- Kategori
- Deneme
Çaresizliğin resmini yapsana bana?

Çaresiz bakış
Zaman, zaman yaşadıklarım aklıma gelir. Bin dokuz yüz altmış dokuzda büyük bir hevesle kabul ettiğim Muş'ta köy içme suyu etütleri çalışmalarında, gittiğim o köy ve köylüler hiç hatırımdan çıkmadı.
Karşılaştığım, adeta çaresizliğin canlı görüntüsüydü…
Hani büyük şair Nazım, Abidin Dino'ya "mutluluğun resmini yapabilir misin" diye sormuş ya. İşte o köyde karşıma çıkan insanlar da çaresizliğin resmiydi.
Gezdiğim köylerin hemen hepsi dağların arasında, çok yüksek yerlerde kuruluydu. Ve bütün bu köylere ancak yaya veya atla, katırla çıkılabiliyordu. Veya kızak kullanıyorlarmış.
O köy gittiğim köylerin içinde gidilmesi en zor köydü. Dağların arasında sık fundalıkları geçtim. Sonra sarp kayalar başladı.
Burada attan indim. Çünkü ayağı bir kaysa ve aşağı yuvarlansak ne atın, ne benim parçamı bulmak çok zordu.
Bu at eşsiz sezgisiyle beni kaç kez ölümden kurtarmıştı. Ben önde ilerlerken o da arkamdan, sessizce geliyordu. Kayaların arasında yol gibi gözüken çok dar patikaya benzer şey zaman zaman kayboluyor, o noktadan sonra kayaların arasındaki çıkıntılara basa basa ilerliyorduk.
Bütün dikkatimi yola vermiş, etrafta ne var hiç farkında değildim. Kayalığın sonuna varınca durdum. Bir çalılık vardı, onun dibine oturdum. At da biraz ilerimde duruyordu.
İlk kez etrafıma baktım. Geçtiğimiz kayalığa ve geçeceğimiz fundalığa bakınca çok ürktüm. Etraf çok sessizdi. Bir sigara yakacaktım, etraf hep çalılıktı. Yangın çıkar diye endişelendim, vazgeçtim.
Bu sessizlik çok ürkütücüydü…
Fundalığı çabuk geçmek için ayağa kalktım. Bir hayvan saldırır endişesiyle ata bindim. Onun üzerinde biraz daha güvencede oluyordum.
Artık kayalıklar bitmiş, atın ayağının kayma tehlikesi geçmişti. Atı süratle fundalığa sürdüm. Ancak fundalık çok sıktı. Her çalının arasından sürtünerek geçiyorduk. Beş adım ötesi görülmüyordu.
Bu kadar sık fundalık başka yerde var mı bilmiyorum. Beş metre ilerine bir ordu gizlense fark etmen olanaksız…
Gözüm çalıların arasında dalıp gitmiştim. Bir süre sonra çalılar seyrelmeye başlamıştı. Kayalıktan bu yana ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Çalılara baka baka gözlerim yorulmuş. Önümde ince bir patika kıvrıla kıvrıla yukarı tepelere doğru gidiyor. O patikada ilerlemeye başladım.
Epey gittim, önümdeki tepeye çıktım, ilerde yukarılarda eve benzer şeyler gördüm. Atı o tarafa sürdüm. Patikada ilerliyordum. Patikanın hemen yanında, yukarılardan gelen ipince su akıyordu. Su, patika boyunca devam ediyordu.
Sonunda karşıda yukarıda tek tük evlerle köy görünmüştü. Ben de atın üstünde köye giden yokuşta ilerliyordum.
Biraz ileride o suyun içinde oynayan çocuklar gördüm. Onların ilerisinde de o suda çamaşır yıkayan kadınlar vardı. Ve biraz ileride de bir evin dibinde yere çömelmiş veya ayakta duran erkekleri gördüm. Yine oradaki düzlükte her köyde gördüğüm ot yığınları vardı. Erkeklerin bulunduğu yere atımı sürdüm, yanlarına varınca attan indim.
İçlerinden biri bana doğru geldi "hoş geldin" diye elini uzattı. Tokalaştık, muhtarmış.
Varto'da pazar yerlerinde birçok muhtarlarla karşılaşıyordum. Bu muhtarı hiç görmemiştim. Kendimi tanıttım ve köy içme suyu etüdü için geldiğimi, "köye getirilebilecek su kaynağı var mı, gücü nedir?" bunları tesbit edeceğimi söyledim.
Hem muhtar hem diğer erkekler çok sevindi…
Muhtar "bizim burada sarılık salgını var. Aha bu derenin suyunu kullanıyoruz. İçme suyu, çamaşır suyu, yıkanma suyu hep bu dere" dedi. "dere" dediği bir arıkta akan ipince bir suydu.
Yanımıza, kucağında çocuklarla kadınlar geldi. Yanlarında çocuklar vardı. Hemen hepsinin, erkekler dahil hepsinin gözleri sapsarıydı.
Muhtar kadınlara Kürtçe bir şeyler söylüyordu. "Mühendiz rapor" falan sözlerini duyunca benden bahsedildiğini anladım. Kadınların bir anda bakışları değişmişti. Adeta yalvaran "gör halimizi dercesine" bakışlarla kucağındaki çocukların gözlerindeki sarılığı göstermek için bana doğru uzatıyordu.
Çok üzülmüştüm. Söyleyecek söz bulamıyordum. "Köyünüzde çeşme yapılması için geldim" diyemezdim. Yaptığımız çalışmanın bir seçim çalışması bir yutturmaca olduğunu; iktidarın onların oyunu almak için dümen çevirdiklerini de söyleyemiyordum.
Muhtara "köyün yakınında bu arıkta akan sudan başka bir su kaynağı var mı" diye sordum. Muhtar "çok yukarılarda belki vardır; ama en yakın kaynak bu derenin kaynağı az yukarıda" diyerek o arığa hala dere demeye devam ediyordu. Ben "muhtar bunun neresi dere basbayağı su arığı" diyecektim; baktım söylerken o arığın "dere" olduğuna o kadar inanarak söylüyordu ki "o dere değil, arık" diyemedim. "O kaynağı görelim" dedim ve muhtarla su kaynağına doğru yürüdük.
Haritada bu köye yakın bir kaynak gözükmüyordu, onun için merak etmiştim. Köyün arkasındaki tepeyi epey çıktık. Bir çalının dibinde küçük bir su birikintisi vardı. Muhtar "işte su buradan çıkıyor" dedi. Oraya vardık. Su çok cansız bir şekilde çıkıyordu.
Gerçi bu ay yer altı sularının en azaldığı aydı; ama bu su canlansa bile pek işe yaramazdı. Muhtara bunu söyleyip umutsuzluğa düşürmek istemedim. Suyun debisini tahmini olarak elimdeki deftere yazdım. Köye uzaklığını da tahmini olarak yazdım.
Muhtar dikkatle bana bakıyordu. "Muhtar ben bu suyla ilgili görüşlerimi yazdım, inşallah köye çeşme yapılır" dedim.
Birlikte köye döndük…
Ben bir fırsat bulup da yaklaşan seçimlerle ilgili bir şeyler söylemek istiyordum. Bu köyün yapısı nedir bilmiyordum.
Bazı köylerde Nizam Partisi çok güçlüydü. Bazı köylerde de Adalet Partisi güçlüydü. İşçi Partisinden bahsedip ters bir tepki alırım diye çekiniyordum.
Aşağıda bizi erkek ve kadınlar merakla bekliyordu. Onların yanına geldik. Muhtar "mühendiz bey siz şöyle buyurun ben köylüye anlatayım" dedi. Ne anlatacak diye merak ediyordum. Muhtar onlarla konuştuktan sonra onlarla seçimle ilgili konuşmayı uygun buldum. Muhtarın gösterdiği yerde, bir kürsüye oturdum.
Muhtar biraz ileride onlara Kürtçe bir şeyler söylemeye başladı. Ben bir sigara yaktım, bana getirilen çayı içiyordum. Bir yandan da aşağılara kıvrılarak giden yola gözüm takılmış; aynı yerleri tekrar nasıl geçeceğim diye düşünüyordum.
Bir süre sonra muhtar elinde bir torbayla yanıma geldi. Torbayı bana uzattı. "Mühendiz bey bizim köyün raporunu başa yaz. Gözlerimizi görüyorsun. Çeşme en önce bize lazım" dedi.
Şaşırmıştım. Torbayı elime alıp içinde ne var diye baktım. Gördüğüm şeyler karşısında çok şaşırmıştım. Torba dürüşük kağıt paralar, aralarında küçük altın ve küpelerle doluydu. Muhtar köylüleri toplamış köylerinin raporunu en başa koymam için bana rüşvet olarak verilmek üzere herkes bir şeyler versin demiş; erkekler para verirken kadın ve genç kızlar boyunlarındaki ve kulaklarındaki altınlardan vermişti. Çok isteyip takmaya kıyamadıkları küpeleri kıyarak torbaya atmışlardı. Tek istekleri vardı, onların köyünün raporunu en başa koymam.
Torbanın içindekileri görünce bunlar aklıma geldi çok şaşırmıştım, ama kızamıyordum, çok çaresizdiler. Torbayla birlikte, muhtar yanımda; ilerdeki kalabalığın yanına gittim. Çok üzgün ve heyecanlıydım. "Bakın" dedim. "Benim söyleyeceklerimi dikkatle dinleyin. Ben birçok köy dolaştım. Su yönünden en perişan köy sizin köy… Eğer bir çeşme yapılacaksa bu en önce sizin hakkınız. Sizin köye yapılması lazım… Bunun için rüşvet vermenize gerek yok" dedim.
Bu arada çevreme toplanan erkek ve kadınlara bakıyordum. Özellikle kadınlar "ne olur bize çeşme yaptırın" diye yalvaran gözlerle bakıyordu. O gözler öyle çaresiz bakıyordu ki. O an o gözlerin, o bakışların resmi çekilse ve altına "çaresizliğin resmi" diye kayıt düşülse hiç de yadırganmazdı. "Bana böyle bakmayın, elimden ne gelirse sizin için seve seve yaparım. Ama bunun için bu torbaya gerek yok. Bunu ne bana, ne de başka gelen olursa onlara sakın vermeyin. Eğer biri size ben sizin köye çeşme yaptırırım derse yalan söylüyordur. İnanmayın. Bu iktidarın bir oyunu… Tam seçim zamanı sizleri kandırmak için bizi gönderdi. Ama size yemin ediyorum. Eğer benim rapor işe yarayacaksa en önce sizin köye çeşme yapılmasını yazacağım" dedim.
Ve torbayı muhtara uzatarak "bunu köylülere geri dağıt" dedim. Almak istemedi. O sıra köylüler şaşkın, çaresizlik ve umut karışımı bir bakışla bana bakıyordu. Ben biraz sertçe, "muhtar bunu köylülere geri dağıt ve onlara benim söylediklerimi tercüme et" dedim.
Muhtar torbayı aldı herkes ne verdiyse, onları geri dağıttı. Hepsi şaşkın çaresiz bana bakıyordu. Muhtar benim söylediklerimi onlara tercüme etti. Sanırım onların köyünün raporunu en başa koyacağıma, yemin ettiğimi söylüyordu. Hepsi alkışladı. Erkeklerin hepsiyle teker teker tokalaştım, atıma bindim. Bana bakan kadınlara kızlara herkese el sallayıp oradan ayrıldım.
Geldiğim yollardan geri döndüm…
Aradan bunca yıl geçti. Televizyonda Doğu ve Güneydoğu ile ilgili görüntülerde, kadınlı erkekli insanların yaşamında o günden bugüne değişen bir şey olmadığını gördükçe; gözümün önüne çaresiz, umut ve umutsuzluk karışımı gözlerle bana bakan yüzler gelir. İçim sızlar.