İki yıl önce Antrepo 3'de izlediğim serginin Ankara'da gösterime gireceğini duyunca hüzünlü bir sevinç duydum. Kentpark Alışveriş Merkezi 'ndeymiş. İstanbul'daki adı " Ölü Vücutlar " diye olunca içimden hiç gitmek gelmemişti de en son uzatmalarda dayanamayıp gitmiştim, meraktan. İyi de etmişim. Oradaki vücutlar, doktorların anatomistlerin hünerli ellerinde birer estetik nesneye dönüştürülmüş. Aynı zamanda eğitim materyali kuşkusuz. Sergiyi gezerken kendime ve sevdiklerime daha özen göstereceğime ve sigarayı bırakmaya karar vermiştim. Uzun süre etkisinde kaldım bu serginin. Şöyle böyle değil, derin bir etkiydi. Derin ve gizemli. Henüz geçmedi. Gidin, görün ve düşünün derim. Oysa Ankara'da -aynı sergi sanırım - " Orijinal Vücut Dünyası " sergisi adıyla gösterime sunulmuş. Yabancı dilde de ölü filan yok adında. Body Worlds demişler. Vücut Dünyaları mı diyeceğiz? Yine de en uygun ismi vermişler bu ikinci sergide. Sergi izlenimlerimi yazmıştım. Burada tekrar onu bulacaksınız, yapıştırabilirsem. Yapıştıramazsam lütfen en alttaki linki tıklayınız.
O sergiden sonra serginin yaratıcısı doktorla ilgili bir haber okumuştum. Yanılmıyorsam sekiz yıl kadar daha çalışabileceğini çünkü Parkinson gibi bir hastalığı olacağını öğrenmiş. Bu bana çok hüzünlü geldi. Sekiz yıla kadar bir çare bulunamayacak mı acaba Parkinson'a? Oysa zaman zaman popüler haberlerde uçuşuyor umutlar. İleri ülkelerde, maddi koşulları da elverişli ise insanlar gen analiziyle başlarına gelebilecek genetik hastalıkları öğrenme şansına sahipler. Olan bu yani bizde olmayan. Yine de bir hastanede mikrop kapmak ya da bir kene tarafından ısırılmak bunun dışında kalıyor kuşkusuz. Dün akşam bir tv kanalında tıp fakültesindeki eğitim sözüm ona tartışılırken, hep çıtayı yükseltmekten çok acaba nasıl indiririze odaklı yaklaşımlar asla o özendiğimiz bilimselliği yakalayamayacağımızı da bana gösterdi. Ne gerek varmış efendim aile hekimi olacak doktorun onca bilgiyi öğrenmesine...Olay bitmiştir. Yeni eğilimler bilimsele karşıt ne varsa destekliyor. Yazık oldu bize... Bu da çok hüzünlü değil mi?
Ölümsüzlük, ne kadar saklasak da kişilerin tüm sanatsal etkinliklerinde, arayışlarının altında yatan bu bilinçaltı itkisi değil midir? Ne yazık ki bedenle birlikte ruhu sonsuza kadar birlikte tutacak bir şey yok şimdilerde. Gılgamış Destanı bu anlamda ibret verici bir anlatıdır. ' Mısırlılar bile aramış bunu, ölümsüzlüğü. Bedenler mumyalı kalmış ama ruh nerede? Yine de sanatçılar, edebiyatçılar ve bilim insanları yaptıklarıyla, eserleriyle ben yaşadım diye haykırıyorlar. Kimi duyulacak, ünlenecek, kimi de daha ortaya çıkmadan ölü doğmuş ceninler gibi, bir kenarda unutulacak. Ben yaşadım. Ben çalıştım. Dünyadan böyle bir insan da geldi geçti adı şu olan. Şunları şunları çektim, şunlar şunlar için savaştım. Öldükten sonra onca savaşımın , mücadelenin ne anlamı var ki diye sorabiliriz ama var. Herkes günümüzde bu coğrafyada yaşanan rehavete kapılsaydı, dünya tarih öncesi devirlerden bir adım ilerleyemezdi. İnsanlık bu duruma geldiyse, çalışıp çabalayan bir şeyler bırakmaya uğraşan erdemli ve cesur insanların sayesindedir.
Kuşkusuz , iyiliklerin yanında kötülükler de gelişti. Kötülüğü, savaşı, aç gözlülüğü yaşam gayesi yapan, tüm zekasını kötü yolda harcayan haris insanlar da var ama sonuçta hepsinin, hepimizin gideceği yer aynı. İşte bu sevindirici, umut verici. Bir Hitler veya bunun izinden giden narsistlerin iktidarda sonsuza kadar oturduğunu düşünmek bile, hayatın sonlu olmasının yüceliğini daha iyi sergiliyor sanırım.
Crom kullandığımdan bir türlü yazdığım SERGİ GÖZLENİMLERİM bloğunu kopyalayamıyorum. Bunu başaran varsa açıklarsa sevinirim. Sergi gözlenimlerim aşağıda.
EMEL DİNSEVEN 2012 Eylül 28