- Kategori
- Gündelik Yaşam
Burun olmak
“Ben büyüyünce burun olacağım” diyen bir çocuk duydunuz mu hiç?
Duyduysanız bile çocuk dünyasına ait o benzersiz gökkuşağına mal etmiş olmanız büyük olasılık.
Oysa ki böyle bir meslek var, eğitimi, okulları var. Kokuların içindeki maddeleri ayırabilmeyi, farklılaştırmayı ve yeni parfümler yaratmayı öğreten bir eğitim bu.
Yanı sıra işletme ve finans parfümlerin pazarlanması da eğitime dahil. Bu okullar “burunluk” için temel bilgileri veriyor ama gerçek bir "burun" olabilmek için eğitim yeterli olmuyor tabi ki. 4000’e yakın kokuyu hafızaya alabilecek seviyeye gelebilmek için profesyonel olarak çalışmak çabalamak zorunlu.
Peki insanlar kokular için neden bunca para harcıyorlar acaba?
İnsan da dahil pek çok memelide koku duyumsamakla ilgili iki duyusal sistem varmış: Biri genel kokuları algılar ayırt ederken, diğeri saldırganlık, cinsellik, mekanlara dair olanların sinyallerinin iletişiminde kullanılıyormuş.
İnsanlar pek çok kokuyu ayırt edebilmelerine rağmen, en aşina kokularda bile zorlanıyorlarmış bir de. % 90 kahve, % 80 deri, % 70 hardal, % 60 salam kokusunu net olarak belirleyebilirken, % 50 den azı ise ancak vanilya, bal, katran vb gibi kokuları tanımlayabiliyormuş.
Bazı hayvanların kokuları iletişim yolu olarak kullanmasına feromon iletişimi deniyor. Karıncalar izlerini işaretlemek amacıyla kullanıyor, kraliçe arıların ise kimliklerini belirleyen özel kokuları var. Köpeklerin ve evcil hayvanların mıntıkalarını belirlemek için bundan yararlandıklarını zaten hepimiz biliyoruz.
Dişi fare, sıçan, sığır ve domuzlarda ise cinsel kabul görmenin, alıcı olmanın işaretiymiş feromonlar.
İnsan etkileşimindeki rolü tam olarak kanıtlanamamış olsa da, örneğin aynı çatı altında yaşayan kadınların adet görmelerinin eşzamanlı olması eğilimi çok ilgi çekici. Annelerin birkaç saat gibi kısa bir zaman diliminin ardından bebeklerini tanıyabilmeleri, aynı şekilde bebeklerin de annelerini kokuyla algılamaları da. Bu sadece doğal kokular için de geçerli değil üstelik, araştırmacılar bebeklerin annelerinin parfümlerine doğru başlarını çevirdiklerini de gözlemlemişler.
Bu feromon zerreciklerin aşkı bile yönlendirdiği düşünülüyor. Araştırmalara göre aşk vücutta feromon maddesinin salgılanmasıyla başlıyormuş. “Aşkın kokusu” olarak tanımlanan bu madde beynin ilgili bölümlerini uyarıyor ve aşk doğuyor teorisi mevcut ve bu ne denenle feromon’a “aşk hormonu” da deniliyor.
İşin bir de koku hafızası kısmı var.
Koku hafızasının görsel hafızadan daha kuvvetli olduğunu ve daha uzun süre depolandığı biliniyor. Örneğin gördüğümüz bir sahnenin hatırlanma oranı üç ayda yüzde ellinin altındayken, kokular bir yıl sonra deneklerin yüzde altmış beşi tarafından hala hatırlanabiliyor. Dolayısıyla, koku hafızası görsel ve işitsel hafızadan daha kalıcı etkiye sahip.
Bir de koku duyarlılığının cinsiyete bağlı olduğu da gözlemlenmiş. Bu konuda kadınlar erkeklere göre daha duyarlıymış. William Dory 1984’de nefes kokusunu temel alarak cinsiyet belirlemede –ayrıca 40 koku dizisini de- kadınların erkeklerden daha yetenekli olduğunu kanıtlamış. Cain de 1982’de daha geniş bir koku dizisi kullanmış ve aynı sonuca ulaşmış.
Koku duyusu, özellikle herhangi bir hadiseyle birlikte hafızaya kaydedildiğinde unutulması çok zor, hatırlanması kolay bir olgu haline dönüşüyor. Diğer duyularda, örneğin görmede bir uyarandaki şekil, renk ve diğer özellikler başka bir uyaranda da bulunabileceği için kolaylıkla karıştırılabiliyor. Kokuda ise algılama genel olduğundan bu karıştırma işlemi olmuyor.
Bir çok önemli veri daha; insan bedeninde kendini yenilediği bilinen tek sinir hücresi koku hücresiymiş. Bunca destan boşuna değil yani…
Durum böyle olunca, insanların kokulara bçylesine para harcaması, koku sektörünün bu derece büyük olması hiç de şaşırtıcı değil. Dolayısıyla “burun” olmak için verilen eğitimler, kurulan okullar da.
Sonuçta var olan duygularla, yaşanmak isteyenlerin buluşturulması için gösterilen değerli bir çaba hepsi. Kokularla duygular yaratılıyor…
Konunun bir de sevimsiz tarafı var: Dünyanın en çekilmez yaratıkları sivrisinekler de sistemden yararlanan baş aktörlerden. Onlar için kan HAYAT.
Vampirler için de. Bunu araştıranlar da var üstelik!.. Bunlar genellikle porfiri olarak anılan bir hastalığa bağlayarak “açıklama” çabasındalar. Bu hastalıkta kırmızı kan hücrelerinin yeteri kadar üretilemiyor, hasta da bunun arayışına giriyor falan filan…
Benim umurumda değil, aman vampirler de sivrisinekler de benden uzak dursun. Vampirler, tıpkı sivrisinekler gibi kan kokusunu çok uzaklardan algılayabilip içgüdüsel olarak peşinden gidiyorlar! Ama onlar “var olabilmek” için başkalarını tüketmek ve yok etmek zorundalar. O yüzden uzak dursunlar, boşuna kaşındırmasınlar.
İyi de, bir sivrisinek uzaklardan sokacağı insanı kokusundan takip edebiliyorsa, en gelişkin yaratık olan insan aşkını kokusundan niye tanımasın ki o zaman?
Çalışmadan bu yeteneğe diğerlerinden fazla sahip olanlar şanslı mı değil mi diye düşünürsek, orası galiba göreceli. Hayattaki pek çok şey gibi.
Hayali burun olmak isteyen dünyaya sınırsız kucak açmış bir çocuğun, hayatın gerçekleriyle yüzleşip tüm koku alma yeteneğini yitirmesinin metafor olarak çok başarılı olarak kullanıldığı bir roman okumak isterseniz, buyurun size “Küçük Vahşi” (Yazar: Alexandre Jardin. Yapı Kredi Yayınları. Nisan 2012)
Sonuç olarak, koku almak “iyisiyle kötüsüyle” bir gerçek. Herkeste aynı seviyede olmasa da geliştirebilmek de elimizde. Bu şekilde hayatı daha zevkli kılmak da. Vampir değil de, burun olmaya var mısınız?