Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Kasım '09

 
Kategori
Güncel
 

Darbeyi kim ister?

Darbeyi kim ister?
 

Öyle acımasız, öyle kanlı kıydılar bize...


Sevgili arkadaşım Narçiçeği, 12 Eylül öncesi ve 12 Eylül günleri ile ilgili bir blog yazdı. Yazdıkları ne kadar tanıdıktı benim için. Benim ve en güzel gençlik yıllarının tam göbeğine, 1980 yılı oturan herkes için... 78 kuşağına yani. Hani aslında şu meşhur 68 kuşağından da daha çileli, daha zor bir dönemde genç olmak şansına ve de bahtsızlığına sahip olmuş kuşağa… Ne kadar tanıdıktı her şey.

O günleri, güzel arkadaşım, pek çok ayrıntısı ile ve de hepimizin yakın duyguları ile anlatmış. Bu yüzden ben kendime ait anıları ve düşünceleri kısa tutmaya çalışıp, onun bıraktığı yerden, yani hani şu kâğıt bebekler ve ucube oğlanlar kısmından devam edeceğim.

1980 yılında ben de üniversite öğrencisi idim. Narçiçeğinin anlattığı tablo, çok çok benzer bir resimle benim de hayatımın tam ortasındaydı. Ruj bile değil, basit bir parlatıcı yüzünden, kınalı boyalı bebekler diye eleştirildiğimiz karanlık günlerden geçiyordu gençliğimiz. Ve inandığımız değerler uğruna, çok sevdiğimiz vatanımız uğruna, göz kırpmadan gençliğimize ve canımıza kıyabileceğimiz, o aydınlık, o idealist ve her şeyin paradan gayri bir değeri olduğu günlerden…

Analarımız da ağlıyordu. Hem de ne ağlama. Ama değerlerimiz vardı, inançlarımız, ideallerimiz, o idealler uğruna canımızı bile verecek cesaretimiz… İşte tam da bu yüzden, ne kadaaar karanlık da olsa hayatımızın o en genç günleri, biz o karanlığın ucundaki ışığı görebiliyorduk. Üstelik de biz ulaşamayacak olsak bile, ülkemizi aydınlık bir geleceğe taşımanın gururunu duyuyorduk.

Aynen Narçiçeği'nin de dediği gibi, gençliğimizi kaplayan şey, çaylar, partiler, yıllıklar, danslar, hatta neredeyse aşklar bile değildi. Biz ideallerimizin peşine takılmış, gençliğimizin aydınlığını unutmuş, ülkemizin aydınlığına sevdalanmış güzel çocuklardık. Ne mutluyduk Türk’üm diyebiliyorduk… Kürt halkı kardeşimizdi… Bütün halklar kardeşimizdi… Biz bütün dünya ile kardeştik…

Sınıflarımızdaki, okullarımızdaki, her yerdeki, o aydınlık ve güzel mavi gözleriyle bize bakan resim, bizi hiç ama hiç rahatsız etmedi. O’nu yüceltmek, sevmek, anmak, izinden gitmek bize hiç antipatik falan gelmezdi. Niye gelsin di ki; O EN BÜYÜK DEVRİMCİYDİ. Onun izinden, açtığı yoldan ilerlemeyecektik de ne yapacaktık.

Evet, O’nu herkes kendince anladı. Belki onun ülküsü ile başka ülküleri aynı şey zannedip, yaptıklarını onun izinden gitmek gibi algılayanlar da oldu. Kısacası O’nu yanlış anlayanlar ya da tam algılamayanlar da oldu. Ama o mavi gözler öyle aydınlık, yaptığı her şey o kadar berrak ve net ortadaydı kiii… Kimse O’nun yanlış yaptığını düşünmezdi. Her şey öyle ayan beyandı ki; düşünenin gözüne dizine dururdu çünkü… Düşmanları ise, düşmanlıklarını dillendirmeye bile cesaret edemezdi. Öyle kanun, polis, asker korkusundan falan değil, vicdanlı insanların yüzüne tükürecekleri korkusundan içlerinde tutarlardı, çıkarlarına indirilmiş darbelerin, yıllarca içlerinde sakladıkları kinini.

Kısacası paradan başka değerlerin, değer olduğu, Vatanı ve Milleti seven, Sakarya’nın önemini ve değerini bilen bir kuşakla, her yolla köşe dönmenin ahlaksızlık sayıldığı, memurların görevlerinden başka bir iş bilmelerinin kanunsuzluk diye bilindiği günlerden geçiyorduk.

Ve 1980 yılının 12 Eylül''üne geldiğimizde hayatımızda her şey ama her şey hızla değişmeye başladı. İşkencelerden, ölümlerden, yakılan kitaplardan ve buna benzer şeylerden bahsetmeyeceğim. Bunları herkes biliyor. Bizler yaşadık, yaşları küçük olanlar bizlerden öğrendiler. Ben değişen, PLANLI VE PROGRAMLI olarak hayatımızda değiştirilen şeylerden bahsedeceğim.

Benim okuduğum fakültedeki ilk uygulama hemen bir çay düzenlenmesi oldu. Yıllardır çıkmayan yıllık o yılın mezunlarından itibaren yeniden çıkmaya başladı. İlk mezuniyet balosu yapıldı. Okul orkestrası, Türk müziği, halk müziği koroları, okul futbol ve basketbol takımı kuruldu. Folklor ve dans kursları düzenlendi.

Allah’ım meğer genç olmak ne de güzel bir şeymiş dedik hepimiz. Elbette böyle güzel şeylerin gençlerin hayatında olması gerekirdi. Ama garip bir durum vardı. Aslında büyükler böyle şeyleri pek de desteklemezlerdi. Hatta böyle konular büyüklerle çatışma konusu olurdu çoğunlukla. Okul idareleri ise pek böyle şeylere ön ayak olmaz, hatta bazen köstek olur, hadi iyi niyetli bir yönetim varsa da, en çok öğrenci derneklerinin ya da öğrenci gruplarının bu tür taleplerine veya organizasyonlarına yardımcı olurlardı. Tuhaf olan şey, böyle köstek olmak ya da sadece yardımcı olmaktan öte, üstelik de bir talep olmaksızın, öğrencilerin kendi düzenleyeceği bu tip organizasyonların, okul yönetimleri ya da ne bileyim üzerimizdeki görünmez ve büyük bir el tarafından düzenlendiği hatta net bir biçimde pompalandığı idi.

Hayat ile aramıza hızla, pembe çerçeveli, pembe camlı bir gözlük konmaya başlamıştı adeta. Ha bir de söylemeden geçemeyeceğim, 12 Eylülden önce, benim okuduğum fakültede, yani AÜ Eczacılık Fakültesinde her zaman iki ya da üç tane türbanlı öğrenci olurdu. Elbette yönetmelikte yasaktı ama öyle çok sert uygulanmaz, hatta iki de bir, başını bir açıp bir kapatan bu öğrencilere müsamaha gösterilir, görmemezlikten gelinirdi. O yıllarda benimle okuyan herkes ve o yılın yıllığındaki resimler bunun şahididir. Genel anlamda sol görüşlü olan öğrenciler de çok fazla takılmazlardı onlara. Mutlaka bu yönetmeliğin sert olarak uygulandığı okullar da olmuştur. Ama benim Ankara’da izlediğim okullarda genel hava buydu.

Bu kocaman pembe camlar, genç ruhlarımıza çok hoş görünse de biz ilk kurbanlar çok da fazla kapılmadık bu duruma. Birkaç çay partisine, biri iki müzik etkinliğine, hatıra olarak saklayacağımız bir yıllığa hayır demedik elbette. Ama bunlar bizi siyasetten uzaklaştıracak şeyler değillerdi. Ülkenin geleceğinde rol oynamak iliklerimize işlemişti bizim. Değil pembe, hiçbir renk cam bizi ideallerimizden uzaklaştıramazdı. Bu yüzden çok acımasız, çoook kanlı kıydılar bize. Darağacındaki fidanlarımızı, hatta 17 yaşındaki körpe fidanımızı hiç saymıyorum. Neredeyse içeriye girmeyenimiz, işkence görmeyenimiz, hiç olmazsa birkaç polis copu yemeyenimiz kalmadı. Kitaplarımıza ise kendimiz kıydık. Biz kıyamadıysak anne babalarımız kıydı. Eczacılıktan önce 1 yıl okuduğum sevk ve idare yüksek okulunun ders kitabı olan Mümtaz Hocamızın Anayasa kitabını bile kurtaramadım ben banyo kazanının alevlerinden.

Bizden hemen sonrakiler bizim gibi değillerdi. Ben hayatım boyunca her yerde, her olayda, her zaman 1980 öncesi okuyanlarla 1980 sonrası öğrenci olanların bıçak gibi ayrıldıklarını gördüm. Bizden hemen sonra gelenler o kanlı günlerden geçmemişlerdi, hayata hiç çıplak gözle bakmamışlardı. Önlerinde hep o kocaman pembe camlar oldu. Pembe camlara bir uyuşturucu gibi alıştıklarında, alıştırıldıklarında onlarsız yapamaz oldular. Ama bir süre sonra o pembe cam promosyonu bitiverdi. Artık camlar parayla idi. Ve öyle alışmışlardı ki bu camlara, artık ne yolla olursa olsun köşe dönmek, memursan işini bilmek, kıro da olsan para sahibi olmak en önemli genel geçer değer, vatanmış milletmiş gülünecek şeyler, Sakarya’ymış o da ne… oldu.

İşte ağzını yaya yaya konuşan kâğıt bebek kızcağızların ve futbol müptelası, bilgisayar oyunu esiri oğlancıkların hikâyesi burada başlar. Onların kırıtmalarına, makyajlarına, aşklarına, hayatın anlamı haline getirmemek kaydıyla özel zevklerine hiçbir itirazım yok aslında. Bunları ben bir ahlaksızlık diye de düşünmüyorum. Bunlar genç olmanın olmazsa olmazları aslında. Bir ruju suç haline getirmek de bizim fazla abartmamızdı. Ama onlar bunların peşinden koşarken hayatı unuttular. Bilerek, isteyerek, planlayarak, bütün bunlar onlara aşırı dozda enjekte edildi. Hayattan, gelecekten, geleceklerine sahip çıkmaktan, geleceklerini ellerinde tutmaktan uzaklaştırıldılar.

Onlar böyle bir pembe dizinin içinde uyuşturulmuşken, hayat şöyle akmaya başladı; Bankalar hortumlanmaya, paralar el değiştirmeye, devlet kurumları belli siyasilerin çiftlikleri halinde örümcek ağı gibi sarılmaya, pkk diye bir terör oluşturulmaya, bu şekilde uyuşturulamayacak yeni nesiller için ve yeni oyunlara nefer yetiştirmek için kuran kursları, imam hatipler açılmaya açılmaya açılmaya… başladı

Biz daha mezun olmamıştık, birden bire baş örtüsüne özgürlük yürüyüşleri diye bir şeyler başladı. Biz çeşitli okullara rahatça girdiklerini bildiğimiz arkadaşlara sorardık; bu ne yürüyüşü diye. Çok net bir cevapları yoktu. Bilmem hangi okulda olmuş bir vakadan falan, biraz bilir bilmez bahsederlerdi. Bu konudaki talep o kadar büyük bir şey değildi ki bu böyle memleketin en önemli meselesi gibi insanları sokağa döksündü. Her okulda 2 ya da 3 kişi olurdu. Onlar da başlarını iki gün kapar, üç gün açar, beş gün tekrar kaparlardı. Neler oluyordu? Ta o zamanlar konuşurduk biz; Sakın bunlar bunu bayraklaştırıp, yandaş edinmek için kullanıyor olmasınlar diye. Gerçekten de öyle oldu. Onlar bunu böyle kör gözüm parmağına bayraklaştırıp sürekli gündemde tuttukça, üniversite yönetimleri de bu konuda sertleşti, onlar sertleştikçe mazlum edebiyatına meraklı milletimizden yandaşları ve kapananlar çoğaldı. Karşılıklı ipler gerildi, çoğu üniversitede uygulanmayan yönetmelik uygulanmaya başladı. Her şey gözümüzün önünde bir film gibi oynanıyordu.

Devam edelim bakalım, bizler zindanlarda darağaçlarında kıyılır, bizden sonra gelenler pembe gözlüklerine yapışırlarken başka neler oluyordu. Yılların birikimini ve düşmanlığını içinde tutanlar, şeyhler, şıhlar, tekkesi zaviyesi kapatılanlar, cumhuriyet yüzünden çıkar tekerlerinin önüne taş konanlar usul usul ininden çıkmaya başladılar. Para bu ininden çıkanlara doğru usul usul el değiştiriyordu. Milli gelir dağılımındaki zengin fakir açığı büyüyor, orta direk usul usul yok oluyordu. Sermayenin kaydığı kişi miktarı azalıyor, tekeller oluşuyor, hem de sermaye bir yandan tekellerin yeni rengi yeşile boyanıyordu. Söz konusu para olunca liberal kardeşlerimizin aniden yeşil rengi bu kadar sevmelerine de şaşmamak lazımdı elbette.

Gençlerin bir kısmı pembe gözlükler ardında olduğundan bu yeşile boyanışın farkında bile değillerdi. Bir kısmı ise zaten bu yeşil deli gömleğine çoktan sarılmışlardı. Onlar gözlerini yeşil kuran kurslarında açtıklarından ve başka renk bilmediklerinden, Yüce Tanrının yarattığı tek renk yeşildir sanıyorlardı.

Ve elbette bu pembe ve yeşil denizlerde boğulmuş gençler, artık O’nun o güzel mavi gözlerine sahip çıkabilecek yetenekte değillerdi.

Şeyhlere şıhlara gün doğmuştu. Onların kuyruğundaki liberaller ise daha da mutluydu. Hayatlarında belki de ilk kez önemli adam olmuşlardı. Hani şu; “kırk yaş üstünde çoğu kadın” filan diye dalga geçtikleri, mavi gözleri hala o ilk günün heyecanı ile savunan bir acayip insanlar vardı ya… İşte komik olan şuydu ki kendileri de aslında kırk yaşın üzerinde sarı ve silik yüzlü, çoğu erkeklerden, hani şu kendini küresel entelektüel ilan ederek olumlayan erkeklerden oluşuyorlardı.

Dostlar, her zamanki gibi sözü uzattım. Bunca lafı neden ettim? Aslında kısaca demem odur ki; Bu darbe darbe dediğimiz şey, ne menem bir şeydir ki, sürekli olarak mavi göz aşıklarının bunu sevdikleri, istedikleri, bekledikleri, destekledikleri sanılır?

Alın işte en sonuncusundan bu güne geldim. Şu gün itibariyle kimin işine yaramıştır şu en sonuncusu? Bundan kârlı çıkan kimdir? Şu yeşil sevdalıları, şu kuyruklarındaki sarı yüzlü liberaller o mavi gözlere bir tek laf edebilirler miydi şu 12 Eylül öncesi? Polis korkusundan, kanun korkusundan falan değil, bizim gözlerimize bakamama korkusundan edemezlerdi. Şimdi baktıkları gözlerde ya pembe gözlükler var ya da baktıkları gözleri aynı zamanda dolar rengi olan yeşil bürümüş. Ardındaki gözler görünmüyor. 12 Eylül gençlerinin gözleri gibi çelikten bakmıyor günümüz gençlerinin gözleri. Onlar da kuzucuksuz(!) köyde çomaksız dolanıyorlar.
12 Eylül gibi bir darbeden başka ne kıyıp geçirebilirdi bu ülkenin o günkü gençliğini, başka ne sindirebilirdi ardından gelenleri…

Biz darbe istermişiz..:)) Sevsinler… Şu gün umutla baktıkları düzene, küresel masallara, bugün bir şeyler bekleyerek oy verdikleriyle övündükleri partilere, ortalığı dumana boğup ekmeklerine yağ süren bölücü teröre, o mavi gözlere ve cumhuriyete yıllarca içlerinde biriktirdikleri kini kusabilmeye 12 Eylül sayesinde sahip olmadılar mı?

Biz darbe istermişiz..:)) Yesinler… Hani her şey siyah beyaz değildi, kategorileştirmemek, yaftalamamak, sapla samanı karıştırmamak lazımdı. Sapla samanı karıştırmayan biziz. Haklı olduğu yerde askere hakkını teslim etmek, darbe istemek değildir. Yiğidi öldürüp hakkını yememek denir ona.

Biz darbe istermişiz..:)) Biz Alevileri Kürtleri sevmezmişiz… Aman da aman ne de çok bilirlermiş. Biz, Türk ve Kürt halkları kardeştir diye yola çıkanlardanız. Biz bir ülke içinde kardeşçe yaşamak için Kürtlerin elini ilk tutanlarız. 12 Eylül yaratmadı mı pkk terörünü? Kardeşi kardeşe kırdırmayı, bölmeyi parçalamayı, ötekileştirmeyi, başkalaştırmayı…

Biz darbe istermişiz..:)) Dönün de kendinize bakın bir. Sizden başka kim nemalanıyor bu düzenden? 12 Eylülden sonra bu ülkede değişen şeyleri olumlu bulan, öven, hayran olan siz değil misiniz? Turgut Özal’la pek sevdiğiniz liberalizmi, din ögesinden nemalanan bütün partileri, yeşil tekelleri, hayran olduğunuz, olumlu gelişmeler olarak nitelendirdiğiniz her şeyi 12 Eylüle borçlu değil misiniz.? 12 Eylül sizin, sizlerin önünüzü açmaktan başka ne işe yaradı?

Biz darbe istermişiz…!!!

 
Toplam blog
: 54
: 1158
Kayıt tarihi
: 22.06.07
 
 

7 Ocak 1960... Hayatın öğrettiği herşeyi okumak ve yazmak için buradayım.....