Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

01 Haziran '07

 
Kategori
Kitap
 

Büyülü zamanlar

Büyülü zamanlar
 

Romandan metin
Dalgın, düşünerek ilerlerken geldiği yeri gördüğünde gözlerine inanamadı. Gerçekten de tarihin içindeymiş gibi hissetti. Geniş bir meydana gelmişti. Yerler yine mermerdi. Karşısında yüksek sütunları olan büyükçe bir bina duruyordu. Sütunların arasında büyük boyutlarda heykeller vardı. Herşey yepyeni yapılmış gibi duruyordu. Üç erkek ve iki kadın heykeli, tüm görkemleriyle karşısındaydı. Özellikle ortadaki güçlü yapılı, kıvır kıvır saçları, sakalları, keskin bakışlı gözleri olan, canlıymış hissi veren erkek heykeli çok etkileyiciydi. Onu hem korkuttu hem de güven verdi.

Yapı, görkemine rağmen tapınak hissi vermiyordu. Daha bilgelik vardı. İçeriye girmeden önce binayı, heykelleri inceledi: Ortadaki heykelin elinde şimşek vardı. Doğruca insanın gözlerinin içine bakıyordu. Hem babacan hem otoriter görünümündeydi. Altında ZEUS yazısını okudu. Sağ tarafındaki bir kadın heykeliydi. Ceylan gibi gözleri çocuksu bakışlı, sempati uyandıran havası vardı. İnsanın içinden yanına gidip, o uzun dalgalı saçları okşamak, mermerde bile canlıymış gibi duran kahkahasına katılmak geliyordu. Heykelin altında ARTEMİS yazıyordu. Zeus’un sol yanında yine bir kadın, ama çok güzel bir kadın heykeli duruyordu. Artemis’in çocuksu, sempatik güzelliğine karşın bu kadında insanı iten ve çeken herşey vardı. Gönül, bir kadın olarak bile, mermer güzelliğin karşısında büyülenip kalmıştı. Herhalde erkek olsa bu kuğu boyunlu, her an uçuvericekmiş gibi duran, gel beni al ve bana yaklaşma anlamlarını aynı anda gözlerinde taşıyan kadına sonsuza kadar âşık olurdu. Doğal bir çelişki vardı gülümsemesinde. Hem cenneti, hem cehennemi aynı anda yaşayabilecek bir güzellik... Alttaki tablette AFRODİT diye okudu.

En sağda, çocuksu Artemis’in yanında, yine Artemis gibi sempatik gülüşlü ama derin bakışlı yakışıklı bir adamın heykeli duruyordu. Dikkatli bakınca yakışıklı olmadığını, ama sempatisinin dikkat çektiğini farketti. Gülüşü, bilgi dolu bakışı çekiciydi. Elindeki panter başlı asaya yaslanarak duruyordu. Uzun bir yoldan gelmiş gibiydi. Yine de çok dinçti. Altındaki yazıya baktı; DİONYSOS’du . En solda Afrodit’i kıskandıracak kadar güzel yüzü ve romantik bakışları ile şahane vücutlu bir erkek heykeli vardı. İçinden, “buna bakmadan geçecek kadın olamaz” diye iç geçirdi. Ne yazık ki yalnızca mermerdi. Şöyle bir dokunsa, acaba büyülü adada büyüsü tutar da canlanıverir miydi diye aklından geçirip güldü. Romantik bir adam olduğu belliydi. Gözlerindeki hüzün, her kadını o hüznü yok etmeye davet eder gibiydi. Elindeki lir ise çok şiirsel, romantik bir hava katıyordu. Tablette APOLLON yazıyordu. “Mermer Apollon’a âşık oldum” diyerek kendisiyle dalga geçti.

Bu yüksek sütunlu bina ve olağan üstü heykeller arasında yapayalnız olmakla önemli biri gibi hissetti kendisini. Sanki geçmişin kalıntıları arasında değil de, şimdi o geçmişteymiş gibiydi. O zamanda varolduğu tümüyle gerçekti. Bir zaman atlaması mı yaşamıştı diye merak etti. Az sonra insanlar meydanı dolduracaklar gibi duruyordu. Veya bir an için herkes donup kalmış, meydanı ona bırakmışlardı. Bu fikri daha çok sevdi. Bu durumda ona “yasak kardeşim, giremezsin” diyecek şapkalı resmi giyisili bekçi çıkmayacağına göre içeriye girebilirdi.

Basamakları ağır ağır, oyuncu edasıyla çıktı. Kendisini durduracak hiçkimse çıkmadı. Kapı diye birşey yoktu. Girmeden önce yerde mozaikle işlenmiş yazı dikkatini çekti. ÖNCE KENDİNİ TANI yazıyordu. Bu uyarı içine kadar işledi, tüyleri diken diken oldu. Yazıyı kutsalmış gibi kabullenip üzerinden atlayarak geçti.

İçerisi dışarıdan göründüğünden daha büyüktü. Yüksek mermer sütunlarla desteklenmiş tavanında, Zeus olduğunu tahmin ettiği adam, renkli olarak resmedilmişti. Uçuyor gibiydi, aynı zamanda bakışlarıyla tüm salona hakimdi. Yalnız değilmiş hissine kapıldı. Yaptığı her hareket izleniyordu sanki. İçinden garip bir ürperti geçti. Buz gibi bir rüzgâr esti, üşüdü. Korkusundan oradan kaçabilirdi, merakı baskın çıktı, kaldı. Tüm duvarlar resimlerle doluydu. Resimlerin öykülerini canlı gibiydiler, resimden çok film izler gibiydi. Her biri ayrı korku öyküsüydü. Şimdi tabu gibi gelen bir sürü aykırı ilişkileri, bir sürü vahşi ölümleri seyrediyordu. İnsanların gözlerinde büyüttükleri tanrıların korkunç yaşamları...

Hepsi güzel, üstün olan bu yaratıklar insanlarla vahşice oynarlarken, birbirlerine üstünlüklerini kanıtlamak için ortalığı kana buluyorlardı. Görüntülere eşlik eden müzik onu çıldırtacak gibiydi. İnsanların haykırışları, acı dolu yüzleri arasından bir tanrının veya tanrıçanın acımasızca gülen yüzü beliriveriyordu. Her yerdeydiler. Birbirlerine karşıydılar, birbirleriyle birlikteydiler. Güç kazanmak adına hem dost hem düşman oluyorlardı. İlişkilerinde kardeşlik, annelik, babalık gibi insanlara tabu olmuş hiç bir sınır yoktu. Ve kan... Heryer kan içindeydi. Boğuluyormuş gibi hissediyordu Gönül. Kan derine, daha derine çekiyordu. Kan kokusu sarmıştı her yanını. Kusacak gibi böğürdü. Kaçıp gitmek istedi, kaçacak hiç bir yer yoktu. Heryer görüntülerle kaplıydı. Delirme noktasına geldiğini biliyordu. İşkence bitsin diye gözlerini acıtacak kadar sımsıkı kapadı. Kulaklarını gücü yettiği kadar bastırdı. Sesinin yettiği kadar bağırdı, haykırdı. İşe yaramadı. Sonsuza kadar burada hapsolmuştu. Çıkamayacakmış gibi hissedip çaresizce ağlamaya başladı. Heykellerin güzelliğine, binanın görkemine kapılıp da buraya girdiği ana lanet etti.

Artık ağlamaktan öte haykırmaya, çığlık atmaya başlamıştı. Önüne gelene saldırmaya çalışıyordu. Öylesine gerçekti ki; üstü başı her yanı kanla, spermle, pisliklerle bulamaç halindeydi. Hiç arınamayacağı, kurtulamayacağı korkusuyla çıldırmıştı. Nefes nefeseydi. Kendisini vahşeti seyrederken içinde buluvermişti. Şimdi aynı vahşeti yaşıyordu. Vuruyor, öldürüyor, saldırıyor, isterik kahkahalar atıyor, gittikçe içine düşüyordu. Çılgınca zevk bile aldığını farketmesi çöküşü oldu. Belki de kurtuluşu...

Sanki kulağına birisi MORİA fısıldamıştı. Ne olduğunu bilmediği bu sözcük, o an için bildiği tek sözcük oldu. Önce “moria... moria...” diye haykırdı. Sonra “moria... moria...” diye ağladı. Öylesine ağladı ki vahşetin ne zaman son bulup, seslerin ne zaman kesildiğinin farkına bile varamadı. Kendinden geçmişti ağlarken. Bunun verdiği yorgunlukla, sarhoşlukla sızdı kaldı.

Kendine geldiğinde denize yakın ağaçlıklı bir yerde, bir kameriyede sedire uzanmıştı. Denizin tembelce kumlara vuruşunu duyabiliyordu. Güneş binbir pırıltıyla denizin üzerinde dansediyor, kameriyede ona uygun bir melodi kısık bir sesle eşlik ediyordu. Gülümseyerek uzandığı yerden doğruldu, oturdu. Yan tarafındaki mermer sehpa üzerinde buzlu, meyveli bir içecekle dolu sürahi ve bardak duruyordu. Bardağa içecekten koydu. Bildiği ev yapımı limonataydı. İyi gelmişti. Bulunduğu kameriyeyi inceledi: Çok ince bir zevk ve işçilikle yapılmış, pembe mermerden zarif bir yapıydı. Altıgen biçimindeydi. Beş kenarında geniş sedirler konulmuş, üzerleri yastıklarla doldurulmuştu. Önlerinde yine mermerden zarif sehpalar vardı. Girişi deniz yönündeydi. Oraya nasıl geldiğini hatırlayamadı.

Sonra aklına yaşadıkları geldi. Korkuyla ürperdi. Telaşla üzerine baktı. Hiç kan izi, pislik veya leke yoktu. Buna sessizce şükretti. Yine de kalbinin derinliklerinde yaşadığı vahşet ve bundan aldığı zevk iz bırakmıştı. O duyguyu, zayıflığını hiç unutmayacaktı. Ve sonra onu kurtaran MOİRA diye bağırışı... O zaman anlamını bilmiyordu. Ama şimdi biliyordu ki kadere, kaderine bağırmıştı. Onu değiştirmek elindeydi ve değiştirecekti.

resim: mail.baskent.edu.tr/~98120059/artemis.jpg

 
Toplam blog
: 5
: 451
Kayıt tarihi
: 27.05.07
 
 

Roman - hayal - fizik - mevlana -meditasyon - b tribe - hidden world(gary strouts) - keiko matsui - ..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara