Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Ağustos '08

 
Kategori
Siyaset
 

Bürokratik postmodernleşme ve Türkiye

Bürokratik postmodernleşme ve Türkiye
 

BÜROKRATİK POSTMODERNLEŞME VE TÜRKİYE

Turgut şahin

X1X.yüzyıl;Türk tarihinin gelmiş geçmiş en büyük siyasal yapılarından birisi, belki de teki olan Osmanlı imparatorluğunun gerileme ve çöküş sürecine girdiğinin artık Osmanlı yönetici ve aydınlarınca da kabul edilerek, çöküşe dur demek için Osmanlı coğrafyasının politik ve toplumsal haritasına uygun akla gelebilecek bütün siyasi ve ideolojik alternatiflerin denendiği, ama aşağıda analizini yapmaya çalışacağımız üst yönetimde meydana gelen ideolojik/kültürel yarılmadan dolayı kurtarılamadığı en uzun yüzyıllardan birisi oldu.

Batı kültür ve medeniyetini temsil eden egemen devletlerin siyasi ve askeri saldırıları; toprak kaybına uğrayan ve siyasi bir krize giren imparatorluğun üst yönetim kadrosunda (Osmanlı saray bürokrasisinde) bu saldırılara cevap konusunda farklı fikri ve politik oluşumların ortaya çıkmasına sebep oldu. Osmanlı devleti yöneticileri bütün tarihi boyunca “kavgalı” oldukları batı toplumlarında meydana gelen büyük kültürel değişimin ve bu değişime paralel olarak kendini yeniden üreten bilim ve tekniğin politik ve askeri organizasyonunun saldırılarıyla karşılaşınca batının eski düşman olmadığını anlayacak, bütün Osmanlı aydınları bu ilk yenilgiler karşısında ilk önce bocalayacaklar, daha sonra ise batı düşüncesinde meydana gelen dönüşümün “tarihi”, ”toplumsal” “ideolojik”sebeplerini anlamak ve kültürel kodlarını çözmek yerine sonuçlarını taklide karar vereceklerdi. Böylece Türk tarihinde “batıyı yenmek” için “batılı olmak” serüveni Osmanlı aydın ve bürokratlarını kısaca söyleyecek olursak ikiye bölecekti.

Bu ayrışmalardan birisi; Osmanlı imparatorluğunun dayandığı çok kültürlü ve çeşitli etnik gruplardan oluşan imparatorluk modelini göz önünde tutarak yenilgilere karşı “meydan okuma” tarzını; Osmanlı toplumunun korunması ve müstakbel gelişimi için gerekli bulunan Osmanlı ideallerinin yeniden ve üstün bir sentezini yapmak böylece Osmanlı toplumunun sosyal, ekonomik, kültürel yapısını yeniden tanzim etmek ve eski haşmetine kavuşturmak isteyen; ama bunun nasıl yapılacağı konusunda ellerinde ciddi programları bulunmayan “restorasyoncu Osmanlılar”, ikincisi; 1826’da Halil Rifat Paşanın Rusya dönüşü söylediği gibi “Bir an önce Avrupa’yı taklit etmezsek bizim için yaşama imkanı yoktur” diyen “reformist Batıcılar”.

İmparatorluğun içinde bulunduğu siyasi , toplumsal ve ekonomik krizi aşmak için geliştirilen bu tezler; dış müdahaleler ve toplumsal yapının beslediği etkin iç dinamikler tarafından şekillendirildiği için duruma çare olmaktan daha çok Osmanlı üst yönetiminde gerilimi artırarak çöküşü hızlandırdı. Böylece Osmanlı imparatorluğu tarihinde ilk defa olarak bürokrasinin homojen yapısı batının siyasi askeri ve teknolojik saldırıları karşısında “çare arayışından sistem tercihine doğru” hızla sürüklenerek parçalanmaya başladı

Bu ikiliğin iç ve dış konjonktürel şartların uygunsuzluğu yüzünden birbirini kökten tasfiye etme gücüne erişemeden, devlet yönetiminde bürokrasinin iki ayrı kutbu olarak yerleşip kaldığını söyleyebiliriz. Çünkü bu iki ayrı eklemlenme tarzının yenilgilere karşı koyma ve vaziyet alma biçimi farklı olsa da devleti yönetme tarzları, özellikle Fatih sultan Mehmet tarafından temellendirilen biçimi; reformist padişah sultan II.Mahmut tarafından da korundu. Otoriter ve merkeziyetçi ”bir devlet modeli içinde reform ve yenilikler yapılmaya çalışıldı. Restorasyoncu Osmanlılar ile reformist batıcılar arasındaki farklılık bugünün moda deyimiyle yönetme tarzı /mantığında değil ”söylemde” idi. Başka bir deyişle, bu iki ayrı meydan okuma tarzı; eski ve yeni (canlandırılacak veya adaptasyonu sağlanacak)organizasyon biçimlerini farklı söylemlerle devletin otoriter ve merkeziyetçi yapısına entegre etmeye çalıştı. Bu klasik Osmanlı devlet anlayışının daha sonra ittihat ve terakki iktidarı ile bürokratik bir alışkanlık haline geldiğini söyleyebiliriz.

Böylece Osmanlı devlet yönetiminde Tanzimat fermanıyla birlikte başlayan bürokratik iktidar ve yönetim geleneği, giderek aynı yönetim mantığına sahip ancak restorasyoncu ve reformist meydan okuma ve sistem anlayışı bakımından ikiye ayrılmış ve konjonktür gereği birbirini tasfiye etme gücüne toplumsal, siyasal, ekonomik ve dinsel nedenlerden dolayı bir türlü erişememiş bu iki ayrı sistem ve kurtuluş modeli o günlerden bugünlere kadar çeşitli slogan ve ideolojik temellendirmelerle birlikte gelmiş bulunmaktadır.

Osmanlı batı karşılaşmasının, Osmanlı bürokrasisinde devleti bu düşüş ve gerileyişten kurtarmak, eski gücüne yeniden kavuşturmak için ilk önce “çare” aramayla başlayan tedbirlerin daha sonra giderek örnekleri batılı gelişmiş devletlerde (İngiltere ve Fransa gibi) aranan bir sistem tercihine doğru değişim geçirdiğini biliyoruz. Bu nedenlerden dolayıdır ki Bu devrin en önemli özelliği, yönetici ve bir kısım aydının Osmanlı imparatorluğunun devamı için ne olursa olsun “batıya bağlanmak” eğilimidir. Bu insanlar Batının diplomatik, askeri kültürel ve ekonomik desteği temin edilmedikçe imparatorluğun devamına imkan bulunmadığı ve bir himayenin temini için her türlü fedakarlığa katlanmak gereğine inanıyorlardı. Ancak bunlarda kendi aralarında homojen bir yapıya sahip değildiler. Kimine göre hami İngiliz imparatorluğu, kimi bürokrat ve aydınlara göre ise Fransa ya da Almanya olmalıydı.

O günkü konjonktürel şartlarda bu misyonu üstlenebilecek tek sınıf, sivil ve askeri bürokrasiydi. Tanzimat fermanıyla başlayan bürokratik yönetim aynı zamanda değişim ve dönüşümü sağlayabilecek tek güçtü. Her ne kadar bürokrasi içinde batıya karşı galebe çalmanın tarzı yukarıda belirttiğimiz gibi bir konsensüse dayanmıyor, klasik Osmanlı dönemine ait eski ve yeni diyebileceğimiz farklı organizasyon biçimlerinin canlandırılması ya da batılı örneklerine adaptasyonu konusunda “açık-gizli” içten bir muhalefet devam ediyordu ise de, Osmanlı saray bürokrasisinin genel eğiliminin “Batılı kurumların” adaptasyonu doğrultusunda olduğuna şüphe yoktur.

Bunu batının geliştirdiği ve yavaş yavaş çevresini etkilemeye başlayan organizasyon biçimlerinin Osmanlı aydınlarınca telaffuz edilmesinde görebiliriz. Osmanlı aydınları batının geliştirdiği kurumların sistem içerisinde karşılıklarını arıyor, hali hazır sistemi, batılı manada yorumlayıp dönüştürmek isterken, onu İslami bir meşruiyete sahip kılmaya da çalışıyorlardı.

Netice olarak; Osmanlı devlet sisteminin yavaş yavaş dönüşüme uğratılarak, batılı anlamda yeniden kurulmaya çalışıldığını söyleyebiliriz. Yani restorasyoncu mantığa karşı batıcı kurtuluş modelleri galebe çalmış sultan II. Mahmut’un batılı kurumları tercih eden iktidar tahakkümüyle yapılan reformlar sarayın gücünü de arkasına alarak belli bir güvenliğe kavuşmuştu. Bundan böyle Osmanlıda değişim ve dönüşümün yönü belli olmuş, “artık batılılaşmaya karar vermiştik” O yıllarda “Batıya açılmak” ya da “batılı olmak” demek H.Aslan’ın ifadesiyle, ”pozitivizme açılmak” demek “Pozitivist” olmak demekti. Pozitivist olmak demek gelenekten kopmak, yeni bambaşka bir geleneğe geçmek demekti.. ”Batıya açıldığımız tarihten bu tarafa Türkiye’de devam eden entelektüel sürece baktığımızda, toplumu yönetenler kendi toplumundan devraldıkları geleneğe pozitivist bilim ideolojisiyle karşı çıktılar. ”Yani kısaca Pozitivizme (o günkü batı kültürünün Türkiye’yi kurtaracağına) inandığımız oranda gelenekten koptuk, gelenekten koptuğumuz oranda “algı kalıbı” değişikliği kat sayımız yükseldi ve yükseldiği oranda da batılı değerler kurtuluşumuz için vaz geçemeyeceğimiz ele geçirilmesi gereken hedeflerimiz haline geldi. İşte Tanzimat’la birlikte batı kültürü tarafından şekillendirilmesine karar verilen Osmanlı sisteminde artık klasik Osmanlı geleneğine inanan entelektüel ve bürokrata yer yoktu. Konjonktür gereği bu klasik gelenek birden reddedilmediyse bile yavaş yavaş Osmanlı yönetim sisteminden tasfiye edilmeye çalışıldı. Kısaca Osmanlı devlet sistemi saray tarafından biçilen misyona uygun olarak modernleşiyordu.Modernleştirme çabalarıyla eş zamanlı olarak Özellikle II.Abdülhamit döneminde klasik Osmanlı medreselerinin karşısına batı kültürünü ve yaşam tarzını tembihleyen modern okullar açılıyor, yeni dönemde devleti yönetecek, sivil ve askeri bürokrasi ile birlikte devlet tarafından korunan ve özel desteğe sahip “pozitivist” bir aydın sınıfı yetiştiriliyordu. Daha sonraları bu çalışmalara İttihat ve Terakki partisinin gayretleriyle başlayan ve cumhuriyet idarelerinin de hedef olarak ortaya koyduğu yerli ve milli bir burjuva sınıfı oluşturma gayretleri de eklenecekti. Osmanlı yönetiminin bu çalışmalar da oldukça başarılı olduğu söylenebilir. Bütün bu çalışmalar batı tarzı yönetim anlayışını ve bunun sonucunda ortaya çıkacak sistem modelini Osmanlı topraklarında gerçekleştirmeye yönelikti. Modernleşme çabalarının Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasıyla birlikte kesinleştiğini ve bizim siyasi ve sosyal gerçeğimiz haline geldiğini söyleyebiliriz.

Cumhuriyeti kuranlar; Osmanlının bazı kurumlarını tasfiye edip bazı kurumlarını ise yeniden düzenlediler. Ancak kendi kurdukları sistemi devam ettirebilmek için Osmanlıdan kalma bürokratik yapının tamamen değiştirilmesi gerektiğine inanıyorlardı.. İlgilendiğimiz konu ile ilgili olarak bir örnek vermek gerekirse Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında Osmanlı’dan arta kalan sivil bürokrasi yeni sisteme alınmak istenmemiş, 1 Ekim 1922 de çıkarılan bir yasa ile birlikte yeni devletin bütün memurları işsiz bırakılmıştı.. Bunun sebebi bunların çoğu 1909-1918 döneminde ittihat terakki liderlerinin de gerici ve faydasız diye addettiği ve olabildiğince görevden aldığı memurlardı. Ancak bu bürokratların bir kısmı daha sonraları bir yolunu bularak bürokrasiye dönmeyi başarmışlardı. Mustafa Kemal Atatürk Daha 1917 yılından itibaren Osmanlı sivil bürokrasisinden şikayet etmeye başlamış” bunların milli bir duruşa sahip olmadıklarını bundan dolayı da tasfiye edilmeleri gerektiğine karar vermişti. Bunun içinde yukarıda bahsedilen yasayı çıkarttı. Bu yasayla hem devletin ikili bürokratik yapısını teke indirecek hem de çok fazla güvenmediği sivil bürokraside milli duruşa sahip olmayan Osmanlı kalıntısı bürokratları tasfiye edecekti. Sivil bürokrasinin bu duruşunu çok iyi bildiği için “Kurtuluş savaşının başlangıç aşamalarında İstanbul hükümetini sivil bürokratların sadece ulusal çabalara ilgisiz kalmadıklarını, daha da kötüsü bu çabalara zarar verdikleri konusunda sürekli uyarıyordu. İstanbul hükümetinden sadece ulusal gayeyi destekleyecek kamu görevlilerinin Anadolu’daki görevlere atanmasını istiyordu. Bekleneceği gibi söz konusu kişilerin ”milliyetçi ve onurlu” kişiler olmaları konusunda ısrar ediyordu”.

Yukarıda da belirttiğimiz üzere bürokrasideki bu ikilik Tanzimat’la birlikte başlamış, gerilemeye çare olarak bürokratik vaziyet alış; restorasyoncu Osmanlılar ve reformcu batıcılar olarak ortaya çıkmıştı. Konjonktür olarak klasik Osmanlı sisteminin yeniden yapılandırılmasını isteyenler saray tarafından ikinci plana itilirken, Reformist batıcılar Padişahın desteğiyle Osmanlı gerileyişine çare olarak Tanzimat fermanını ilan edip bir dizi reformla işe başladılar. Bu ıslahat hareketleri bilindiği üzere daha sonra da devam etti. Ancak o günkü siyasi konjonktür gereği çare arayışı Osmanlıcılıktan, İslamcılığa, oradan da Türkçülüğe kadar çeşitli kurtuluş modelleri Osmanlı devletinin gerileyişini ve bu gerilemeden dolayı ortaya çıkan sürekli toprak kaybını önlemek için denendi. Tabi bu siyasi ve ideolojik projeler gündemde iken Osmanlı bürokrasisi de her defasında bir öncekini kısmen tasfiye ederek kurtuluş modellerini hayata hakim kılmak istediler. İşte en sonunda batıcılıkla birlikte bu dört akım, bu akımları dizayn eden dört tür bürokratik kanaatle birlikte Osmanlı sistemi içerisinde biri diğerini tamamen tasfiye edemeden kaldılar. Bürokrasiden destek bulan bu siyasi ve ideolojik projeler kendilerini destekleyen iktidarlar buldukça taraftarlarıyla birlikte yeniden canlanıp iktidar olma çabasına girdiler.

İşte Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyeti ilanında bu siyasi ideolojiler kendilerine inanan bürokratik ekiplerle birlikte meclisin hem içinde hem de dışında bulunuyorlardı. Atatürk bu ideolojik kanaatleri ve bunlara inanan bürokratları yeni Türkiye Cumhuriyeti devletinden tasfiye etmek için yoğun bir şekilde gayret sarf etti.... Ancak Weber’in bürokrasi teorisinde ortaya koyduğu gibi yönetim sistemlerine yerleşmiş bürokratik yapıları ortadan kaldırmak belki de en zor işlerden birisiydi. Çünkü yönetimin bürokratikleştiği bir yerde bundan doğan egemenliği ortadan kaldırmak hemen hemen imkansız bir şeydi. Hatta Weber; akılcı biçimde düzenlenmiş bürokratik sistemlerin düşman işgali altında bile aksamadan işleyeceğini iddia etmiştir. Başka bir deyişle Tanzimat’tan Türkiye Cumhuriyetine kadar geçen seksen yılı biraz aşan süre içerisinde Osmanlı devleti gittikçe sivil bürokrasinin kontrolüne geçmiş, padişahın yetkileri azaldığı oranda bürokraside kendisini yeni sistemin padişahı olarak görmeye başlamıştır. Mustafa Kemal Atatürk yeni Türkiye cumhuriyetini parçalama riski bulunan bu siyasi ve ideolojik kanaatlere sahip bürokrasiyle ölümüne kadar mücadele etti. Bundan dolayıdır ki o yıllarda devletin yönetim tarzı , içinde yaşadığımız coğrafyanın toplumsal gerçeklerine de uygun olarak otoriter bir yapıya sahip olmak zorunda kalmıştır. Bu tarz bir yönetim, devletin kuruluş aşamasında meydana gelen istisnai bir durum olduğu için elbette tenkit edilemez. Ancak bu istisnai şartların uygulama tarzını devletin “esas vaziyet alış biçimi/yönetim tarzı” zanneden bir bürokrasinin doğmasını kolaylaştırdığını ve bununda bugünkü yönetim problemlerimizin temelini teşkil ettiğini, ayrıca bürokrasi –iktidar ilişkilerini devlet ve toplum aleyhine biçimlendirdiğini söylemek zorundayız. Netice olarak kısaca diyebiliriz ki Mustafa Kemal Atatürk’ün bürokrasiyi tekleştirme çabaları bir müddet sonra devleti sadece ama sadece kendisinin zanneden bir tek parti bürokrasisini doğurduğunu ve İsmet İnönü’nün iktidarı döneminde ise bunun tam bir tek parti diktatörlüğüne dönüştüğünü biliyoruz.. Daha sonra ise M.Heper’in altını çizdiği gibi tek parti bürokrasisinin tamamen kendilerine özgü yönetim biçimi bir kısım entelektüel ve sivil bürokratik seçkin tarafından Atatürkçülük olarak takdim edilip çarpıtılmış, Atatürkçü düşüncenin “bürokratik yorumu”ne yazık ki toplum tarafından Atatürkçülük olarak algılanmış ve bilinmiştir.

Şimdi bazı verilerini sunduğumuz yapılanmanın Türkiye’yi nereden nereye getirdiği üzerinde durmaya çalışalım.Tek parti sultasına dayanan bu bürokratik iktidar, ikinci dünya savaşının hemen ardından değişen dünya siyasi ve ekonomik konjonktürün Türkiye’yi de etkilemesi sonucu , çok partili siyasi hayata kapı aralamak zorunda kalmış, hemen hepsi CHP kadrosundan olan DP’nin kurucularının iç ve dış konjonktüre uygun olarak geliştirdikleri “sistem karşıtı” bir muhalefet misyonuyla iktidardan düşmüştü.

DP’nin bu umulmadık “sistem karşıtı” politik zaferinin, devleti “kendisi” zanneden bürokrasi içinde yoğun bir çatışmanın yeniden canlanmasına sebep olduğuna şüphe yoktur.

DP iktidarı bu hiç beklenmedik politik zaferini aynen kendisinin içinden çıktığı CHP gibi “daimi bir iktidara” dönüştürmek için o günkü ülke ve dünya “konjonktürüne uygun” olarak kendisine muhalif CHP’li bürokratları tasfiye etmeye ve onların yerine kendine yakın, programına inandığını söyleyen güvenebildikleri CHP’li bürokratları ikame etmeye ve yeni bir bürokrat tayfa yetiştirmeye gayret etti. Kabul etmek gerekir ki DP aslında, kendi iktidarını bir türlü hazmedemeyen CHP’li bürokrasinin mevcut kurumsallaşmasına son vermek ve onu kendisine sadık bir kurum olarak yeniden inşa etmek istiyordu. Çünkü içinden çıktığı tek parti yönetim tarzından bildiği ve öğrendiği şey buydu. Buna örnek olarak; DP akademik özgürlüğü sınırlayan üç kanunu meclisten geçirdi. 6185 sayılı kanun, üniversitelerin, bütçeleri üzerindeki yetkilerini kısıtladı. 6422 sayılı kanunla hükümetin 25 yıldan fazla hizmet vermiş memurları emekliye ayırabileceğini hükme bağladı. 6435 sayı kanunla bütün hükümet çalışanları kendilerini atayan yetkili tarafından temyiz hakkı olmaksızın işten çıkarılabilir hale geldi. Bizzat milli eğitim bakanına “gerekli görülen hallerde”üniversite profesörlerini geçici olarak görevden uzaklaştırma hakkı/yetkisi verildi.

“Bu nedenlerden dolayı 1954 yılından itibaren üniversiteler ile hükümet arasındaki çekişme gittikçe şiddetlendi. Ve 6435 sayılı kanuna dayanarak bu dönemde alanlarında temayüz etmiş tanınan bazı akademisyenlerin görevlerine son verildi. Söz gelimi 1956 yılında Ankara üniversitesi siyasal bilgiler fakültesi dekanı Profesör Turhan Feyzioğlu, yeni akademik yıl açılış konuşmasında hükümeti, iktisat doçenti Aydın Yalçın’ın terfisini reddi nedeniyle eleştirdiği için görevden alındı”. Ayrıca Demokrat parti bunlara ilaveten kendi bürokratik kanallarını oluşturmak için yeni alternatif “muktedir olma” yolları bulmaya çalıştı. Muhalefetin “güç birliği” organizasyonuna uzun bir süre tartışılacak olan “vatan cephesi” politikasıyla karşılık verdi. Ben hem iktidarım hem de devletim mantığı DP yöneticilerini böyle politik uygulamalara yöneltti ve neticede DP “iktidar olmayı devlet olmak zanneden politikaları” sonucu, 1960 ihtilali ile iktidardan düşürüldü... Başbakan Adnan Menderes le birlikte iki bakanı idam edildi, birisinin ise intihar ettiği söylendi.

Kısaca ortaya koyduğumuz bu hazin tablodan ve bunu besleyen nedenlerden dolayı bürokratlar aynı çatı altında ideolojik bakımdan farklılaşarak uygulama konusunda yani sosyo-politik ve sosyo-ekonomik politikaların yeniden organizasyonunda, politik ve ideolojik ayrılığa düştüler. 1960 ihtilalinden sonra yapılan anayasa ile birlikte siyasi, sosyal, dini ve ekonomik hürriyetler yeniden düzenlendi. 1961 anayasası sivil bürokrasiyi siyasal iktidarlara karşı güçlendirmiş sınırlı bir siyasal katılıma izin vermiş, ve bürokratların yer aldığı bazı kurumları siyasal rejimin bekçileri olarak siyasi iktidarın karşısına dikmiştir. Bu anayasal kuruluşlar arasında üniversiteler, Anayasa Mahkemesi (Kuruluş:1962), Devlet Planlama Teşkilatı (kuruluş:1961) gibi sivil, Milli Güvenlik Kurulu (kuruluş:ı962) gibi yarı askeri yarı sivil bürokratik kurumlarda bulunmaktadır. Özellikle DPT uzmanlığını ileri sürerek kamu politikasını kendisi tespit etmek isteyen bir bürokrat tipinin ortaya çıkmasına sebep olmuş, uygulanmasını istedikleri politikalardan dolayı zaman zaman siyasal iktidarlarla ters düşüp uzman kadrosunun istifa ettiği de olmuştur. (1960’ların başı)

Bu düzenlemelerle birlikte sivil bürokrasiye musallat olmuş ideolojik parçalanmalar durmamış aksine Türkiye batıdan bize sıçrayan öğrenci hareketleriyle toplam on üç yıla yakın bir süre “sistem karşıtı” hareketlerle çalkalanmıştır. Bu süre içinde ortaya çıkan ideolojik hareketler ve onlar tarafından retorik düzeyinde topluma aktarılan söylemler siyasal partilerde taban bulmaya başladı. Özellikle İsmet İnönü’nün 1963 yılında CHP için “solun ortasında değil, ortanın solundayız” tanımı Türkiye’de politik hareketleri sağ ve sol diye ikiye böldü. Bu tanımlama radikal hareketler de dahil tüm siyasi hareketleri retorik, program ve eylem bazında şekillendirdiği gibi, ideolojik hareketlerde dahil olmak üzere toplum; partileri ve partilere inanan seçmen kitlesini de sağcı ve solcu olarak kategorize etmeye başladı. Bunun tabii sonucu olarak partilerde “sistem karşıtı retoriklerini”, plan ve projelerini o günlerde oluşmuş sağ ve sol jargona uygun olarak topluma sundular.

İşte yukarıda açıklamaya çalıştığımız tüm bu nedenlerden dolayı iktidar partilerinin politik misyonları da merkez sağ ve merkez sol olarak siyasi literatürde yerini almış oldu... Bu merkez sağ ve merkez sol politikalar devleti yöneten uzmanlara yani bürokrasiye de yansıdı ve bürokrasi kendi içinde sağ ve sol diye iki ideolojik cepheye bölündü. Daha önce söylediğimiz gibi dört siyasi ve ideolojik akım toplumsal hafızada yeniden canlandı. Hatırlanacağı üzere 1970’li yıllarda sonu “....der” ve “....bir”le biten bir sürü dernek bürokrasiden üyeler devşirerek, parti teşkilatlarıyla işbirliği içerisinde hakim oldukları alanlarda rakip siyasi görüşleri tasfiye amacına yönelik operasyonlarda bulunurken, bir taraftan bürokrasinin paramparça olmasına, diğer taraftan da ülkenin anarşi ve terör ortamına sürüklenmesine sebep oldular. Bu yapılanma içinde sağcı veya solcu bürokrat demek devletin topluma uzanış biçimine farklı rol biçen; görev yükleyen, kamusal alanda kafasında farklı uygulamalar tasarlayan iki ayrı bürokrat tipi demekti. Bu hareketlerin hemen hepsi “sistem karşıtı” olarak ortaya çıktılar ama bir süre sonra çoğu bilgisizlikten ve cehaletten dolayı yabancı servislerin ağına düşerek “devlet karşıtı” hale geldiler. Bunlardan sağcılar kendi içlerinde milliyetçilikten şeriatçılığa kadar, solcular ise sosyal demokratlıktan komünist düşünceye inananlara kadar bir çok fraksiyona ayrılarak parça parça oldular.

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi o dönemde Türkiye’de hemen herkesin kafasında “Türkiye’yi kurtarmak”, ”düzeni değiştirmek” ve “yeni bir sistem kurmak” düşüncesi yatıyordu. İşte o günkü siyasi partiler bu düşüncelerin etkilediği toplumsal ve ideolojik katmanlar üzerine onları memnun edecek bir söylem geliştirip değer içerikli politik kavramların içini boşaltarak, heyecan verici ama içi boşaltılmış bu kavramlar üzerinden bir dil geliştirerek iktidar olmayı hedeflediler. Bu durum toplumdaki ideolojik bölünmeyi daha da keskinleştirdi. Ve bir süre sonra Türkiye’yi iktidarların da önleyemeyeceği anarşi ve terör ortamının içine itti. O günleri hatırlayanlar binlerce; çoğu üniversiteli Türk gencinin bir hiç uğruna telef olup gittiğini içleri sızılayarak hatırlayacaklardır.

Türkiye resmen sonu bilinmeyen bir sürece doğru sürükleniyordu. İlk önceleri masum öğrenci istekleri olarak ortaya çıkan toplumsal hareketlere “kan”bulaşmıştı. Bunun üzerine 1971’de TSK 12 Mart muhtırasını verdi. Muhtırayla birlikte terörün üzerine gidildi. Ayrıca devletin bazı organlarında siyasi iktidarları daha kararlı davranır hale getirmek için kurumsal düzeyde yetki ve sorumluluklar yeniden düzenlendi. En önemli düzenlemelerden birisi 1971 muhtırasından sonra Türkiye’de ordunun en üst düzeyde politika yapımına katılması Milli Güvenlik Kurulunun işleyişine ilişkin kanunda yapılan değişiklikle birlikte kurumsal hale getirildi. Buna göre Milli güvenlik kurulu Bakanlar kuruluna daha önceleri olduğu gibi sadece bilgi vermeyecek, tavsiyede de bulunacaktı. Modern bir ulus devlette bürokratik mekanizma ve işleyişle onu büyük hedefler için sevk ve idare edecek olan siyasal seçkinler arasında meydana gelen bu siyasi ve ideolojik uyumsuzluk ve bunun sonucu olarak sivil bürokrasi ve sivil siyasetin yönetimde ortaya koydukları beceriksizlikler Türkiye’yi gittikçe askerin ağırlıklı olduğu siyasal bir sistem görüntüsüne doğru sürükledi. Bu görüntü daha sonraları özellikle iki binli yıllarda çok tartışılacak televizyon kanallarında yapılan açık oturumlarda Türkiye’deki demokrasinin “askeri bir demokrasiye” benzediği söylenecekti.


1973 yılında başlayan koalisyon hükümetleriyle birlikte iktidarlar sivil bürokrasiyi denetim altına alarak tamamen siyasallaştırmak istediler.Bu dönemde bürokrasi içindeki ideolojik ayrılıklar iyice keskinleşti.Bakanlıklar paylaşıldı, dolayısıyla bürokraside zımnen siyasi-ideolojik düşüncelere göre paylaşılmış oldu.Bunu 1975 koalisyon hükümetleri dönemi izledi.Bu hükümetler Tarihe “Milliyetçi Cephe hükümetleri” olarak geçti.1.MC hükümeti Adalet partisi, Milli Selamet partisi, Milliyetçi Hareket Partisi , Cumhuriyetçi Güven Partisinden;2.MC hükümeti ise AP, MSP ve MHP den oluşuyordu.Bu dönemde her hükümet ortağı kendi denetiminde bulunan bakanlığa kendi adamlarını atadı.Hatta bununla da yetinilmeyerek binlerce ek kadro tahsisi yapıldı.Bakanlıklar tamamen partili bürokratların yönetimine geçti.Aynı partinin adamı olmayanlar tasfiye edildiler. Adeta devlet iktidar ortağı partili bürokratlarca ele geçirilmeye çalışılıyordu denebilir.Örneğin;1962-1974 arasındaki dönemde kamu iktisadi teşebbüslerinde çalışan genel müdürlerin görevde kalma süresi ortalama 3.5 yıl iken; 1974-1980 yılları arasındaki dönemde bu süre 1.7 yıla indi.Valiler içinse bu süre sırasıyla 3.1 ve 1.5 yıl oldu.Cumhuriyet halk partisinin bağımsızlar ile oluşturduğu 17 ocak 1978 den 1 Ağustos 1978’e kadar süren koalisyon hükümetlerinde 206 üst düzey bürokrat görevlerinden alınmış ve söz konusu diğer görevlere 306 memur atanmıştı.Adalet partisinin azınlık hükümeti olduğu 1 aralık 1979 ile 1 mayıs 1980 arasındaki dönemde bu rakamlar sırasıyla 1223 ve1367 idi.Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi Türkiye cumhuriyeti devletini yönetenler yani hem bürokrasi hem de siyasal seçkinler ; devletin ve toplumun aleyhine olarak ideolojik parçalanmaya uğradılar.Netice olarak Bürokrasinin bu en azından ikili yapısının Türkiye üzerinde emelleri bulunan dış güçleri cesaretlendirdiğine, Türkiye Cumhuriyetini ve onu yönetenleri de dışarıdan yapılacak müdahale ve manipülasyonlara açık hale getirdiğine şüphe yoktur.


Türkiye’de bütün bunlar olurken Klasik Osmanlı sosyo politik ve ekonomik sisteminde batılı anlamda ortaya çıkmaları önlenmiş, Avrupai anlamda toplumu harekete geçirici kabiliyetleri meşruluk bulamamış, Türk ve Müslüman burjuvaziyi (tüccar ve sanayiciyi )Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti içinde oluşturmak bir mecburiyet haline gelmişti..Çünkü harpten yeni çıkmış yorgun ve bitkin bir milletin en kısa zamanda sanayisini kurup , muasır Avrupa devletleriyle rekabet edebilmesinin yolu şimdiye kadar ortaya çıkamamış olan bu sınıfın , palazlanıp gelişmesine fırsat tanımaktan geçiyordu .


Bu manada şimdiki tüccar ve sanayici takımının ;hemen hepsinin devlet desteğinde yeni bir tüccar ve sanayici sınıfı oluşturma ve bunları destekleme projesinden yararlandıklarını söyleyebiliriz.Bu sınıf Wallestein’ın ifadesiyle “işbirlikçi özelliği” dolayısıyla , Türkiye’nin içine girdiği “sanayileşme” sürecinde daima siyasal iktidar ve onu yönlendiren bürokrasi ile fazla çatışmaya girmeden , menfaatlerini siyasal iktidar politikaları ve bürokrat projeleriyle örtüştürerek , devletin koruma politikalarından sonuna kadar istifade ederek bugün hatırı sayılır bir güç haline geldi.Osmanlı devletinde; İttihat ve Terakki idaresi tarafından palazlanmaları planlanmış, Cumhuriyet idareleri tarafından da devletin imkanları ölçüsünde hatırı sayılır bir şekilde destelenmiş bu grup 1970’li yıllara gelindiğinde, 71 muhtırasının hemen akabinde bugün “zenginler kulübü” olarak bilinen “Türkiye Sanayicileri ve İş Adamları Derneği”ni kurdular.Derneğin tüzüğünde kuruluş amacı(19 ocak 2001 itibariyle)konumuz bakımından özetle; “Türkiyeli işadamı ve sanayicilerin Türkiye’de liberal ekonomi kurallarının yerleşmesine çalışmasının yanında , uluslar arası entegrasyon çalışmalarında da bulunacağını, ”bu çalışmalar sonunda ortaya çıkan görüş ve önerileri “doğrudan parlamentoya, hükümete, yabancı devletlere, uluslararası kuruluşlara, ve basın aracılığıyla kamu oyuna ileteceklerini “ilan ettiler.


Bilindiği gibi Amerika Birleşik Devletleri, ilk önce Avrupa da A.Toynbee tarafından dillendirilmiş olan postmodern projenin kendi küresel imparatorluk projesi için oldukça uygun düşünsel temellere dayandığını keşfetmiş, ilk çıkış yeri olan Avrupa’dan bu projeyi aşırarak kendi küresel politikalarının temellerinden birisi yapmıştır..İspanyol asıllı düşünür M. Castells’in ifade ettiği gibi 1970 yılından itibaren özellikle dış politikasını postmodern temeller üzerine inşa etmeye karar veren ABD; hegemonyası altındaki bütün otorite biçimlerine “serbest piyasa ekonomisine geçişi” tembihledi. İşte, bizde iş adamlarımız tarafından kurulan bir derneğin , kuruluş tarihi ile, bugün küreselleşme adı altında ABD dışı ülkeleri ABD siyaseti ve ekonomisine bağlayan “Amerikan imparatorluğu” projesinin düşünsel tarihi hemen hemen aynı yıllara denk düşüyordu.Türkiye sanayici ve İşadamları derneğinin tüzüğünden de anlaşılacağı gibi, 1980 ihtilali sonrası kurulan Turgut Özal iktidarlarının hayata geçirdiği “serbest piyasa ekonomisi” politikaları ile uluslar arası küresel ekonomiye entegre çalışmaları göz önüne alındığında bu on yıllık (1971-1981) süreç dernek üyelerince yeni dünya düzeni politikalarına hazırlık çalışmalarının yapıldığı yıllar olarak değerlendirilebilir.Yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız gibi o yıllarda-(1971-1980) hükümetler ve bürokrasi birbirlerini kıyasıya tasfiye etmeye çalışırken, onların destekleriyle bugünlere gelen burjuvazi terörü durdurmak üzerine yapılacak bir ihtilali uluslar arası sisteme entegrasyon için çoktan bir fırsat olarak değerlendirmiş bulunuyordu.


Nihayet beklenen oldu. Türk Silahlı kuvvetleri anarşi ve terörün kol gezdiği Türkiye’de Türk halkının beklentilerine de uygun bir cevap olarak 12 eylül ihtilalini gerçekleştirdi.On yılı aşkın bir süre devam eden terör bir gece yarısı darbesiyle son buldu...Partiler kapatıldı, siyasi liderler tutuklandı, 1982 anayasasıyla dini, siyasi ekonomik hürriyetler yeniden düzenlendi.Ancak ihtilalciler Anayasayı yürürlükten kaldırmışlar, bütün siyasi partileri kapatmışlar yalnızca Süleyman Demirel hükümeti tarafından ilan edilen yerli burjuvaziyi küresel kapitalist ekonomi ile organik bütünleşme içine sokacak olan 24 ocak kararlarına dokunmamışlardı.Aksine Türkiye’nin ekonomik kurtuluşunu bu kararların sıkı bir disiplin içerisinde uygulanmasında görmüşler, bunun içinde daha sonra başbakan olacak olan Turgut Özal’ı bu kararları hakkıyla uygulamak için tek yetkili kılmışlardı.Nihayet Anayasa kabul edilmiş, demokrasiye geçiş için partilerin kurulmasına izin verilmiş, ihtilalcilerden icazetli Turgut Özal’ın genel başkanı olduğu Anavatan partisi tek başına iktidara gelmişti.Böylece yerli burjuvaziyle olduğu kadar, Uluslar arası sermayeyle de içli dışlı olan , Türkiye’nin ekonomik gelişmesini küresel sisteme entegrasyonda gören, eski bir bürokrat 12 eylül ihtilalinin önünü açmasıyla Türkiye Cumhuriyeti başbakanı olmuştu.Şimdi bizim; “uluslar arası küresel sisteme Türkiye’yi entegre eden süreçlerin tarihi” olarak not düştüğümüz Turgut Özal iktidarları aracılığıyla Türkiye’nin içine sürüklendiği küreselleşme serüveninde yaklaşık çeyrek asırdır uygulamaya konan politikalar sonucunda ikili yapılanmadan;kültürel kimlikler ve etnisite özelinde çoklu bir yapılanmaya doğru gitmesinden endişe duyduğumuz, bizim “bürokratik postmodernleşme” olarak tanımlamaya çalıştığımız “yeni bürokratik tavır” ne demektir, nasıl bir “bürokrat davranışını” ya da “vaziyet alış biçimini” tembihler, bunun kısaca analizini yapmaya çalışalım.


Lyotard, Postmodernizmi kısaca “meta- anlatılara yönelik inanılmazlık” olarak tanımlar.Bu cümleyi kısaca açarsak Postmodernizm; büyük anlatılar adı altında sayabileceğimiz , büyük felsefeler, büyük dinler büyük gelenekler ya da büyük kültür sistemleri gibi bugün ki insanlık kültürünün yaratıcısı olan büyük stratejilere, bunların şimdiye kadar ortaya koydukları politik sistemlere ve bu sistemlerin birey ve toplumun güvenliğini sağlamak adına geliştirdikleri siyasi , ekonomik kültürel ve dini sistem ve organizasyonlara , bu organizasyonların siyasi ve toplumsal otorite biçimlerine ve bütün bunlardan üretilmiş, hukukla korunan bireysel ve toplumsal pratiklere inanmamaktır.Başka bir deyişle postmodernizm;şimdiye kadar içinde yaşadığımız evreni açıklamak için baş vurduğumuz bütün entelektüel stratejileri , insanoğlunun inceltip geliştirdiği bütün değerleri bu değerlere göre biçimlenmiş sosyal, kültürel, ekonomik pratikleri ve onların küresel çapta ayrıcalıkları olarak kabul görmüş realiteyi tanımlama tarzlarını reddediyor ;onun yerine tarihsizliği , vatansızlığı dolayısıyla merkezsizliği, kabileleşmiş çoğul özneyi, kabile mantığıyla hareket eden çoğul aklı, siyasi ve etnik bakımdan param parça edilmiş bir coğrafyayı, ve bu coğrafya üzerinde kültürel kimlikler ve etno-milliyetçilik üzerinden gerçekleştirilmiş yüzlerce mikro otorite biçimini ikame etmek istiyor.


Konumuzla ilgili olarak kaleme alınmış postmodern literatürü incelediğimizde kısaca ifade edecek olursak postmodernizm; millet değimiz siyasal ve kültürel birliği reddediyor; onun yerine her birisi için özel dil ve semboller üretilmiş olabildiğince parçalanarak güçsüz hale getirilmiş siyasal ya da cemaatsel yapıların otorite biçimini uygar, aynı zamanda demokratik bir toplum ve yaşama tarzı olarak sunuyor.Böylece postmodernizm modern ulus devleti ve onun yönetimi altında bulunan millet dediğimiz kültürel birliği ve bu birliğin devamını sağlamak için var olan sivil ve askeri bürokrasiyi ve bunların organizasyon biçimi ile üzerine oturdukları felsefi temelleri reddediyor, bunların yerine yeni bir bürokrasi ve otorite biçimi teklif ediyor. Aslında postmodern yazında kimsenin pek üzerinde durmadığı fakat postmodern bir yapılanmayı tembihleyen uluslararası güç merkezleri tarafından halihazır siyasal otorite biçimlerine tavsiye edilen şey “küresel uyum” için yeniden “bürokratik yapılanma”dır. Ya da başka bir deyişle modern ulus devlet formu içinde yeniden yapılanma demek hali hazır bürokratik anlayışın hukuki düzenlemeler yoluyla , postmodern anlayış biçimine doğru dönüştürülmesi çabasından başka bir şey değildir.

“Bürokratik postmodernleşme” özellikle bizim gibi ulus devlet formu içinde kalmak isteyen siyasal ve toplumsal otorite biçimleri için “sistemi içten çökertme” girişiminin başka bir adıdır. Çünkü “Bürokratik postmodernleşme” modern ulus devlet formunu devam ettirmeye çalışan siyasal ve toplumsal sistem içindeki hali hazır bürokrasinin postmodern tembihat doğrultusunda algı kalıbı değişikliğine uğrayarak “bürokratik postmodernleşme” vaziyet alış biçimine doğru değişim ve dönüşüm geçirmesidir” Bu kısa açıklamadan sonra bir ulus devlet “bürokratik postmodernleşme” sürecine nasıl sokulmaktadır, şimdi onu açıklamaya çalışalım.

Ulus devlet bürokrasisini “Bürokratik postmodernleşme”sürecine sokmanın ilk adımı onun postmodernleşmesini kolaylaştıracak olan küresel sistem için “yapısal uyum” projeleridir. Bilindiği gibi “yapısal uyum” projeleri “küresel sisteme uyum” adı altında uluslar arası entegrasyonu kolaylaştırmak için yapılan hukuki düzenlemelerdir. Bu düzenlemeler 1)-küreselleşme adı altında modern ulus devlet otoritesini devre dışı bırakarak onun yerine onun tarafından kontrolü mümkün olmayan ancak uluslar arası güç merkezlerince denetlenebilen (DTÖ, DB, İMF, vb) kurumların ikame edilmesidir. 2)-Böylece modern ulus devlet uluslar arası güçlerin ülke içindeki çıkarlarını koruyan bir aygıt haline gelirken onun omurgası sayılan bürokratlar da uluslar arası sistemin ülke içindeki çıkarlarını koruyan memurlar haline gelmiş olacaktır. 3)-Ayrıca bu uygulamaların iç bünyeye dönük tarzı ise bürokrasiyi, kültürel ve soya dayalı kimliklerin temsilcisi haline getirmeye hizmet edecektir. İşte Bürokratik postmodernleşme dediğimiz vaziyet alış biçimi ya da başka bir deyişle bürokratik tavır budur. Yani ulus devlet çatısı altında “üyelerinin ortak konular varsayımlar ve problemler üzerine çalışması ve daha önemlisi ortak değerlere, ortak normlara, inançlara, ilgi ve çıkarlara, ortak temel inançlara sahip” olmaları gereken bu icracılar ve uygulayıcılar cemaatinin bu vasıf ve özelliklerini yavaş yavaş kaybederek, devletin “bürokratı” değilde, kendilerinin doğrudan mensubu olmakla övünmeye başladıkları “alt kimliklerin” soy ya da kültürel birliklerin temsilcisi “bir bürokrat” olarak bu aidiyetlere devlet sistemi içerisinde bir egemenlik alanı açma çabası içerisine girmeye başlamaları ve bunun organizasyonuna soyunmalarına “bürokratik postmodernleşme” diyoruz.

Modern ulus devlet için bundan daha tehlikeli bir şey yoktur. Çünkü bu vaziyet alış biçimini post modern tembihler doğrultusunda açıklayacak olursak bunun anlamı; Ülkenin toplumsal ve politik haritasının kültürel ve soya dayalı kimliklerin iktidar çabaları yoluyla paramparça edilerek toplumun kabileler topluluğuna (etninin soy ağacının kutsallığına inanarak kabileler tarzında bölünük hale gelmesi anlamında) dönüştürülmesi demektir. Böyle bir toplulukta artık ortak hakikat diye bir şey yoktur, çünkü Postmodern yaşam biçiminde hakikat cemaat ve kabile gerçeğiyle sınırlıdır. Post modern düşünceye ve yaşam biçimine göre cemaat ve kabilenin kendi gerçekliğinin dışında bir hakikat yoktur. Dolayısıyla böyle bir toplulukta ahlak sadece cemaat ve kabileyi kontrol eden bir fonksiyon icra eder. Yani cemaat veya kabile fertlerinin kendi aralarında anlaştıkları şey hakikattir. Onun dışında onları bağlayacak bir ahlak ve hakikat anlayışı kabul edilmez. Buna göre ne kadar kültürel kimlik, soya dayalı kabileleşmiş topluluk varsa o kadar hakikat ve ahlak anlayışı vardır.. Bütün bunları “bürokratik postmodernleşme” açısından ele alacak olursak; “bürokratik postmodernleşme” yoluyla algı kalıbı değişikliğine uğramış bir bürokrasinin bu değişimden sonra esas derdi devlete hizmetten ziyade mensubu bulunduğu cemaat, kültürel kimlik ve kabile toplumu için siyasal sistem içerisinde iktidar yoluyla bir egemenlik alanı açarak “ona hizmet” etme olacaktır. Bu durum ise ikili bir bürokratik yapılanmanın topluma verdiği zararları minimize ederek çözememiş bir siyasal sistemde, bürokrasinin çoğulculuk adı altında kontrol dışı binlerce parçaya ayrılması demektir. Ya da başka bir deyişle bu durum küresel sisteme hakim güç merkezlerinin siyasal coğrafya üzerinden tasfiye etmek istedikleri egemen toplumların “kabileleşme” yoluyla dünyayı düzenleme iddialarından vazgeçmesi anlamına gelirki bunun adı yaşayan ama dünya ile ilgili iddiaları olmayan ölü bir toplum olmaktır.

Analizini yapmaya çalıştığımız “bürokratik postmodernleşme” ile ilgili değerlendirmeleri kısaca küresel sistem ve Türkiye açısından ortaya koyarak makaleyi bitirmek istiyoruz. Bilindiği gibi Postmodernizm küreselleşme yoluyla 1970’lerden itibaren gerileme emareleri görülen ABD hegemonyasını yeniden inşa etme projesi olarak ortaya çıktı. Hegemonya ile ilgili literatüre bakıldığında hegemonyayı yeniden inşa etme çabalarının Ronald Reagan iktidarıyla birlikte 1980 den itibaren pratiğe aktarıldığını görüyoruz. Regan, ABD hegemonyasını yeniden inşa için ABD’yi bugünkü gücüne ulaştıracak olan “project democracy” projesini ortaya attı. İşte “yeni Dünya düzeni” retoriği ile birlikte W. Bush’un Orta Doğuyu kana bulayan “önleyici savaş” doktrini Reagan’ın bu demokrasi projesinin üstüne oturtularak postmodern düşünce ve yaşam biçimi meşru hale getirilmeye çalışıldı. Bunu jeopolitik ve stratejik bakımdan önemli olan ülkelerde ABD yanlısı partileri destekleyerek iktidara getirme çalışmaları izledi. ABD kendi nüfuzu altında bulunan stratejik coğrafyalarda “İmparatorluk politikaları” için kimi zaman rıza yoluyla, kimi zaman Irak’ta olduğu gibi “savaş” yoluyla “küresel ve bölgesel bakımından yapısal uyum” çalışmalarını hayata geçirmek için yeni “anayasal düzenlemeler”i gündeme getirdi, ya da bu tür çalışmaları demokratikleşme adı altında destekledi. Böylece yeniden tanzim etmek istediği coğrafya ve toplumlarda postmodern siyasal yapılanmanın oluşmasına doğrudan ya da dolaylı katkıda bulundu.

Netice olarak siyasi tarihimizin verileri bize gösteriyor ki, Türk aydın ve entelektüeli siyasal ve bürokratik seçkinler son iki yüz yıldır bizi meşgul eden problemleri bu coğrafyanın politik ve toplumsal yapısına uygun olarak çözüp, bizi yeniden dünyanın saygın bir gücü haline getirecek yüksek bir kültürü üretememiştir. Bu nedenledir ki bürokratik ikiliğimiz dış güçlerin bizim üzerimizde hesap yapmalarına yol açmakta, iktidarlar kendileriyle hem fikir olmayan bürokratik kurumların sahip oldukları siyasal kanaatlerden çekindikleri için dış destekler aramakta, bu ironik durum ise ülkemizi sürekli dışa bağımlı hale getirmektedir. Yeni dünya düzeni ve küresel uyum politikaları tarafından bize tembihlenen postmodern süreçte ise Türkiye; küresel sisteme yapısal uyum adı altında postmodern demokrasi uygulamalarına sokularak, devlet içinde yüzlerce mikro egemenlik alanının açılmasına sebep olacak, AB ve ABD merkezli dış baskılar sonucu siyasi iradesini kaybederek parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Bunun içindir ki Türkiye Cumhuriyeti devletinin önündeki en büyük problem Türk toplumunu Dış saldırılar karşısında koruyacak olan siyasal ve bürokratik seçkinlerin; AB tarafından dillendirilen ancak bir ABD dış politika stratejisi olan “yeni dünya düzeni” için ”Bürokratik postmodernleşme”sürecine bulaşmaları tehlikesidir. Bilinmelidir ki “bürokratik postmodernleşme“ sürecine girmiş hiçbir siyasal sistemin yeniden dirilip ayağa kalkması mümkün değildir. Onun içindir ki “Yeni anayasa” çalışmaları bu tehlikeyi bertaraf edecek şekilde düzenlenmeli, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin varlığını “postmodern”cereyanlardan korumak esas olmalıdır.

 
Toplam blog
: 30
: 3349
Kayıt tarihi
: 09.08.08
 
 

Çorum doğumluyum, üniversite mezunuyum... tarih, felsefe, sosyal psikoloji, soyoloji,  din. ve si..