Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Şubat '10

 
Kategori
Deneme
 

Cehennemden Kaçış

Cehennemden Kaçış
 


Sessiz bir oda. Kilitli bir kapı. İçeriden dışarıya mı, dışardan içeriye mi, belli değil. Girmeye çalışan ile çıkmaya çalışana belli ki anahtar lazım. İçeriye benimle birlikte hapsedilemeyen tek şey düşüncelerim. Onlar diledikleri mekana akabiliyor. Dilediklerinde hava hep güneşli. En güzel şarkıyı mırıldanıyorlar bu sessizlikte. Onların bu sahipsiz, kontrolsüz yönünü kim tayin ediyor, bilmiyorum. Bilinçaltı, yaşadıklarım ya da yaşa(ya)madıklarım.

Vakit ilerliyor. Devriliyor seneler birbir, ardı ardına. Yaşadıklarımız, yaşayacaklarımıza göre cebimizde en azından. Sonsuz bir şimdi yaşıyoruz. Anılarımızın yağmalanabildiğine daha önce geçirdiğim bir trafik kazası sonrası bizzat tanık olmuştum. Kısa süreli hikayesiz, öyküsüz, tam anlamıyla öksüz bir adam gibi yaşamıştım, dolaşmıştım daha önce binlerce defa yürüdüğüm fakat sonradan hiç tanıyamadığım sokaklarında şehrimin. Şehir benim miydi, onu da bilmiyordum. Önüme koyulan fotoğraflarda aynadaki benzerliğimle “ben” kabul ettiğim adama bakıp duruyordum. Yıllar sonra yaşayacaklarından habersiz gülümseyen fotoğraflarda.

Değer miydi, kendimizi bunca sıkmaya, deliler gibi savrulmaya, bir küçük mutlu an için en az ondokuz acı göğüslemeye. Mutluluk çarpanı ya da katsayısı mı yoksa önemli olan. Pisti açtılar önümüze ve koşun, dediler. Kuralları vardı yarışın ama hakemleri yoktu. Birbirimizin insafına ve adalet duygusuna sığınmış koşuşturuyorduk. Ne çelmeler yedik, ne çok tökezledik. En çok da yanımızda bizimle, bize en yakın koşanlardan. Düşe kalka koşturuyorduk, ödülü bile sormadan. Yorulduğumuzda tutunma çabalarımız da tam bir trajediydi. Birileri kazanırken birilerinin kaybetmesi gerektiğini geç fark ettik. Her yarışmacının da kazandığı bir yarış yoktu bu hayatta. Bir mutlu insanın karşılığından belki ondokuz mutsuz insan, bir zengin insan için en az yüzondokuz yoksul insan gerektiğini de bilmiyorduk.

Bunlar iyi kariyer okulları, dediler. Biz henüz sorma cesareti bulamadan. Bunlar mutluluğun anahtarı, dediler. Çocukluğumuzda bizi masallarla ebedi mutluluk beklentisine sokanlar, koşacağımız maraton engelli yarışı bize küçük etaplarla anlatıyordu. Önce o diploma, sonra şu, sonrasında güzel bir iş ve kariyer. Belki de sırf içinde ..yer sözcüğü barındırdığı için birbirimizi yiyecek, birbirimizin sırtına basarak yükselecektik. Kimin için, ne için, bilmeden. Temel ihtiyaçlarımızı giderdiğimizde nükseden, kapitalizmin bize zaruri ihtiyaçmış gibi dayattığı lüks tüketim merakımız yüzünden dünyanın dengesini bozduğumuzun, başka bir coğrafyada başka insanların eksik kaldığını düşünemiyoruz maalesef. Alışkanlıklarımızdan vazgeçemiyoruz, toplu halde Dünya Tasarruf Politikaları uygulasak, birbirimizin açlığını umursasak, fazlasını istemeden paylaşmayı öğrensek, bölüşsek, yüce yaratanın bize sunduğu cennete ölümden önce de ulaşma şansı bulabiliriz.

Tepeleniyoruz hep beraber. Tepine tepine, tepe tepe. Gücümüz tükeniyor, karşı koyamıyoruz artık. Karşılık veremiyoruz, karşılık bulamıyoruz bu hayatta. Meçhule giden, kayalara bindirme ihtimali en yüksek bir geminin prangaları gibi kürek çekiyoruz. Aradabir kırbaçlanıyoruz. Ne umduk, ne bulduk bu hayatta. Çocukluğumuzu özlüyoruz. Çok daha masumken her şey. Biz bir gölde, bir nehirde, bir denizde yüzerken ne (u)mutluyduk.

Yüce rabbim bu yorucu yaşamdan sonra dinlenebileceğimiz bir hayat daha bahşeder mi acaba bize. Çok kırbaçlanmadan gemileri sakin bir limana indirebildiğimiz bir hayatı. Bizden öncekilerin baştan yaratılıp yaratılmadıklarına dair en küçük bir kanıt yok elimizde, sadece umut var. Kutsal kitaplara bakarak sığınmak istediğimiz bir huzur ve barış limanı ümidi. Kainatın efendisi s.a.v., bu mahşer yerini yaratırken acaba bize gönderdiği kitaplarındaki cehennem ironisiyle “cenneti de cehennemi de yaşamak sizin elinizde” mi demek istiyordu.

Bize sunulan nimetleri adaletli paylaşmak yerine birbirimizin gözünü oyarak açgözlülüğümüzü gidermeye çalışıyoruz. Sırf bu yüzden masum bir şekilde en saf haliyle dünya gelen bir başka insanın dünyanın herhangi bir farklı coğrafyasında eksik kalacağını bildiğimiz halde. Sonra o masum insanın hergün biraz daha artan ihtiyaçlarını giderebilmek uğruna kanun yapanların, kutsal dinlerin ve devlet olanların sağlayamadığı sosyal adaleti kendi çabalarıyla eşitleme girişimlerini suç diyerek cezalandırıyoruz. Sonra da sırf bu hayatta asla tüketemeyeceğimizin çok daha fazlası uğruna birbirimizin kanını emiyor, kemiklerini kemiriyor ve öldürüyoruz. İnsan, insanın celladı oluyor. “Diğer canlılar öldürmez karınları doyunca, mutlu olmak uğruna cinayet insanda var”.

Oysa gözümüzün içine sokulmuş cennet yanıbaşımızdayken biz, bilmediğimiz “ötesi” tabir ettiğimiz bir diğerinde cenneti hak etmek için ibadetler yapıyor, ayinler düzenliyoruz. Orada hiç sormazlar mı insana, “ siz, armağanınız olan hayatınızda cenneti yaşamak ve yaşatmak için ne yaptınız” ? Kaç dost, kaç düşman kazandınız ? Kaç kişiyi mutlu ya da mutsuz ettiniz, kaç kişiyi sevindirdiniz ?

Tarihin bize öğrettiği acı gerçek şu ki: sadece çok zor durumda olan insanlarda var dayanışma duygusu. Hepimiz fakirken, birbirimizin açlığı ve tokluğuyla hep ilgilendik. Elimizden geldiğince dayanıştık. Ekonomik anlamda güçlendikçe ancak deprem bölgeleri için bir kısmı kişisel reklamlarımıza katkı sağlayan yardımlar topladık. Dayanışmak için felaketlerin olması gerekmiyor oysa. Afrika’da sürekli deprem ve göçük altındaymış gibi hayat süren milyonlarca yoksul insan var.

Muhteşem 11 Eylül Kusursuz Terör Saldırısı bile ikna etmeye yetmedi bizi. Gözlerimizin önünde o görkemli gökdelen ufalandı. Bunun için ne kadar para ve emek harcandığının hiçbir önemi yoktu artık. En popüler insanların en gözde zamanlarının ebedi sürmediği gibi. Hepimizin yaşlanacağı ve bir gün mutlaka öleceği gerçeklerini çok sık unuttuğumuz gibi. Bu kadar insanının sonunu hazırlayan bu trajik mesajı da algılayamadık maalesef. Almanlar şöyle der mesela: “İnsanlar düşünür, planlar ama yönü hep tanrı tayin eder”. Çünkü direksiyon ondadır. O halde doğrudan bize verilen mesajı doğru yorumlamamız gerekirdi. Keşke bu önemli mesaj uğruna bu kadar insanın yaşamını yitirmesine hiç gerek kalmasaydı.

Bir de şeytanlarımız var bizim, sürekli bizi yoldan çıkaran. Ona uyarız, bizi şehvete sürükler, içimizde olanları sürekli bizi günaha sürükleme eğilimindedirler. Arasıra bizi dürterler. Aslında bizden daha tehlikeli şeytanlar olduğuna inanmıyorum. Asıl şeytanlar biziz. Kutsal kitaplarda da ima edilen şeytanlar bizzat insan. Çevrenize bakın, herkesin en az bir şeytanı vardır. Şeytanlık içimizde. Şeytanız hepimiz. Birbirimizin şeytanları.

Çoğu zaman kendi kendime düşünür, sorarım; Acaba insanoğlu bu refah düzeyine erişmese daha mutsuz mu olurdu, diye. Atalarımız mutluluğun tanımını nasıl yapıyorlardı acaba. “Çok mutluyum” sözünü ilk söyleyeni ve söyleme nedenini merak ediyorum. Bunca teknolojiye, bunca endüstriye ve bu boktan kapitalizme çok mu ihtiyacımız vardı. İhtiyacımız kadar üretip ihtiyacımız kadar tüketerek çocuklarımızdan ödünç aldığımız bu dünyayı onlara daha yaşanır bırakamaz mıydık. Belki böylelikle dünya kaynaklarını hoyratça hiç bitmeyecek gibi tüketmezdik.

Düşünün, bir Amerikan Başkanının herhangi bir Avrupa seyahati için harcanan para ile dünyada milyonlarca aç insanın bir senelik ihtiyaçları karşılanabilir.

Dilerseniz altalta, dilerseniz üst üste koyun:

İnsanı insana karşı korumak uğruna dünya milletlerinin göze aldığı bir senelik askeri harcamalar toplamı 5 trilyon USD, Dünya Sigara ve İçki Tüketimi de 1 trilyon USD civarında.

Devam Edecek..

 
Toplam blog
: 8
: 406
Kayıt tarihi
: 11.11.09
 
 

Türkiye'nin ilk ve tek DevreDergi uygulamasını başarıyla sürdürüyoruz. 20 sene Almanya macerasında..