- Kategori
- Deneme
Bitmeyen yazı

Havamız bulutlu. Sağnak yağışlar gelmez inşallah. (Sabahattin Gencal)
Sessizlik. Sadece sabahın sessizliği içimde. Sessizlik kulaklarımda değil yüreğimde.
Bir kuş sesi duydum. Cık… Parmaklarım klavye üzerindeyken kulağım kuş sesinde. Bir cık daha.
Saat 07:05, biraz sonra kuş sesleri çoğalır.
Perdenin ketenini kaldırıyorum Bir karga uçuyor. Çatılar ıslak gibi, bahçe koyu yeşillik içinde. Dün böyle miydi bahçe? Aynı ağaçlar, aynı çiçekler; değişik saatlerde değişik renkler…
Renkler ve sesler dünyasını yazmak için vakit henüz erken.
Hele bir güneş doğsun, koyuluklar, mahmurluklar açılacak, bahçemiz renklerle dolacak. Ne diyorum ben. Bahçe zaten bir çok çiçekle donanmış, bin bir renkle boyanmış durumdadır. Demek istediğim güneş ışıkları bahçeyi okşayacak, gözlerimiz açılacak, yani daha iyi göreceğiz.
Işık olmadan renk de olmuyor. Yanlış mı dedim? Renkler görünmüyor mu, olmuyor mu?
Diyelim ki ışık yağmurları düşüyor; ama göz yoksa?
Ben böyle yazmayı düşünmemiştim; ama yazdım bir kere. Onun için böyle devam etmeliyim.
“Bir arı ilk olarak hangi bitki türünden polen almaya başlamış ise yükünü tamamlayıncaya kadar sadece o bitki türünün çiçeklerini dolaşır.” Hep arı gibi çalışmayı tavsiye eden biri olarak başka türlüsünü yapamam.
Güneşin o hüzme hüzme gelen ışıklarını göremiyorum. Ah bulutlar. Bugün bana altın sarısı ışıkları göstermeyen bulutlar. –ler ekini kullanmamalıyım. Bulutlar yok. Tek bulut var sanki Yani parçasız bulutlu hava.
Bulutlara sitem etmeye de, ah etmeye de hakkım yok. Sormazlar mı adama dün nerdeydiniz?
Dün güneş vardı; Soğuk da vardı. Soğuk beni bırakmadı dışarı çıkmaya. Pek de iyi olmayan fotoğraf makinemi alıp çıkacaktım. –cek, -caklı ifadeleri de sevmem ya …
Tüfek icat oldu mertlik bozuldu. Kamera icat oldu … Valla tasvir etme, gözlem yapma alışkanlığının bozulduğunu yazacaktım. Aklıma, nasılsa başka şeyler geldi. “Kamera icat oldu ahlâk bozuldu.”diye yazmak geçti içimden. Her nesnenin iyi kötü, güzel çirkin boyutları oluyor. Kameranın kötü yanlarını anlatmayı bırakarak konumuza dönelim.
Konumuza dönelim dedim, konumuz yok ki. Adaaam, kameraların kötülüğünü anlatmayalım da ne anlatırsak anlatalım. Abarttığımı mı düşünüyorsunuz. Biraz önce maillere bakmıştım. Bir mail grubundan gelen mailde bir haber: Bazı kızlar kalçalarına bir çeşit kamera takıyorlar, biraz da şeffaf giyiyorlar. Ve de arkalarından bakanları tespit ediveriyorlar. Bunlar kamera şakası mı?
Güneşi görene dek böyle şundan bundan yazarak oyalanmayı, güneş doğunca da bahçeyi tasvir etmeyi düşünüyordum. Düşündüğümle kaldım. Anlaşılan güneşi göremeyeceğiz. Yağmur damlaları camda şimdi. Damlaların cama vurduğunu duymadım hiç. Tabii, duyamaz insan. Aklımız kameraya takılmıştı. Öyle aklı sağa sola takılanların kulakları da duymaz.
Bakın, kelimeler nereye götürüyor bizi. Girişte, farkında olmadan bir sanatçı gibi sessizliği dinlemek, ışıkların altın huzmelerini görmek gibi ifadeleri yazmaya teşebbüs ettik. Sonuçta “Aklımız gereksiz şeylere kayarsa, bilinçsizce sağın solun peşine düşersek gözlerimiz de, kulaklarımız da işlevlerini kaybeder.”yargısına vardık. Gözsüz, kulaksız bir sanatçı düşünebilir misiniz? Bana kör, sağır ve dilsiz olmasına rağmen adını dünyaya duyuran Helen Keller’i ve sayılı birkaç engelli sanatçıyı hatırlatmayın. Onlar istisnadır. İstisnalar hariç diyerek vardığımız sonucu tekrarlayalım: Bakmasını, görmesini; dinlemesini, işitmesini öğrenmeliyiz. Bu sayfalardan öğrenemeyiz bu hasletleri. Doğanın, insanların içinden ayrılmadan; ama kendimizle baş başa kalmayı öğrenebildiğimiz an daha bir çok şey de öğrenebileceğiz…
Bu göz benim gözüm olmalı, bu kulak da benim. Vay be, böyle gelişi güzel yazarken ne sonuca vardık. Asıl yazı bundan sonra başlamalıydı. Başkalarının gözü ile değil kendi gözünüzle bakın çevrenize, kendi kulaklarınızla dinleyin, hissedin. Ondan sonra da hiç olmazsa bu yazıyı tamamlayıverin.
Sabahattin Gencal, başiskele – Kocaeli, 18. 04. 2011