Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Kasım '21

 
Kategori
Felsefe
 

Bunalıyordum…

 

Bunalıyordum… Kişisel tarihimi, bugünümü, çevremi, hayat standardımı düşündüğümde bunalmak için geçerli bir nedenim yoktu. Derin açmazların, girdapların, altında tükeneceğim acıların, açlığın, çaresizliğin, kapkaranlığın hep uzağında kalabilmiştim. Çok şanslıydım. Hayat bana gülen yüzünde cömert; ağlayan yüzünde cimriydi. Bunun ayırdına varalı epey olmuştu, ama, boğuluyordum.  

Sıklıkla zihnimin beyaz perdesine Melekler Şehri filminde aşk uğruna tereddüt etmeden melekten faniye dönen, akabinde aşk’ını kaybeden ve fakat nefes almanın, hissetmenin, yaşamanın güzelliğinin/ayrıcalığının farkına varan Nicolas Cage’i getirmeye çalışıyordum. Cinayetler, savaşlar, katliamlar, soykırımlar, aç doğup aç yaşayıp aç ölenler zihnimdeki perdeyi kapladığından Nicolas Cage’in o insana heyecan veren görüntüsü, uzun metrajlı filmin arasına yanlışlıkla montajlanmış konuyla alakasız ve hatta sinir bozucu kareler gibi duruyordu.  

Varlığım ya da yokluğum gezegenin kaidelerinde veya hayatın akışında değişikliğe neden olmayacaktı. Bunu biliyordum. Yine de gezegeni sırtlanmışım gibi hissediyordum. Gezegense, bildiğini okumaya devam ediyordu ve edecekti de. Aslında haksız da sayılmazdı; kurulduğundan bu yana 110 milyara yakın insanı ağırlamış olan, hali hazırda, 7 milyar civarında insana ev sahipliği eden ve daha kaç insanı konuk edeceği bilinmeyen dünya hangimizi dinleyebilir, hangi sese kulak verirdi ki? Hadi ses verdi; ‘Sen yanlış gelmiş ya da yanlış anlamışsın; burası dünya, cennet değil!’ dese, söyleyebilecek ikinci bir sözüm olabilir miydi?   

Dertsiz insanın bela aramasıydı benimkisi.  Küçücük mutlulukların bile kıymetini bilir, yüzünden tebessümü eksik etmez ve etrafına pozitif enerji yaymaktan bıkmaz iken; nemrut suratlı sıfırcı hoca konumuna düşmüştüm. Zihnimde dönüp duran ve durmaksızın başa saran film, yediğim lokmayı, içtiğim rakıyı, dinlediğim müziği, okuduğum kitabı, eşimi, çocuklarımı, anamı, babamı, kardeşimi, sevdiklerimi, hasılı, aldığım nefesi hiç ediyordu.  Can Yücel ‘Ömür dediğin üç gündür/Dün geldi geçti yarın meçhuldür/O halde ömür dediğin bir gündür, o da bugündür’ diyor ya hani.. İşte ben o günü heba ediyor ve heba etmekten vazgeçmiyordum.

Onca haksızlığın, adaletsizliğin, yalan dolanın, kanın, gözyaşının, ayrımcılığın, tahammülsüzlüğün, sömürünün ortasında, yanmış yıkılmış viraneye dönmüş her tarafı cesetlerle kaplı koca bir şehir meydanın ortasına çilingir sofrası kurmak gibi tuhaf gelmeye başlamıştı bana mutlu olmak ve öyle kalmak. Ölmeden ölüyordum. Kesin arızalıydım.

Güzellik yarışmasının final anında üç dileği sorulan finalistin ‘Savaşlar olmasın, açlık son bulsun, hakça bir yaşam’ demesinden farkı yoktu gönülden istediğim şeyin. Siyasiler de benzer vaatlerle oy istiyordu. Ülkelerin silahlanması da, aslında, barış içindi. Bireyler kendilerini korumak için silah ediniyorlardı. Onca vakıf, kurum yoksullara yardım için vardı. Dinen zekat farz olduğuna göre birilerinin yaşayacağı sefalet de öngörülmüştü. Adalete güvenmeyen için ilahi adalet müessesesi vardı ve tecrübeler, bu mekanizmanın fena işlemediğinin kanıtıydı.

İsteklerim, beklentilerim, hayallerim bana kadar değildi. Üstelik cümle alem aynı şeyleri istiyordu. Hatta yüzyıllar boyu da, muhtemelen, aynı şeyler dilenmişti. Adam gibi yaşamak, doğru düzgün hayat sürmek herkesin hakkıydı. Buna itirazı olan da çıkmamıştı. Gel gelelim, olan biten aksini bangır bangır bağırıyordu. Bu sesi duymamak ya da duymazdan gelip yaşamalı, mutlu-mesut, güle oynaya yaşamalıydı. Körler arasında tek gören değildim ya.     

Hem zaten insanlar ölürdü; ama kazadan ama hastalıktan. Ama doğduktan hemen sonra, ama genç bir fidanken ya da yaşlılıkta.  Ama savaştan, ama açlıktan. Bunu kabul edebilir           

28/09/2013

[yazı yarım kalmış]    

 
Toplam blog
: 25
: 201
Kayıt tarihi
: 28.01.13
 
 

'olan biten her şey başka türlü olması mümkün olmadığı için öyle olmuştur'.. ..