- Kategori
- Kültür - Sanat
Çırpınırdı Karadeniz

İlkokul yıllarımdan üniversiteyi bitirdiğim çağlarıma kadar mütemadiyen halkoyunları oynadım, çeşitli ekiplere ve derneklere devam ettim. Antep, Bitlis, Adıyaman, Artvin, Akşehir, Silifke gibi birçok yöreyi oynamayı öğrendim, oynadım ama Kars-Azeri-Kafkas oyunlarının yeri hep bir ayrı oldu içimde.
Katıksız, süzme Çeçen ve Kafkasyalı olan anne tarafım nedeniyle, neredeyse daha yürümeden Kazaska oynamayı, Şeyh Şamil’de tırnağa kalkmayı, diz üstünde dönüp, kartal figüründe havada asılı kalmayı öğrendim.
Ve bu halk dansları yolculuğum üniversite son sınıfa kadar, Ankara Kuzey Kafkasya Kültür Derneği ve Ankara Azerbaycan Kültür Derneği bünyelerinde devam etti. Ama o akordeonun, ama o mızıkanın, koltuk davulunun sesini duymaya, hele bir de bilip bilmeyenin Şamil oynar gibi yaptığına şahit olmaya göreyim; bugün bile beni yerimde tutana aşk olsun.
Sanırım ortaokul yıllarımdı. Şehrimizdeki bir şenlik organizasyonunda bizim ekip de görevli idi. Ben de ekibin en küçük erkek dansçısı olarak, Şeyh Şamil’de en son çıkıp, yapacağım en zor figürlerle üç bin kişilik kapalı spor salonunu coşturmakla görevli idim. Sıramız geldi, çıktık, hatasız programımızı tamamladık. Salon alkıştan yıkıldı.
Programdan yarım saat kadar sonra, üzerimizi değişmiş ve salonun dışında arkadaşlarla muhabbet ediyorduk. Lise son sınıflardan bir ağabey yanıma geldi ve biraz da sert bir tonlama ile:
“Bu oynadığın oyunun ‘faşo dansı’ olduğunu biliyor musun lan?” diye celallendi, hesap sorar bir edayla.
‘Faşo’ dediğinin, Türk Milliyetçileri’ne isnat edilen bir tanımlama olduğunu ve o camiada bu dansın daha bir fazlaca tutulduğunu daha sonraları öğrenecektim. Ama o anda bir cevap vermem gerekiyordu, kanıma dokunmuştu:
“Faşo dansı ne demek bilmiyorum ağabey. Ama bildiğim şu ki ben bu Şeyh Şamil’i ya da bizim evdekilerin tabiriyle Kazaska’yı, yürümeyi öğrenmeden önce oynamayı öğrendiğimdir. Ha sen bunun adını faşo mu, haşo mu her ne karın ağrısı olarak biliyorsan, bence sakıncası yok, sen de öyle belle” dedim ve uzaklaştım oradan.
Bu akşam da melisa kokulu İzmir’i, içime çeke çeke akşam sporumu yaparken dinlediğim, kulaklıklı müzik çalarımdan gümbür gümbür bir şarkı döküldü yüreğimin yangın yerine. Ses rengindeki özgünlüğünü daha ilk çıktığı yıllardan beri çok sevdiğim Hüner Coşkuner söylüyordu: Çırpınırdı Karadeniz.
Bu muhteşem ve harikulade şarkı da piyasada(?), ‘faşo şarkısı’ olarak bilinir. Yazıklar olsun böylesine anlamsız iticiliğe, ayrımcılığa, yaftalayıcılığa, yazıklar olsun.
Çırpınırdı Karadeniz, enfes bir segah şarkıdır. Bir Türk Sanat Müziği eseridir. Sözleri, meşhur, Azeri Türk’ü şair, Ahmed Cevad Ahundzade’ye; bestesi ise Üzeyir Hacıbeyli’ye aittir. TRT repertuarında dahi bulunur, radyo ve televizyonlarda çalınır, söylenir.
Bakü’deki Azadlık Meydanı’ndan, o esir yılların Azerbaycan’ından; özgür kardeşlerinin yurduna, esir Hazar’dan, hür Karadeniz kıyılarına bir selam, bir çağrı, bir sestir Çırpınırdı Karadeniz. Ve bestekarı da notalarını müthiş dans ettirmiştir, o caanım segahın kıvrak ve lirik rahlesinde.
Yaklaşık doksan şarkılık, dijital müzik dosyamda; Çırpınırdı Karadeniz’den sonra gelen şarkı neydi biliyor musunuz? “Hasta Siempre”. İşte bir muhteşem ve kült eser daha.
Hasta Siempre, “sonsuza dek” demektir ve şarkı, Kumandan Che Guevera’ya ilelebet bağlılığı anlatır. Bir isyankar, komünist devrimin destansı sesidir. Bende kayıtlı olan yorum Natalie’ye ait ve şarkının sonunda da Che’nin kendi sesinden bir konuşması bulunuyor.
N’oldu? Şimdi de “komo” olduk galiba değil mi?
Gülerim ağlanacak halimize. Şarkılarımızı, türkülerimizi, oyunlarımızı, danslarımızı parsel parsel pay eden cahilliğimize, yozlaşmışlığımıza, derinliksiz sığlımıza.