş ikili ilişkilerde yakınarak dile getirilen ‘çok farklı insanlarız, uyuşamıyoruz ama ne yapalım...’ türünden bir tezatlık damaklıyordu. Kahvenin şekersizin de bile tatlı, tatlısında bile acı bir tat vardı.
Fikret dibindeki kahve tortusuna kadar boşalmış fincanı kendini az sonra gireceği transa hazırlayan birinin dünyevi son hareketleri gibi defalarca kafasındaki yörüngesinde döndürdükten sonra fincanaltı ile kapadı ve masanın teyzesine yakın tarafına koydu. Sanki teyzesinin fincanın içinde olup bitenleri kısık gözlerle takip etmek isteyişinden kaynaklanan konsantrasyon yoğunluğuydu odayı mistikleştiren garip sessizliğin nedeni. Teyzesi bir şeyler mırıldandı ama Fikret duyamadı. Bu yüzden de ne dediğini anlayamadı. Fincanın içindeki âlemde kullanılan bir dilin kelimelerini mırıldandığını düşündü. Ama oluşan sessizliği bir türlü merakına teslim edemediği için bir şey sormadan öylece oturdu.
“Eee, bu sefer niye?” dedi teyzesi.
“Efendim?” dedi Fikret.
“Bu sefer niye bakıyoruz?” dedi teyzesi.
“Bilmem,” dedi Fikret.
“Hadi, hadi, bilmem olur mu, vardır yine bir derdin,” dedi teyzesi. “Biri mi var yoksa?”
“Yoo,” dedi Fikret.
“Ehh, var mı yok mu, ben görürüm şimdi,” dedi teyzesi.
“Olsa söylemem mi,” dedi Fikret.
“Göreceğiz,” dedi teyzesi.
Fikret düşünce düşünce kendi derinliklerine çekilen teyzesinin gözlem gözlem peşine düştü. İzini kaybetmek, bu yüzden ona yabancılaşmak istemiyordu. Pür dikkatti. Teyzesi, gözleri önündeki fincanda, iki âlem arası yolculuğun ustası, kâh derin düşüncelerin dipsizliğinde manevîleşiyor, bedeninde bir tın yok, kâh dünyevileşiyor gibiydi; o zaman da vücudunun bütün damarlarından ilk kez kan akıyormuşcasına delikanlı canlıydı.
Kevser teyzesi fincana uzanırken takındığı kararlı tavrıyla, duruşma sonu verdiği hükmü geridönülmezleştirmek için tokmağına uzanan bir hakimi hatırlatıyordu Fikret’e. Yalnız teyzesi sanki fincanın gerçeklerinden ne gibi sonuçlar doğabileceğini kestiremeden konuşmak istemezmişcesine kekeliyordu. Aynı zamanda, gördüklerinin iyi mi kötü mü olduğunu sezdirmeyecek kadar da iyi yapıyordu işini. Fikret’in yaşadığı her an, usta bir kalemden dökülen eşsiz bir senaryo gibi, o an yazılıp o an çevriliyordu. Bir sonraki sahneyi düşünmesi ve düşlemesi mümkün değildi, çünkü ‘şimdi’ydi. Bu yüzden de Fikret kendi rolünü canlandırdığı kendi filminin yönetmeninin Kevser teyzesi olduğunu yavaş yavaş anlıyordu. Ve Fikret’in gözünde teyzesi, kendisine hayatının ‘ömür boyu’ sahnesindeki başrolünü hiçbir direktif vermeden oynattırabilen ilk ve en iyi yönetmendi. Fikret yaptığı her şeyin kaynağını kendinde buluyor, ama yaptıklarını o kaynağa düşünce olarak teyzesinin bıraktığını hissediyordu. Ama bu bir tür kişilik teslim seremonisi değildi. Hayır. Daha ziyade bir kişilik transformasyonuydu. Fikret’in teyzesini kendi kaynaklarında hissedişinin sebebi aslında kendisinin onun kaynaklarında oluşundan ileri geliyordu. Teyzesi bu yüzden Fikret’teydi: Fikret onda olduğu için. O an bir insanla ‘bir olma’nın ne anlama gelebileceğini düşündü: aynı şeylere inanmak mı? Evet, aynı gerçeklere inanmak! Hatta ortak yalanlar bulmak! Aynı şeylerle avunmak!
Teyzesi bir romanın kapağına bakar gibi baktı fincana ve bir yerinde odaklaştırdığı ilgisiyle okur gibi ilk sayfasını bu romanın, gördüklerini anlatmaya başladı. “Biri var burada ama bu sensin, kız falan değil,” dedi.
“Olsa söylemem mi Kevser teyze,” dedi Fikret.
“Bak bir odadasın,” dedi Kevser teyzesi. Gözlerini fincanın içinden odanın tavanına oradan da Fikret’inkilerine çevirdi. “Bak, bomboş bir odada”. Fikret’in gözlerinin fincana dikili olduğunu gördü. “Ne kapısı var, ne penceresi, ne sarayda, ne handa, ne de zindanda bu oda,” derken bir yükselip bir alçalan sesinin tonu, “sanki koca gökkubbeyi kendine ev bilmiş, uçsuz bucaksız ortasına bu odayı yerleştirmişsin,” derken çoktan fısıltıya dönüşmüştü. “Duvarları olmayan bir oda bu. Gözlerin olmayan kapısında. Çıkmayı istiyorsun. Kapısı, penceresi olmayan odadan çıkılır mı hiç? Ama aklın... evet, aklın aşmış her şeyi... engel tanımıyor... aklınla çıkmışsın bu odadan... vermişsin sırtını odayı çevreleyen güzelim bahçedeki çınarın gövdesine. Bak! Sanki dalga geçercesine kendini seyrediyorsun... anlıyor musun...? aklın çoktan çıkmış yola... yalnızca bedenin yerli yerinde... Şimdi, aklının peşine mi düşesin, yoksa aklının izini sürmekten vaz mı geçesin...? Bilemediğini sanıyorsun. Oysa biliyorsun: sen aklının peşine düşeceksin. Aklına varan yol ise sarp kayalıklara oyulmuş taş merdivenlere benziyor. Her yeni bir merdiven yeni bir yola çıkışın olacak yani. Seni, aklının sana şimdi uzak duraklarında, bulmayı beklediklerin değil, ummayı akıl edemediklerin bekleyecek. Sabredeceksin. Seni her seferinde yeni vardığın yerin gizli bir yerinde aklının yeni toplanmış başka bir bavulu bekleyecek. Sen her seferinde kalabalıklar içinde o gizli bavulu arayacaksın. Her yeni bir bavul açışında seni sana biraz daha yakınlaştıran yeni bir ipucu bulacaksın. Bu yol kendini bulmanla bitecek ve daha sonra yeni kendinle yolculuğun başlayacak. Her şey sana uzun bir rüyaymış gibi gelecek. Yorula yorula yükseleceksin. Ama hedefine ulaşacaksın.”
“Üniversite sınavını kazanacak mıyım yani?” dedi Fikret ayaklarının altındaki yerin yaşadığı dünyaya ait olduğunu hatırlayarak.
“Ne bileyim ben,” dedi teyzesi biraz da Fikret’in sabırsızlığını azarlar bir ses tonuyla.
Fikret çekine çekine “Gördüğn yol çok mu uzun?” dedi Fikret.
“Uzun,” dedi teyzesi “çok uzun bir yol. Uzaklara, çok uzaklara gideceksin.”
Teyzesi Fikret’e meyvesi sözlerinin kahve fincanının her bir yanına dağılmış filizleri kahve figürlerini bir bir gösterdikten sonra yaşına isyan bir hızla yerinden kalkıp, elindeki fincanı yıkamak üzere tekrar mutfağın yolunu tuttu. O an Fikret’in gözüne teyzesinin fincanı takıldı. Utandı. Şimdiye kadar teyzesinin kahve fincanına hiç ilgi göstermemiş olduğunu düşündü. Hatta hiç görmediğini bile söyleyebilirdi. Bütün ilgisi kendi fincanınaydı. Oysa kim bilir o fincanda neler neler gizliydi.
Fikret teyzesinin mutfaktan seslenişine saklanan sıradan tondan konuşacak bir şeylerinin kalmadığını anladı. Odadaki eşyalara müsaadelerini istermişcesine hafif bir boyun kırıklığıyla baktıktan ve gerekli müsaadeyi aldığına inandıktan sonra ayağa kalktı ve teyzesiyle vedalaşmak üzere mutfağa doğru yürüdü. Teyzesi ise Fikret’in gitmek istemesine şaşırmış gibi davranıp, dilinin ucuyla bir “otursaydın...?” dedikten sonra onu doğrudan çıkış kapısının önündeki ayakkabılarına doğru buyur edip, elini kaşla göz arası elinin içine koyup, nereden aldığını bilemediği bir güçle ağzına doğru itip, öptürdü. Fikret aynı hızla kendini kapının önünde buldu ve arkasını dönüp teyzesinin yüzüne bakamadan kapının kapandığını duydu.
- Arkası yakında -