Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Ağustos '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Birbirimizden ne farkımız var ki...

Birbirimizden ne farkımız var ki...
 

Kadere inanan bir insanım. Belki kader deyince ne anladığımı ve ne anlaşılması lazım geldiğini anlatan bir blog yazmam gerekebilir. Şu anda konumuz bu değil.

İnsanların, dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir ülkesinde, herhangi bir ırktan, herhangi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmelerinin, kendi inisiyatiflerinde olmadığını hepimiz biliyoruz. İşte bunu ben, kader olarak nitelendiriyorum.

Belki inanmayanlar için şans veya şanssızlık diye yorumlanabilecek bir olay… Niye Amerika’da, Afrika’da doğmadık, niye Türkiye’de Sabancı’nın veya Koç’un çocuğu olmadık da, bir işçinin, memurun çocuğu olduk? Cevabı olmayan bir soru ve sonucu asla değişmeyecek kesin bir olay.

Benim inandığım Tanrı, kulları arasında hiçbir ayırım yapmayan, dünyada onları her açıdan imtiyazsız ve eşit kabul eden bir yaratıcı olduğu için, ben de hiçbir kimseyi, ırkı, milliyeti, dili, dini ve cinsiyeti açısından diğerine üstün tutmam.

Aidiyet duygusu insanlara elbetteki gereksiz bir bağlılık ve üstünlük duygusu verir. Fakat aklı başında bir insan, bunun ölçüsünü kaçırmadan, dengeyi sağlayabilen kişidir.

Sahip olduğumuz, sevdiğimiz, benimsediğimiz her şey, bize has olması dolayısıyla gözümüze sevimli de gelse, olaylara tarafsız bakabilmek, gelişmişliğin en güzel göstergesidir.

Her anne, evlâdı için, vazgeçilmez güzelliklere ve özelliklere sahip bir varlıktır. Ama bir güzellik yarışmasında mutlaka kendi annemizin birinci olmasını -ne kadar istesek de- beklemeyiz, bekleyemeyiz.

Türk Tarih Kurumu Başkanı Sayın Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, geçen gün yaptığı açıklamalarla, belli kesimlerin tepkisini çekti. Verdiği bilgilerin içinde geçen Kürtlük, Ermenilik, Alevilik terimleri sanki aşağılayıcı bir sıfat gibi algılandı.

Bu tür kelimelere böyle anlamlar yükleyen biziz. Aslında ne kadar cahilce bir tutum değil mi? Çünkü herkes kendi mensup olduğu dini, dili, ırkı yüceltmeye, buna karşılık kendi dışındakileri de küçük görmeye meyyal. Halbuki hepimiz kendi durumumuzu şöyle bir gözden geçirmek zorunda değil miyiz?

Bin yıllar boyunca insanlık, dünyayı hallaç pamuğu gibi atmış. Geçim ihtiyacı, hayatta kalabilme arzusuyla başlayan masum istekler, güç karşısında duramayanları gördükçe bir çığ gibi önüne geleni yerle bir etmiş.

Tarih dediğimiz zaman ne yazık ki aklımıza bitip tükenmek bilmeyen savaşlar gelir. Bu yüzden çoğumuz tarihi sevmeyiz. Belki bu sebeple gerçekleri de öğrenemeyiz. Gerçi tarihin ne kadar gerçek olduğu konusunda benim şüphelerim var.

Sadece güçlünün kazandığı savaşlarla, haklı olanların ezildiği ve hatta ortadan kaldırıldığı düşünülürse, yazılan tarihlerde ezilenlerin haklı öyküsünü bulacağımızı ümit etmek gibi bir saflığa düşemeyiz herhalde.

Benim kökleri geçmişe doğru uzanan bir soyağacım yok. Köyümüzde dedemin mezarı var sadece. Daha ötesi bence meçhul. İnsan hayatı, dünyada yaşadığı süreçle ve bu süreç içinde yaptığı iyi ve faydalı işlerle değerlendirilmelidir diye düşünüyorum.

Geçmişimizin yaptığı iyi işlerin, elbette bizim için manevi bir övünç kaynağı olsa da, bugüne zerre kadar bir faydası ve katkısı olmadığını, ayı mantıkla, yaşanan tatsız olayların da bizi bağlamayacağını bilmeliyiz.

Herkesin kendinden sorumlu olması kuralı, hem hukuki, hem dini bir gerçektir. Aksi bir durum, bireyleri ve toplumu zaten içinden çıkılmaz bir kaosa sürüklerdi.

Bütün bunları üst üste topladığımızda, bir ırkın, bir milletin mensuplarını, ne yüceltmek, ne de aşağılamak mümkündür. Geri kalmış toplumlarda biraz da abartılı olarak ön plana çıkan bu tür değerlendirmeler, bilimsel düşünceden uzak olduğu gibi, realist bir anlam da ifade etmezler.

İlkokulda sınıfımıza yeni bir arkadaş gelmişti. PTT müdürlüğüne tayin olan doğulu bir vatandaşın oğlu. Adı Nedret’ti. Hatta bir alt sınıfa devam eden bir de kardeşi vardı: Necdet…

O zamanlar şimdiki gibi aleniyet kazanmış bir ayırımcılık veya düşmanlık yok. Ancak belki de kökü taa o günlere dayanan bir ihmalimiz ve boşvermişliğimiz var. Nerden duyulmuş, kulaklara nerden yerleşmişse, oyunlarımız sırasında bu iki arkadaşımızı kızdırmak için, “kuyruklu Kürt” tabiri kullanılırdı.

Samimi olarak belirtmem gerekirse, arkadaşlarımı kırıcı hiçbir söz sarfetmeme konusunda şartlanmışlık derecesinde saf ve iyi niyetli olduğum için, bu ifadeleri asla kullanmadığımı çok iyi biliyorum.

Daha sonraki zamanlarda bunun ne kadar gereksiz bir şaka veya çocukça bir söylem olduğunu da çok düşünmüşümdür. Gayri müslim hiçbir arkadaşım olmadı. Olmasını çok isterdim. Bu bağlamda Rumlar veya Ermenilerle ilgili bir takıntım da yok.

İnsanları sadece insani özellikleriyle değerlendirmeden yanayım. Yabancılara olan hayranlığım, onların saf ve temiz olmalarından kaynaklanır.

İçinde kötülük, kıskançlık duyguları besleyen, başkalarına çelme takmak için fırsat kollayan, bir biçimde kendi menfaatini sağlamaya yönelik yapması gereken her melaneti göze alan insanların, Türk olması, müslüman olması, Alman olması, benim için hiç de önemli değil.

Yazımın en başında inançlı biri olduğumu söylediğimi hatırlıyorsunuz. Bazıları bunu otomatik olarak “ayırımcı bir nitelik” kabul edebilirler. Maalesef kendini inançlı zanneden, ama ayırımcı davranan insanlara toplumumuzda, hatta her toplumda rastlanmaktadır.

Fakat benim inancım ve kanaatim odur ki, Allah bütün insanları bir erkekle bir dişiden yaratmıştır. Yani hepimiz aynı kökten geliyoruz. Farklı ırklarda yaratılışımız, farklı dilleri konuşmamız, kendi aramızda birbirimize üstünlük sağlamak için değil, tam tersine birbirimizle tanışıp, kaynaşıp, birbirimizle kültür ve medeniyet alışverişinde bulunmamız içindir.

Allah bütün insanlara, insanca yaşamalarını sağlayacak bir kılavuz olarak dini vermiştir. Dini uygulamamız veya uygulamamamız, hepimizin ortak vasfı olan insan olma özelliğimizi bizim açımızdan etkilemez. Biz kimseyi yukarıda veya aşağıda görmek, kendi yaptığımız değerlendirmeyle birilerini yargılamak durumunda değiliz.

Allah katında insanların değerini takdir edecek olan, yine Allah’tır. Koyduğu ölçülerin değerlendirmesini yapacak olan da, yine O’dur. Ancak hepimiz biliyoruz ki, dinin temel özelliği, insana, insanlar ve toplum için faydalı olan şeyleri yapmayı, zararlı olanları da yapmamayı öğütlemek ve tavsiye etmektir.

Gerisi kişinin kendisine kalmıştır. Bunun cezasını veya mükâfatını verecek olan Allah’tır.

Bütün bu bilgiler ışığında Türklüğün, Kürtlüğün, Ermeniliğin, Aleviliğin, Türkmenliğin, elbetteki yahudiliğin, hıristiyanlığın ve müslümanlığın, hatta putperestliğin ve ateistliğin birbirine karşı dengesini bozacak bir kararı vermeye yetkili merci, biz değiliz.

Hepimiz elimizden geldiğince, inancımız gereği –ki bu din inancı da olabilir, medeniyet, çağdaşlık ve insanlık bilinci de olabilir– iyi bir insan olma gayreti içinde olacağız ve olmalıyız. Maddi hatalarımızı, yanlışlarımızı, suçlarımızı kanunlar önleyecek veya cezalandıracaktır.

Manevi kazancımızın yeri ve zamanı ise –elbetteki inananlar için- öbür âlemdir.

O yüzden herkes aklını başını almalı ve kimse kendisini aslâ Tanrı yerine koymamalıdır.

 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..